Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Ekim '07

 
Kategori
Anılar
 

Ben Amerka'da iken

Ben Amerka'da iken
 

Amerika’ya Dallas Fort Worth hava limanından girdim. Sıcak mı sıcak bir gündü, birden kendimi Kıbrıs Ercan hava limanında gibi duyumsadım. ABD’nin büyüklüğünü anlayamamıştım ilk önce, küçük bir kapıdan dışarı çıktık, bizi F-16 tesislerinin o zamanki sahibi olan General Dynamics (cenırıl daynamiks- aslında Türkçe’de böyle yazmak lazım ama aması var işte) firmasının minibüsüne bindik, tombul patates suratlı bir şoförü vardı minibüsün. Önündeki bir bardaktan bir şeyler içiyordu, içimden dayanılmaz bir önyargı ile “bak arabada bira içiyor pis herif “ dedim sonra onun kola olduğunu öğrenip utandım.

Amerika’ya doğru yola çıkışımız da çok hoş öyküler barındırıyor, ben ve benimle çalışanlar en uzunu (ben) yedi ay, en kısası dört ay sürecek eğitimler için toplu halde gideceğiz. Benim kadromda Kimya Mühendisleri Mustafa Gökçeokan, Yüksel Aslan, Metalurji Mühendisi Rezzan Metan var, sonradan bir Metalurji mühendisi daha katılacak bize, bizler eğitilip Türkiye’de diğer adamlarımızı eğitceğiz. Benim ilk sorumlu olduğum bölümde, kimyasal, ve metalurjik kalite teminatı yapılıyor ve tahribatsız kontrol grubu oluşturuluyor.

Yolculuğumuz, Ankara- Frankfurt, Frankfurt- Dallas rotalı. Bir gece de Frankfurt’ta kalıyoruz. Biz ekip halinde Ankara Esenboğa havaalanına geldik, uçağımız Lufthansa Boeing 737 biniş işlemlerimizi yaptırdık, bekliyoruz, bir ara bir hostes bana yaklaştı eşimin benim, benimle olduğunu öğrendiği arkadaşlarımın biniş kartlarını aldı bize birinci sınıf biniş kartları verdi, niye bizi seçtiği hala meçhul. Ve ben hayatımın ilk ve şimdiye kadar tek birinci sınıf uçak seyahatini yaptım. Aman o ne lüks, host ve hostesler yani kabin görevlileri etrafımızda deli divane, kaz ciğerinden havyara, şaraptan, şampanyaya ne varsa sunuluyor. Frankfurt’a ininceye kadar ki lüksü bir daha uçak yolculuklarımda yaşamadım, hep iş adamı sınıfında (business class) uçtum birinci sınıf yolculuk hizmetinin ancak yarısı vardı o yolculuklarda.

Frankfurt’tan ertesi sabah havalanacağız, biz biniş ilemlerine geciktik, biletler ekonomik sınıf, ve yer kalmamış, o nedenle bizi iş adamı sınıfına oturttular, on saatlik yolculuk yine bir keyif haline geldi. Bu yolculuktan sonra tüm uçuş biletlerim iş adamı sınıfı oldu ABD’ye ama, bu yolculuktaki şansım çok iyi idi.

Neyse efendim minibüs bizi Behind The Wall ( duvar ardı) denilen bir kondaminum(avlu içinde toplu evler) getirdi, evler tek katlı, iki katlı en fazla, aynı avlu içinde, bitişik, şehir efsanelerine göre Marilyn Monroe burada kaçamak yapmış. Bir oda, bir salon, salon mutfak bir arada, banyolu evler. Evler büyük bir ihtimalle karton yoğunluğunda çok hafif malzeme ile yapılmıştı.

Hemen programlar anlatıldı, sabah altıda bizi minibüs alacak, öğlen üçe kadar eğitim, sonra bizi geri getirecekler. Yedi ay böyle.

Tanıdık kimse yok, evde bir TV yüz küsur kanal, uzaktan kumanda ABD’de yasak o zamanlar, kanal değiştirmek için yüz kere kalkıyorsun. Mutfak malzemeleri tamdı, buzdolabı, fırın, mikrodalga vs. evde klima. Akşam alışveriş edelim diye bir süper markete götürdüler, o zaman Türkiye’de süper market falan yok yıl 1986, biz hayranlıkla market gezdik önce, sonra yine hayranlıkla alışveriş ettik. Ne dönemlermiş o dönemler ben ABD’ye giderken evime henüz telefon bağlanmamıştı, .

Dondurulmuş yiyecekler, hala unutmadığım hazır pizza hamurları evde sen istediğin büyüklüğe getiriyorsun, üzerine koyacağın malzemeler ayrı satılıyor. Bakın bu kolaylık henüz bizde yok.

İlk gün dolabı doldurmak için 100 ABD dolarlık alışveriş yaptık, iki haftadan fazla zaman idare etti aldıklarımız. Hatta bir kısmı bozuldu attık. Dünya kaynaklarının tamamından yararlanmak, para biriminin dünya para birimi olması bu demekti. Buradaki asgari ücretli yani bugünün parası ile yaklaşık üçyüz dolar yani, ABD’ de evine daha çok sebze, meyve ve et alabilir. Bizim ülkemizin kentleri özellikle Ankara, İstanbul ve İzmir ABD kentlerine göre çok pahalı idi.

Bu benim ABD’deki ilk günüm. Havalimanından yaşayacağımız yere gelirken, öncelikle yolların genişliği ve şerit sayıları dikkatimi çekti, gidiş geliş beşer şerit vardı. Hız limiti 55 Mil/saat idi, yani 89 km/ saat kamyon da son model Ferrari de aynı hızla seyirde idi yollarda. Kente girdiğimizde yollarda insana rastlamadım.

Evimize yerleştikten sonra , ilk yemeğimizi yedik, şimdi hepsi Türkiye’de de olan dondurulmuş gıdalardan biri ile yapılan yemekti. Sabahın köründe fabrikaya gideceğimiz için uyumak ihtiyacında idim. Aradaki yedi sekiz saatlik zaman farkı insanı etkiliyor. Dallas’ta gece ondu uyumaya çalıştığım zaman ama Türkiye’de sabaha karşı üç falandı, çoktan uykunun sonunda olmalıydım. Sabah henüz gün ağarmamışken minibüste idim bizden önce eğitime gelmiş olanlarla tanıştım, bir çoğu astsubay emeklisi teknisyenlerdi. Ordunun hem subay hem de astsubaylarının İngilizce biliyor olması beni etkilemişti. Şen şakrak insanlardı eğitime gelenler.

Fabrikaya ulaştığımızda, bize önce kısa bir bilgilendirme yaptılar. Fabrika içinde yalnız dolaşmak yasaktı, yanımızda mutlaka bir fabrika çalışanı bize eşlik etmeliydi. Bize yaka kartlarımızı verdiler üzerinde “Turkey Training” yazıyordu. Bu dili bilenler bu yazım şeklinin biraz komik ve belki aşağılayıcı bile olduğunu düşünebilirler, ama ne yapalım o zamanlar ve hatta bu zamanlar ülkemizin İngilizcesi “Turkey”.

Fabrika da çok etkileyici idi, bilgilendirme sonrası fabrikayı gezdirdiler. Binaltıyüz metre uzunluğunda idi üretim hattı ve bize dünyanın en uzun kapalı alanı demişlerdi. Fabrikayı gezmeye malzeme kabul alanından başladık, ilerledikçe imalat aşamalarını tek tek görüyorsunuz, fabrikanın sonuna geldiğimizde iki adet bitmiş F-16 uçağı ile yüz yüze geliyorsunuz. Savaş için de olsa, bir an savaşı unutup olaya baktığınızda teknolojinin sizi etkilememesi mümkün değil. Oradaki teknolojinin ne kadarı ülkemize taşındı. Biz istesek uçak yapar mıyız? Tüm sorular ve dilekler bu soruların olumlu yanıtını almak istercesine bu yöndeydi, kendi uçağımızı yapmak. Zaten F-16 üretme fikrinin temeli Kıbrıs çıkarmasından sonraki ambargoya dayanıyordu. “Kendi uçağını kendin yap” kampanyası açılmıştı, Türk Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı bünyesinde halkın bağışları ile paralar toplanıyordu.

F-16 imalatının başladığı yıllarda Türkiye’de bir umut bir canlanma başlamıştı. Çin denizinden, Manş denizine kadar Türkçe konuşarak gidebildiğimizi hatırladık. Büyük Avrasya projeleri, Karadeniz işbirliği projeleri bize aitti ve bizi heyecanlandırıyordu. Türkiye ayağa kalkıyordu. Onlarca yıl süren İstanbul- Ankara otoyolu tamamlanmıştı, Atatürk barajı dört yılda inşa edilmişti. Bunlar alışkın olduğumuz şeyler değildi.

F-16 da bu heyecanların ürünüydü, çünkü projeye başta karşı çıkan merhum Özal sonradan projeye dört elle sarıldı.

Ben Üniversitede tüm olayları masa başında çözmeye alışmış biri olarak, gerçek hayattaki ilk tecrübemde başarılı olup olmayacağımı merak ediyordum. Oldum. Ve gerçek hayatın acımasızlığı beni yıkamadı, yeri gelince o olayları da anlatacağım.

İlk gün öğleye kadar olan bu bilgilendirme sonrası, eğitim programlarını öğrendik. İlk ay fabrika dışındaki eğitim merkezinde olacaktık. Bizi oraya taşıdılar. Ben malzemelerin üretim sırasında fiziksel, kimyasal ve tahribatsız kontrolünden sorumlu olarak işe başladığım için, ilk eğitimlerim malzeme ve testler üzerine idi. Ama adamla öylesine mekanik ya da bizi farklı görüyorlardı ki, benim General Dynamics yetkililerine gönderilen özgeçmişimde Nükleer Fizik Doktoralı yazmasına rağmen eğitim atomun yapısı konusu ile başladı, ve ben bir aylık eğitim süresince sınıfta uyudum. Benim bölümümde Metalurji Mühendisi olarak görev yapan Rezzan Hanım benim bir gün sınıfta horladığımı söyledi. Ne yapayım yanı bana adamlar okuma yazma öğretmeye çalışıyorlardı, ama ben edebiyat hocasıydım.

İlk iş günü eve döndüğümde karşılaştığım manzaraya gülsem mi, ağlasam mı karara veremedim, ama çok ironik bir durumdu. Eşim elinde bir süpürge koltuğa tünemiş vaziyette hareketsiz duruyor, bana döşemeyi gösteriyordu. Döşeme üzerinde kocaman ve uzun bir böceğimsi, kırk ayak mı, akrep mi nedir duruyor. Hayvanı basıp öldürdüm. O vakte kadar koltuktan inmemiş, eşim böcekten çok korkar, orada gördüğü ise böcek ötesi bir şeydi, ben dahi korktum. ”Ben döneceğim Türkiye’ye” dedi eşim, yeni gelmişiz ben İngilizce düşünüp konuşmaktan yorulmuşum. Fakat bu böcek de çekilmez. Kondaminum yönetimişne haber verdik, gelip evi baştan ayağa ilaçladılar.

Ve ilk iş akşamında evimizin kapısı çaldı. Mehmet Çeçen ve Eşi, Ohan Ceyhan ve eşi, Rahmetli Ali Behiç Güventürk ve eşi çocukları ile birlikte geldiler. Hayatımız, eşimin yüzü o andan itibaren değişti ve gülmeye başladı. Tam yedi ay bu adını saydığım insanlarla harika zamanlar geçirdik. Geçen yıl rahmetli olana sevgili Ali Behiç’i rahmetle anıyorum. Dünyada onun kadar arabasına temiz bakan, arabasına düşkün insana rastlamamıştım, rastlamadım da.

Ali ve Mehmet uçak mühendisi idiler, Orhan benim okulumdan mezun Fizik Mühendisi idi. Mehmet’in eşi Jeolog, Ali’nin eşi Halkla İlişkiler, Orhan’ın eşi yine bizden mezun Fizik Mühendisi idi. Benim eşim ise, Hacettepe mezunu kimyacıdır, ben onun asistanlığını yapmıştım. O öykülere de zamanla sıra gelecek.

Amerika da dahi olsanız dostsuz ve arkadaşsız hiçbir yer güzel olmuyor. Tabii ki bizler öyle deliler gibi kentlileşmesini tamamlamış insanlar değiliz, o nedenle arkadaşsız her yerde sıkılırız. Belki bizden sonraki nesiller , tek başına ve dahi yalnız yaşamayı, kendilerine yetmeyi becereceklerdir. Bu da şarttır.

Dallas öyle bir yerdi ki, sokakta insan görmeniz çok zordu. Herks arabalarda, evlerde veya mall denilen alışveriş merkezlerinde idi. Biz Türkler sokaklarda dolaşıyorduk. Kaldığımız kent Fort Worth Dallas’a otuz mil uzaklıkta idi. Sokaklarda taksiler de dolaşmıyordu, bizim alışkanlığımız sokağa çıkarsın taksi bulursun didi ama ne gezer mutlaka telefonla çağırmak gerekiyordu.

Ben bir raba almak gerektiğini anladım, diğer arkadaşların vardı onlarla geziyorduk ama, başbaşa gezmek için kendi arabamız gerekliydi. Yetmişaltı model on yaşında bir Ford Pinto spor araba bulduk, düz vitesli bir araba, tüm ABD otomatik kullanırken bu araba düz vitesli. Adam bin dolar istedi Rahmetli Ali almam için ısrar ediyor, ben “pazarlık edeceğim” dedim. Ali utandı nedense, ben “yediyüz dolar” dedim adam kabul ediverdi, ve sonradan başımız işler açan küçük spor bir arabamız oldu yediyüz dolara on yaşında. Orada araba satılırken , bir de arabanın bakım el kitabını veriyorlar, kitap her parçanın nasıl sökülüp takılacağını anlatıyor, ve o araba üç kere sökülüp takıldı sonradan. Servise girse arabanın fiyatından pahalı servis ücretleri, bir çok Amerikalı gibi biz de kendi arabamızı uçak mühendisi aekadaşım Aytekin’le söküp taktık. Aytekin sonradan bize katılan bir arkadaştı, arabanın yarısını ona satmıştım. Yani üçyüz elli dolara yedi ay raba ile gezdik. Benzin alabildiğine ucuz galonu yani yaklaşık dört litresi bir dolar idi.

ABD de araba bizim burada ayakkabı sahibi olmak gibi elzem bir şeydi. Arabanız yoksa hapissiniz gibi geliyor insana. O yüzden yediyüz dolara, hatta beşyüz dolara araba satın alabiliyorsunuz. Rahmetli Ali Behiç altıyüz dolara araba alıp, onu güller gibi donattıktan sonra Türkiye’ye dönerken binbeşyüz dolara satmıştı.

Ön ve teorik eğitimler bitince fabrikaya geçtim, orada proses kontrol bölümünde, kimyasal, malzeme, ve tahribatsız testlerle ilgili eğitimler alıyordum. Kimya bölümünün bir şefş vardı yaşı altmışın üzerindeydi, ben oradayken emekli oldu yerine aynı yaşlarda biri geçti. Beni şaşırtan üniversite mezunu insanların bunca yıl sıradan kimyacı veya şef olarak çalışmayı kabul etmeleriydi. Bizde adam mezun olduktan bir yıl sonra müdür olmayı bekler.

Bir gün tuvaletteyim, orada tuvaletleri kadınlar temizliyordu, erkek tuvaletlerini de. Bir Meksikalı kadın ben elimi yıkarken , nereden geldiğimi sordu, niçin burada bulunduğumu sordu. Ben anlattım. Bir ara laf nereden geldiyse, “ben bu fabrikada en önemli insanım, en önemli işi yapıyorum dedi” galiba güldüm “gülme” dedi, “ben bu tuvaletleri zamanında temizlemezsem pırıl pırıl yapmaz isem, işçi tuvalete gelince morali bozulur, işe döndüğünde yanlış bir perçin çakar, milyonlarca dolarlık uçak hurda olur” dedi. Benim ilk gerçek kalite yönetimi dersimdi bu, bir Meksikalı tuvalet temizleyicisi kadın bana bu dersi vermişti. O nedenle kalite eğitimlerinde sınıfa sorarım şirketlerde “bu şirketin en önemli insanı kim?” diye, bir çoğu genel müdürü veya patronu söyler, kim orada “en önemli benim” derse onun yaptığı işin farkında olduğunu anlarım. Bu bir farkındalıktır, yaptığı işin farkında olmaktır.

Farkında olan insan bilir ki en önemli kişi kendisi olmakla birlikte, hiç kimse vazgeçilmez değildir. Bu profesyonel iş hayatının en önemli kurallarından biridir.

Teksas’ta o yıl onlara göre çok büyük bir kış oldu. Televizyonlar her gün , gece don tehlikesine karşı muslukları ince akacak şekilde bırakmamızı, sokağa çıkarken içimize ince bir yün fanila giymemizi tembihliyordu, yerdeki parçalı donmalara karşı araba kullanırken dikkatli olmamızı tavsiye diyorlardı. Çok komikti sıcaklı en fazla eksi bire düştü. Zaman geçtikçe bu uyarıların yapılması gerekliğini daha iyi anladım, biz “bize bir şey olmaz abi” diye diye felaketlerin en şiddetlisinde bile ikinci gün olayı unutuyoruz.

Muzaffer Tema ile tanışmamızla devam edeceğim ABD öyküsüne. Bir kahve cezvesi neler yapıyor anlatacağım.

 
Toplam blog
: 283
: 1304
Kayıt tarihi
: 04.12.06
 
 

Nükleer fizik doktoru, şiir yazmaya çalışıyor, kalite yönetim sistemleri danışmanı, öykü deneme yaza..