Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Kasım '10

 
Kategori
Deneme
 

Ben aşkı gördüm

Merhaba Recai,

Hatırlarsın, sana Mustafa Necati belgeselinden söz etmiştim önceki yıllarda…

Senaryoyu yazmış, bütün hazırlıkları yapmıştık. Sınırlı da olsa maddi destek aramış, bulamamıştık...

Aradan yaklaşık on yıl geçti ama ben hala bu belgeseli çekemedim…

Peki, vazgeçtim mi? Hayır, asla!... Bu belgeseli çekmeyi çok istiyorum. Bunun için uygun iklim ve coğrafyayı aramaya devam edeceğim…

Geçmişte, çok güç şartlarda, ilk adı “Bir Eğitim Efsanesi” olan bir belgesel çekmiştim. Bu belgesel çok beğenilmişti. Ne var ki, izleyen günlerde yaklaşık yirmi yıl çalıştığım o kurumdan sürülmüştüm…

Şaşırmış, incinmiş, sudan çıkmış balığa dönmüştüm, belki biraz korkmuştum da. Ama küsmedim, vazgeçmedim… İletişim, radyo televizyon programcılığı, sinema dersleri verdim. Şartları zorlayarak bir iki coğrafi belgesel, kısa tanıtım filmleri çektim…

Yazılar yazdım, sayfalar dolusu. Ama çok okuyanım olmadı sanırım. Ben yazdım, ben okudum dediğim günlerin birinde, bayramdan önce, neredeyse on beş-yirmi yıldır görüşmediğim bir dostum telefonla aradı…

Bayramımı kutlama inceliğini gösterdikten sonra, beni vefasızlıkla suçladı.

—İnsan kitaplarının birini olsun imzalayıp da arkadaşına göndermez mi?

— Bir kitabım bile yok, olsa sana vermez miyim? Aynen böyle dedim. Arkadaşım inanmadı sanırım.

— Vermezsen verme, ben arar bulurum! İmzan da senin olsun…

Telefonu öfkeyle kapattı. En kısa zamanda bir kitap yazsam iyi olur dedim kendi kendime.

Bu defa, aklıma bir yayıncının sözleri geldi. Bir kaç yıl önce, Ankara’da bir yayıncıyla konuşurken, o yayıncı dost:

— Dergilerdeki yazıları toplasan üç kitabın olur, demişti.

Yayıncı dost, üç maaşımı verirsem bunlardan birini, benim hatırım için basabileceğini de söylemişti. Ben üç ay aç kalmayı göze alamadığım için bir kitabım bile basılamamıştı…

Olayı anlatınca, arkadaşlarım belgesel çekme işini birinci sırada düşünmem gerektiğini söylemişlerdi…

— Sen edebiyatçı mısın? Kitabı ne yapacaksın?...

Arkadaşlarım haklı, çünkü ben sinema televizyon eğitimi almış biriyim. Kitap yazmak benim neyime?...

Bilmem kaç zaman, çok sevdiğim dergilere bile yazı vermedim…

Arkadaşlarla el ele, gönül gönüle bazı projeler hazırladık…

“Aşk ve Güç Çeşmesi ile Konuşan Çınar” bunlardan biriydi. Çalıştık, çabaladık. Gece gündüz, yaz kış destek aradık. Olmadı…

“Ben aşkı oralarda bir eski gömüt kapağında gördüm de bir gece çıldırayazdım” dizesini okuduğumda alt üst olmuştum. Bu dize hayatın özetiydi, bir adım ötede hayatın kendisiydi. O şiirden sonra ben başka biri olmuştum belki de…

O dizenin içinde olduğu ummana, okyanusa gittim. Dağlara, tepelere koştum soluk soluğa. Denizlerde kulaç attım. Kan ter içinde yol aldım, kimsesiz sanılan çoban çeşmelerinde kana kana su içtim…

Gür sesi, geniş soluğu, ince duyarlılığıyla; hayatın, tabiatın, barışın, özgürlüğün şiirini yazan bir şairimizle yoldaş oldum...

“Gözleri bir çift yangın/ gözleri bir çift sürgün/ gözleri bir çift isyan.”

Nice meşveretten sonra, çoğumuzun “acıyı bal eyledik” şiiriyle tanıdığı, bugünlerde şiir kitapları çok da kolay bulunmayan bu şairimizle ilgili bir çalışma yapmaya karar verdik.

Araştırmalar yapıldı, snopsis, senaryo yazıldı. Sıra geldi sahada çekim yapmaya. Sonra seslendirme, kurgu, çoğaltım…

İşte bir kere daha uçurumun kıyısındayız. Bu işleri yapmak için maddi destek gerekiyor. Bunu nereden bulmalı?...

Ben kara kara düşünürken, Akdeniz kıyılarından bir dost aradı telefonla. Konuyu bu dosta anlattım. Bu dost bir umut ışığı yaktı, şairimizin bir hayranını tanıdığını, onun bizim projemizi destekleyebileceğini söyledi. Çocuklar gibi sevindim. Coşkumu arkadaşlarımla da paylaştım elbette…

Dilimde türküler, yüreğimde şiirler. Peki, ben nerdeyim? Kim bilir kaçıncı kayboluşum. Yine yok oldum. Dost düşman bir yana, ben kendimi bulamıyorum…

“arıyorsak kendimizi durmadan/ yerden yere çalıyorsak yüreğimizi/ ve yıkarak koskoca dünyaları küçücük başımıza/ kendimizi kendimize zindan ederek/ bu rezil kargaşada/ hep yarım hep eksik/ hep kusurlu olmamızdan, sevgilim!”

Günler günleri kovalıyor, geceler geceleri. Haftalar, aylar, mevsimler geçiyor. Kasım ayının son günleri, Ankara sonbahara tutsak. Benim kime, neye, niçin tutsak olduğum belli değil…

Eğil salkım söğüt eğil, diyorum, bir türküyü mırıldanıyorum. Neden sonra telefonumun çaldığını fark ediyorum…

Ben, alo diyemeden telefon kapandı. Kim aradı acaba?... Cevapsız çağrıya bakıyorum, o dost. Hemen arıyorum, heyecanla, merakla. Dostun sesinde üzüntü dans ediyor…

“Olmadı…” diyor…

“Olmayabilir, ama vazgeçmeyeceğiz. Bu yola devam edeceğiz…”

Böyle diyorum dosta. Ama nasıl olacak bu iş? Nasıl olacağını inan ben de bilmiyorum…

Ben aşkı gördüm. Uzak bir coğrafyada, asırlık bir çınar türkü söylüyordu. Sahipsiz çeşme kurtla kuşla konuşuyordu. Ben aşkı gördüm orada, aşk da beni gördü. Özlemi, hasreti sorma. Belli ki vuslat başka bahara…

Ben böyleyim Recai… Sen neler yapıyorsun? Senin durumun nasıl?...

Fuat OVAT

 
Toplam blog
: 54
: 877
Kayıt tarihi
: 30.06.10
 
 

Kamu yönetimi alanında yüksek lisans yaptım. İletişim, medya sektöründe çalışıyorum... Yazmayı se..