Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Nisan '19

 
Kategori
Eğitim
 

Ben Bir Köy Enstitülüyüm

Ses ki Saffet Arıkan’ın sesi
Ses ki Mustafa Necati’nin sesi
Ses ki Hasan Âli, Tonguç’un sesi

Uyanmıştı tanyeri ışıl ışıl
Gönen köye, Fakir Baykurt gelende

                Ozan Nebi DADALOĞLU

 

                Övünmek gibi olmasın; başlıktaki söz benimdir. Şaka değil, ben gerçekten bir Köy Enstitülü’yüm;

                Nasıl mı?

                Yazılı ve sözlü sınavları kazandıktan sonra, 1953 Eylül’ünde kaydolduğum okulun adı Aksu Köy Enstitüsü idi çünkü. Yaklaşık altı ay sonra, bu adın yazılı olduğu levha sökülüp yerine “Aksu İlköğretmen Okulu” yazıldı.

                Ayrıca, ilkokuldaki sevgili öğretmenlerim İhsan Özel ve Ali Uyar da Aksu Köy Enstitüsü mezunuydular.

                Aksu, öteki Köy Enstitüleri gibi, kız-erkek karma bir okul olarak açılmış; 1940’lı yılların başlarında. 1950’ye kadar da öyle devam etmiş. Ne güzelmiş!

                Ancak, 14 Mayıs 1950 seçiminde Demokrat Parti (DP) iktidar olunca, Kız Köy Enstitüsü, Erkek Köy Enstitüsü olarak ikiye bölmüşler bu okulları. Ve ne yazık ki, bunu yapanlar da, bu marifetleriyle yıllarca övünmüşler.

                İşte bu yüzden, 1953’te öğrencisi olduğum Aksu Köy Enstitüsü’nde hiç kız öğrenci yoktu; maalesef. Yaklaşık sekiz yüz öğrencinin hepsi de erkek…

                İlkokullar, ortaokullar, liseler karma idi de bizim okulumuz neden böyleydi?

                Neydi bizim suçumuz, günahımız?

                Doğal toplum yaşamına aykırı değil miydi bu durum?

                Doğrusu buysa eğer, kadınlar bir köyde, erkekler bir köyde yaşasın!

                Doğrusu buysa eğer, kızlar ayrı bir kasabada ve kentte, oğlanlar ayrı bir kasaba ve kentte büyüsündü.

                Ne öğrencilik yıllarımda, ne de sonra, hiç affetmedim; bu yanlış kararı verip uygulayanları.

                Aksu’da dört koca yıl böyle geçtikten sonra, 1957 – 1958 ders yılı açılıp da 5/A sınıfına girdiğimizde, ön sıralardan birinde oturan güzel bir kız görmeyelim mi?

                Şaşırdık hepimiz. Rüya mı görüyorduk, hayal mi?

                Kimdi, neydi, neciydi? Ne arıyordu bu sınıfta? Yanlışlıkla mı gelmişti yoksa?

                Çok geçmeden öğreniverdik her şeyi: Kimya öğretmenimiz Selâhi Ertuğrul’un kızıymış. Antalya Lisesi’nde okurken, babası naklini bu okula aldırmış. Burada devam edecekmiş öğrenimine.

                Aman, ne güzel!

                Adını da öğrendik; Şeyma

                Ne demekti Şeyma bilmiyorduk ama kendi gibi adı da güzel geldi hepimize.

                Ne şanslıydık biz! Bizim sınıfımız yani… 34 kişilik bir sınıfta, bir kız arkadaşımız vardı.

                Öteki sınıflar nasıl da imrenirlerdi bize!

                Gizli saklı da olsa gözümüzü ayıramıyorduk Şeyma’dan.

                Dokunmayı bırakın, doğru dürüst konuşamıyorduk da. Başka dünyalardan gelmiş, Türkçe bilmeyen bir melek, bir hûri idi sanki.

                İki yıl, aynı sınıfta olduk ama iki satır konuşamadım Şeyma’yla. Oysa tüm arkadaşlarım gibi, ben de âşıktım O’na.

                Benzer bir durum, Köy Enstitüleri’nin ilk açıldığı yıllarda da yaşanmış. Ayhan Tunca’nın Köy Enstitüleri ve Kepirtepe adlı eserinde bu konuya değinen örnekler de var.

                Kepirtepe’nin ilk mezunlarından (1943) Yusuf Asıl neler anlatmış bakalım:

                “Kepirtepe’nin ilk öğrencileriydik ve sınıfımızda kız arkadaşımız yoktu ki, okulu bitirene kadar da hiç olmadı. Bu durum yetişme çağımızda bizler için büyük noksanlıktı. Kızlar, sanki başka bir âlemin yaratıklarıydı bizler için. Kendileriyle konuşmaktan çekinir, konuşmak zorunda kalınca kızarır, bozarır; sıkıntılı anlar yaşardık.

                “Halbuki, kızlı sınıflarda okuyan arkadaşlarımızın böyle sorunları yoktu. Çok rahattılar; kendilerine gıpta etmekteydik. Sınıfımızda kız arkadaşımızın olmayışı kızlara karşı tecessüsümüzün de gelişmesine neden olmuştu. Sınıfın ön ve arka yöne bakan pencerelerinden, arka pencere önünde toplanmayı tercih ederdik; çünkü kızlar o pencere önünden geçerdi. (…)

                “Pencerenin en önünü kaplamış olan arkadaşlarımız, arkadakilere sürekli bilgi verirlerdi: ‘Şimdi A geçiyor, şimdi de B geçiyor’ türünden. Adı geçen kızların kıyafetleri, yürüyüşleri, saçları da aktarılanlar arasındaydı. Bunları duyan arkadaki arkadaşlar, koşarak yığılırlardı pencerelere.”

                Aynı kitap, Talip Apaydın’ın anılarından da benzer örnekler almış.

                Çifteler Köy Enstitüsü’nün ilk öğrencilerinden olan yazarın sınıfında da, tıpkı Kepirtepe’deki gibi hiç kız öğrenci yoktur.

                Karşıdaki Kırkız Dağı’na bir geziye götürür okul. Bu geziye Mahmudiye’deki okuldan da bir grup kız öğrenci gelir. Talip ve arkadaşları, uzun bir zamandan sonra ilk kez kız görmenin sıkıntısı, utangaçlığı ve sarhoşluğunu yaşar.

                Neyse ki, “Her şey olağanüstüydü o gün.” diyen yazar ve arkadaşlarının bu sarhoşluğu uzun sürmez. O yıl, kızların bulunduğu sınıflar da Hamidiye’ye, yani Çifteler Köy Enstitüsü’ne taşınır. Böylece, yatakhane ve yüznumara hariç, her yerde birlikte olur; kızlarla erkekler.

                Talip Apaydın’a kulak verelim şimdi:

                “Kızla erkeğin aynı okulda okuması, aynı elbiseyi giymesi, yan yana çalışması, birlikte yiyip içmesi, elde tutuşup halay çekmesi, kafası hep kötüye çalışan softayı çıldırttı.

                Hayallerinde olmadık sahneler kurdular, halka zehir saçtılar! Oysa köylü Fatma’lar, Ayşe’ler, Kezban’lar okuyup adam olma çabası içindeydiler. Bin yıldır ezilmiş, hakları çiğnenmiş Anadolu kadınının onurunu kurtarmak gayretindeydiler.

                Çoğu yalınayak, şalvarla ve kir pas içinde gelir; bir iki yıl içinde enstitünün çalışma havasına girer; kafasını, kolunu, elini işlettikçe açılır, uyanır ve değerlerini ortaya koymaya başlardı.

                Dikiş dikerlerdi, örgü örerlerdi. Halı dokurlar, inşaatlarda harç, tuğla taşırlar, tarım derslerinde toprak beller, domates toplar, reçel yaparlardı.

                Nazlanmadan, yüzlerini ekşitmeden, erkek arkadaşlarından hiç geri kalmadan, Anadolu kadınının dayanıklılığı, ciddiliği içinde büyük bir gayretle çalışırlardı.

                Kendi diktikleri basma elbiseleri giyerlerdi.

                Bizim gibi pelerinleri, postalları vardı.

                İçten inancım şudur ki; Anadolu kadınlığı Köy Enstitülü kızlarda ilk olarak değerlerini ve yeteneklerini geliştirme, ortaya çıkarma, tutsaklığını yırtma olanağı kazanmıştır.

                Siz yobazın iftirasına bakmayın; çoğu uydurmaydı ve kuyruklu yalan! (…)

                Ama yobaz, önce köylünün okumasını, uyanmasını istemiyordu. Köylüyü en nazik yerinden yakalayıp Enstitüler aleyhine kışkırtacaktı. (…)

                O yıllarda Köy Enstitülerinin yurda yararlı kurumlar olduğunu kavrayan iyi niyetli aydınların pasif kalmaları, gerekli savunmaya geçmemeleri softanın işini kolaylaştırdı; Türkiye ortamını süratle Köy Enstitülerinin aleyhine çevirdi. (…)

                Köy Enstitülerinin yıkılışı ile en büyük darbeyi köy kızları yedi.

                Onlar bir zaman daha anaları, ablaları, teyzeleri, halaları gibi köylerde eriyeceklerdi. Yobaz böyle istemişti.

                Ama değişecek bu, göreceksiniz.”

                Evet, değişecek bu, değişecek de, ne zaman?

                Ne yazık ki, Talip Apaydın da göremedi, umduğu bu değişikliği Fakir Baykurt da… Mahmut Makal da göremedi ne yazık, Mehmet Başaran da…

                Yine de Nâzım’ın dizeleriyle tazeleyelim biz umudumuzu:

Güzel günler göreceğiz çocuklar
güneşli günler göreceğiz.
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar
ışıklı maviliklere süreceğiz!

Hüseyin Erkan
huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..