Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Şubat '09

 
Kategori
Blog
 

Ben bir cadıyım aslında...

Ben bir cadıyım aslında...
 

Laf aramızda...


Yazıyorum; çünkü seviyorum..
Yazıyorum; çünkü paylaşmalıyım, anlatmalıyım, anlattıkça rahatlamalıyım.
Yazıyorum; çünkü kadınım.. Yazamazsam, dırdırlanırım. Yazmaz da içimde bırakırsam herşeyi, çok zamana kalmaz, çat diye çatlarım. İşte bu nedenle, etrafımın rahatlığı için yazıyorum ben...

Yazıyorum. Çünkü; bazen görünmez olmak istiyorum. Tamamen soyutlanmak, tüm gerçeklerden uzaklaşmak. Bütün çelişkilerimi, ikircikli hallerimi, hüzünlerimi, sevinçlerimi rahatça, kendimle başbaşa yaşayabilmek için yazıyorum bazen.
Kimselerin olmadığı, bu gizli bahçede, sadece kendi düşlerimle, hislerimle yalnız kalabilmek; onları keyfim geldiğinde, canım istediğinde ve içimden geldiği gibi dillendirebilmek... Bu bahçeye istediğim fideyi, benim bileceğim şekilde ve sadece benim belirleyeceğim zamanlarda dikebilmek özgürlüğünü hissettiğim için buradayım ben.

Burası benim gizli sığınağım, aşk sunağım, düş mabedim. Burası hayallerimin, rüyalarımın vücut bulduğu, aşkın dile geldiği yer. Zamansız bir mekan..
Burada düşlerime dokunuyorum, mutlu oluyorum ben!
Hayatıma binbir rengiyle, binbir anlam yükleyen yer burası. Susuzluğumda kana kana içtiğim pınarları olan, korktuğumda gizlendiğim kuytuları bulunan, en yalnız zamanımda bile ıssızlığımı kelimelere döküp yarım kalmışlığımı paylaştığım yer. Bazen saklandığım bazen hoyratça açıldığım, yakınımdakilerle düşlerimi paylaşıp, onların kelimelerinde kendimden bir parça bulmaya çalıştığım...

Gizli bahçem.. Sığınağım..
Delice yağan yağmurun altında, yüzümde kocaman bir gülümsemeyle, ellerimi açıp sonsuz griliklere, yüreğimi dilediğim yer... Ve yağmurun ardından çıplak ayaklarımla, hissederek bastığım şu ıslak, kahverengi toprağın kokusunu bidolu çekip ciğerlerime, nefes aldığım yer burası. Bana yaşam enerjisi aşılayan, benim güzel, yalnız, ıssız ama herşeye inat, yeşil ve tazecik gül kokuları yayan bahçem burası.

Aslında iki nedenim daha var.
Evet, yazıyorum..
Yazıyorum; çünkü resim yapamıyorum!

Öyle isterdim ki; içimin tüm renklerini yansıtayım. Kalemle, boyayla ya da elime ne geçerse onunla, tüm dünyayı anlatabilecek, tabiatın tüm güzelliklerini önünüze serebilecek resimler yapayım. Şu gri-mor dağların tepelerini, çivit mavisi gökyüzünü, engin denizleri, denizin dalgalarıyla usul usul okşadığı sahilleri, sahildeki minik deniz kabuklarını, çakıltaşlarını... Şu pamuk bulutların, rüzgarla her an yeniden şekillenişini. Ya da rüzgarın sonsuz boşluktaki valsini.. Bu arada tenimi okşayarak, kulağıma fısıldadığı yarimin hoş sesini, güneşin tüm pırıltılarıyla gözbebeklerimi canlandırışını, vücudumu şımartışını, dudaklarıma takılı kalan şu güzel ve tanıdık ezgiyi anlatabilseydim resmederek..

Veya İnciraltı yurdunda, üst ranzadaki yatağımda "bu da nedir?" diye uyandığımda zamanın bir yerinde ve balkona çıktığımda merakla, karşımda sabaha dönmeyi bekleyen geceyi, gecenin sessizliğini hınzırca bölen balıkçı motorlarının pata pata seslerini çizebilseydim keşke..

Gözünüzü kapatıp, yüzünüzü ılıkça okşayan, denizin nemini içine hapsetmiş rüzgarı düşünsenize bir kere. Evet, böyle, hayat bu dersiniz işte...
Yada yine sahilde ama bu sefer, durgun denizin karşısında oturup, elimde buz gibi biramla, günbatımının tadını çıkartırken, güneşin gökyüzündeki valsinden doğan, kızıl cümbüşün, kıyamadığım yarimin gözlerine yansımasını, ağzım kulaklarımda hınzır bir gülümsemeyle seyrederken, bu kızıldan turuncuya dönen ve aşka davet eden tabiat harikasını tuale yansıtabilseydim de yüreğinizin duvarına asabilseydim, esmerden naçizane bir hediye diye size...

Veya zengin düşgücümün her gece, her gündüz, yani yaşadığım her anda zihnimde canlandırdığı gölge oyunlarını, hayallerimi, rüya alemimi, kaf dağındaki düşler ülkesini resmedebilseydim, zihinlerinize. Tüm coşkumu, bir fırça darbesiyle gönderebilseydim ruhunuza, en deli halimle...

Veeee son nedenim, aslında benim en büyük giz im...

Nasıl anlatsam bir türlü bilemediğim.. Söylersem beni istemezsiniz buralarda diye , kendi kendime hayıflandığım. Kimselere anlatamadığım gerçeğim. Daha ne kadar saklayabilirim ki, aslında bir cadı olduğumu! Evet, şaşırmayın, doğru duydunuz. Ben bir cadıyım, ca-dı-yııım. Hemde çok çirkin ve korkutucuyum. Üstelik şişmanımda. Bir metre ellibeş cm boyunda ve tam dok-san-beş kiloyum aslında. Sizin aranıza gizlice sızabilmek için yalan söyledim. Böylece kendimi gizledim!

Tamı tamına da 1912 yaşındayım. Size göre biraz yaşlı olabilir ama bizim aleme göre oldukça genç ve yaşıma göre de oldukça diri olduğumu eklemeliyim bu arada... Kocaman, iri, siyah gözlerim, onları çevreleyen kırmızı kirpiklerim var benim. Kömür karası, kıvır kıvır saçlarımı da unutmayayım. Ve öyle karayım ki; karanlıkta sadece, dişlerimi ve gözlerimin beyazlıklarını farkedebilirsiniz. Yani aslında, sizin dünyanızda, gece çekilen bir diş macunu reklamında çok rahat kullanılabilecek bir malzemedir benim dişlerim. Gelelim yüzümdeki en belirgin ve bana karakteristik bir cadı havası veren yanıma, burnuma. Öyle güzeldir ki... Hatta diyebilirim ki benim en sevdiğim yerim. Bence cazibemi kuvvetlendiriyor, bende çok hoş bir tarz yaratıyor. Belki size biraz büyük gelebilir. Ama ben çok beğenirim onu. Mesela, ben burnuma dilimi rahatlıkla değdirebilirim. Sanırım bu kadarını söylemem kafi geldi, burnumun kocamanlığı hakkında. (bak gördünüz mü, siz yapamıyorsunuz, he he he)

Dinlemek isterseniz eğer, minik bir hikayem var tabi benimde. Durduk yere yalancı olmadım bende. Bakın anlatayım:

Griliklerle dolu cadılar ülkesinde çok sıkıldığım, bir başıma kalmak istediğim bir zamanda, attım kendimi kekik kokulu dağlarınıza. Ağaçların salınışlarına dalmıştım, dallarını rüzgara öylece bırakışlarına... Ve rüzgarın sakin uğultusunu dinliyordum usulca. Birden yanık bir ezgi çalındı kulaklarıma. Öyle derinden, içten ve tanıdıktı ki duyduğum ses. Bu sesin tınısıyla ben mest oldum. Merak ettim tabi, bakındım etrafıma. Bir anda çobanı gördüm şuracıkta! Ulu çınarın altında. Sanki başka alemlere dalıverdim o anda. Baktım kara kaşlı, kara gözlü, yiğit bir delikanlı karşımda. Elinde sazı, yanık bir türkü de dudaklarında, sanki beni kendine doğru çağırmakta...

Cadıyım ama bende bir kadın kalbi taşıyorum ne de olsa... Ruhum karayağız bu delikanlıya akıverdi o anda, oracıkta.

Yani aşık oldum ben sizin dünyanızdaki delikanlı çobana. Derken aklıma geldi bir anda; çirkindim, şişmandım, koca burunluydum, kısa boyluydum.. Yakışıklı çoban hiç bakar mıydı bana? İşi şansa bırakmamam gerektiğini anladım ve kendimi güzel, alımlı bir peri kızına dönüştürüp, çıktım çobanın karşısına. En naif halimi takındım ve edalı bir havayla yürüdüm ona. Öyle şaşırdı ki o da. Haklıydı çünkü; uzun boylu, ceylan gözlü, kızıl gür saçları olan, narin mi narin bir kız duruyordu karşısında. Uzatmayayım.. Birbirimize aşık olduk ve yaşadık birkaç fani yılı boyunca. Fakat ben gittikçe mutsuzlaşıyordum. Çünkü artık bu sırrı taşıyamıyordum. Çoban gerçekten beni ve iyi yüreğimi mi yoksa kızıl periyi mi seviyor, merak ediyordum. Sonunda bir gün dayanamadım, olanları ona bir bir anlattım. Ahh, ahh, keşke anlatmaz olaydım! Neyse.. Ben ona anlatınca herşeyi, o da gerçek halimle görmek istedi beni. Aşkına, sevdasına güvenip, gösterdim ona kendi cadı gerçekliğimi. Beni o çirkin halimle görünce, bırakıp beni oracıkta, gidiverdi tabii.

Ben şaşkınlıkla olanlara alışmaya çalışırken, öğrendim ki benim çoban hergün başka güzelle gününü gün etmekte. Beni hiç düşünmemekte. Hiddetim arttı tabi benimde.. Öfkelendim, öfkelendim, dellendim iyice. Kendimi daha fazla tutamadım ve buldum onu, yine bir güzelin evinde. Hırstan deliye dönen şu cadı ellerimle, çeviriverdim çobanı lanetli bir kediye. (Neden kedi derseniz, bu hayvanlar nankörlükleri nedeniyle, pek sevilmezler bizim alemde. Ama ben farklı ve oldukça duygusal bir cadı oluşumdan dolayı severim yine de zavallıcıkları...) Dediğim gibi öfkeme hakim olamadım ve hiddetime söz geçiremedim.

Olanlar cadılar aleminde çabucak duyuldu tabii. Ve cadı konseyi olağanüstü toplandı. Ben olanları bekledim üzüntülü bir merakla. Ve kararlarını verdiler benim hakkımda. Cadılık güçlerimin neredeyse hepsini alıp, bıraktılar beni sizin dünyanızda. Üstelik kediye çevirdiğim çobanın da hep yanıbaşımda olması şartıyla. Olur mu bundan daha büyük bir ceza? Bende hatalıyım, farkındayım ama üstüme gelmeyin aaa. Hatırlatayım isterseniz, ben bir cadıyım aslında! Unuttunuz galiba!

Off, off dertlendim bak yine ya. Aradan geçen onca yıl sonra... Neyse boşverelim bunları. Olan oldu nede olsa. Şimdi bin dokuz yüz yetmişikinci yaşgünümü kutlamaya gidiyorum arkadaşlarımla. CHHADI Bar a. Yılan sütü ile sertleştirilmiş, örümcek yumurtası ve katırtırnağı tozu eklenmiş, içinde acıkda karafatma barsağı olan tılsımlı likörden içip bolca, şu deli kedinin bana yaptıklarını unutmaya. Cadı da olsa buracıkta, şu sol yanımda bir kadın kalbi var ne de olsa.
Neyse, boşverelim içelim. Hadi o zaman, mutlu yıllar bana, mutlu yıllar bana...

 
Toplam blog
: 8
: 1647
Kayıt tarihi
: 26.10.08
 
 

Aşka aşığım ben. Ve hayata ve yaşamaya, doyasıya. Hüzünlerimi de, elimdeki güzelliklerin farkına var..