Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Ocak '13

 
Kategori
Kitap
 

Ben de çocuktum

Ben de çocuktum
 

Aziz Nesin 1965 yılında, Moskova'daki Novodoviçe mezarlığında Nazım Hikmet'in mezarının başında.


1980 yılı yapımı, yönetmenliğini Kartal Tibet'in yaptığı ve Kemal Sunal ile Suna Yıldızoğlu'nun başrollerini oynadığı, Aziz Nesin'in aynı adlı romanından beyazperdeye aktarılan 'Gol Kralı' adlı film, günaşırı televizyon ekranlarında kendine yer bulurken, hayatı boyunca yaptığı güzel şeylerin tümü bir kenara bırakılıp, bir tek cümlesi ile yargılanıp asılan yazarı ise maalesef yavaş yavaş unutulmaktadır.
 
Aziz Nesin (1915-1995), hakkında bir yazı değil bu. Yazarın çocukluğunu anlattığı kitabı ''Ben de çocuktum''u, kendi bakış açım ile sadece birazcık tanıtmak istiyorum, işte hepsi bu kadar.
 
Aziz Nesin'in 16 yaşına dek süren çocukluk anıları aslında ''Böyle gelmiş böyle gitmez'' adlı kitabında yeralır ancak bu uzun, iki ciltlik anıların hem bir 'özet'i hem de çocuklar için derlemesi denebilecek yazılar da, Erdal Öz'ün kendisine önerisi üzerine ayrı bir kitapta toplanır.
 
Kitabın ismini neden ''Ben de çocuktum'' koyduklarını anlatırken Aziz Nesin; ''Bir zamanlar küçük birer çocuk olduklarını unutan şimdinin büyükleri, ileride hiçbir zaman iyi birer ebeveyn olamazlar'' der. ''Çocukların davranışlarını değerlendiren büyüklerin, bir zamanlar kendilerinin de çocuk olduklarını hiç akıllarından çıkartmamaları gereklidir'' diye de ekler.
 
Nasıl ki bugünün 'büyük' sanatçısı Levent Kırca, kızgınlıkla söylediği bir sözü ile vurulmaya çalışılıyorsa, aynı şey zamanında Aziz Nesin'e de yapılmıştır. Halbuki çocukları bu kadar seven, onlar için kitaplar yazan bir insan, gerçek manasıyla halkına hiç aptal der mi, diyebilir mi?
 
Aziz Nesin, 12 Eylül Darbesi Anayasası'nın halk tarafından %92 ile onaylanmasının ardından İlhan Selçuk ve Müjdat Gezen ile İzmir Torba'da katıldığı bir panelde, Türk'ün Türk'e propagandasının yapılması amacıyla kendisinden biz Türklerin ne kadar zeki insanlar olduğumuzu tastiklemesi istendiğinde söylemiştir, sonradan çok tartışılan bu cümleyi. Ardından da yine mizahi bir uslupla, ''Yahu ben aslında %92 diyecektim ama dilim sürçtü'' dediğini de aktarır Müjdat Gezen.
 
Kitaba geçmeden Levent Kırca ile ilgili de bir iki şey söylemek isterim. Aziz Nesin bir politikacı değildi ve halka şirin görünmek kaygısı olmaksızın yaşayabilirdi. Sanatçı bağımsızlığı ve yaratıcılığı için mutlak gerekli olan bu durumu, bir yaşam felsefesi olarak benimsemesinden bir sakınca da yoktu, ne var ki aynı şey artık Levent Kırca için geçerli değildir.
 
Levent Kırca çok önemli bir misyon yüklenerek siyasete girmiş ve büyük görevlerin sorumluluğunu almıştır. Eskiden evli olduğu zamanlarda Oya'ya (Oya Başar) bağlı hayatı, şimdi Oy'a bağlıdır.
 
Siyasette güç sahibi olmanın, alınan oy miktarına endekslendiği ve demokrasi denen yönetim biçiminde halka rağmen, ona karşı sözler söylemek yerine ne yazık ki onların hoşuna gidecek şeylerden bahsetmek ve maalesef karayı AK, akı da kara göstermek gerekebilmektedir.

Yani Makyavelist bir bakış açısı ile hayata bakan, ne olursa olsun önemli olan sonuç ve kazanmaktır diyenler için...
 
İşte bu yüzden Levent Kırca'nın özellikle de şu aralarda sonradan kendisinin de pişman olabileceği sözler söylememek konusunda biraz daha dikkatli olması gerektiğini düşünmekteyim.
 
Aziz Nesin ''Ben de çocuktum'' kitabına, dünyaya gözünü açtığı ilk anları aktararak başlar... Ne ilginç bir tesadüftür ki Nesin ilk bölümünü 1966, ikinci bölümünü ise 1976 yılında yazdığı ve kendi çocukluğunu anlattığı ''Böyle gelmiş böyle gitmez''e de,1979 yılında yayınlanan ''Ben de çocuktum'' adlı kitabına da  ilk anısı olarak oturdukları evde çıkan bir yangını anlatarak başlar.

''Dünyaya gözümü yangınla açtım. İlk anım, kapkaranlık gökyüzünü kaplamış o kıpkızıl alevlerdir...''
 
'' Annem uyandırdı. Sarı topuzlu pirinç karyolanın başucunda, duvarda asılı, içinde Kur'an bulunan sim işlemeli mavi atlas keseyi aldı, öpüp başına koydu. Sonra o keseyi boynuma geçirdi...''
 
''Perdesi açık pencereden, kıvılcımlar saçan, alevler püsküren, ateş kusan, kıpkızıl bir gökyüzü görünüyordu...'' ''Sokak kapısı güm güm vuruluyor. Dışarıda anlamsız bir uğultu, bağırıp çağırmalar. Kıvılcımlar ateşten iri böcekler gibi pencere camına çarptığını görüyordum, çıtır çıtır sesler, yangın sesi. Odanın kapısı itilerek açıldı birden. Bir takım adamlar doldu içeri...
 
Aziz Nesin sanki yıllar öncesinden 35 can'ın Sivas Madımak Oteli'nde yakılmalarını anlatır.
 
''Bir kucağında ben, bir kucağında kız kardeşim, annem bizi merdivenden indirdi, açık duran sokak kapısının dışına çıkardı...''
 
Nesin yangın ile başlayan bu anısını anlatmayı bitirirken, ''On sekiz yaşındaki annemin o yangından kurtarabildiği, iki çocuğuyla, Kur'an, dikiş makinesi ve bir de oturaktı. Dikiş makinesi el emeğiyle satın almış olduğu çeyizi idi. Kardeşimin oturağını da şaşkınlıkla yangından kurtarmış''der.
 
Nesin'in üç yaşındaki kız kardeşi hastalanır ayakları tutmaz. Besinsizlikten, bakımsızlıktan kaynaklanan raşitiktir. Yoksulluk tüm sıkıntıları ile ailenin üstüne çökmüştür.
 
Çevrenin yoksulluğu bir de cehalet ile birleşir,  annesine sık sık salık verilir;
 
'' Akşam ezanı okunacağı sırada, çocuğu mezarlığa götürüp, bir mezar taşının dibine bırakacaksın. Hiç arkana dönüp bakmadan ve bir damla da gözyaşı dökmeden, dönüp evine geleceksin. Sizin arkanızdan gelen bir başkası çocuğu ordan alıp eve getirecek.''
 
Annesi her akşam kardeşini kucağına alır küçük Aziz'in de elinden tutar ve bugün artık mevcut olmayan Kasımpaşa ile Beyoğlu arasındaki Çürüklük Mezarlığı'na giderler. Ezan sesleri mezarlığa yayılırken annesi kucağındaki kız kardeşini bir mezar taşının dibine bırakır ve kendisinin elinden tutarak geriye bakmadan hızlı adımlarla eve döner, bir tek gözyaşı bile dökmeden. Sonra her akşam başka birinin, bir yabancının kardeşini geri getirmesi...
 
Cahiller sürüsü ritüeli, ''Tanrım, işte yavrumu sana bıraktım, onun hastalığını toprağa göm ve bana kendisini diri, sağlıklı olarak geri ver.'' diye anlatırlar. Sözde kız kardeşi mezarlığa bırakılacak ve dertlerden, hastalıklardan kurtulunacak. Şaha kalkıp ardından da dörtnala giden bir cehalet.
 
Aradan kısa bir süre geçer, doktor yerine hacılara hocalara götürülen kardeşi kurtulamaz, ölür.

Yaşadıkları evin taşlığından babasının kucağında küçücük bir tabut çıkarken, küçük Aziz bunun bir oyun olduğunu sanarak oda kapısının eşiğinde durup güler. Bu da bir oyun olmalıdır mutlaka. Kardeşini küçük tahta kutu içerisinde mezarlığa bırakacaklar, o da orada iyi olup, koşa koşa eve dönüp gelecektir.
 
Bütün anılar tabiki de bu kadar hüzünlü değildir. Geleceğin büyük yazarının ilk mürekkebinin öyküsü de ilginçtir. Bahçıvan olan babasının geliri, Nesin'in mürekkebini karşılamak için yeterli değildir. Ya da belki bir şekilde yeterlidir ama daha ucuz bir yol varken neden boşu boşuna para ödesinler?
 
Babası kullanacakları mürekkebi, evin mutfak bacasından topladıkları isle kurumdan yapar. İsten yapılanı iyidir de kurumdan yapılan pürtüklü olur, kötü bir mürekkeptir, kağıda yayılır ve en kötüsü de yalayınca kağıttan çıkmaz. Oysa öteki mürekkep ile yanlış yazılmış bir harfi, bir kelimeyi, kağıdı dilleri ile yalayarak kolayca silebilirler. Bu arada yeri gelmişken artık pek kullanılmaz olan ''Mürekkep yalamak'' deyiminin de buradan geldiği bilgisini verir okura, Nesin.
 
Bütün öyküleri teker teker anlatıp da kitabı okumaya niyetlenenlerin tadını kaçırmadan son bir gözlemini anlatarak eleştirimi bitireyim. Nesin sokakta çocuklarla oynamayı pek sevmez. Kast sistemi daha o günlerde mahalle bazında değildir. Yani aynı mahallenin farklı evlerinde değişik sosyal sınıflardan aileler henüz 'birarada' yaşayabilmektedirler. Sokağın bir başında zengin çocukları kendi aralarında toplanır oyunlar oynarlarken, ayağında takunyaları ile yoksul çocukları diğer uçtadırlar. Nesin, ne zengin çocuklarına yanaşır ne de onlara yaltaklanmaya çalışan yoksul çocuklarından hoşlanır.
 
Bugünlerin kompütürize çocuklarıyla kıyaslandığında yoksunluklar içinde geçen çocukluğu için Aziz Nesin şunları söyler, ''Geceleri evlerimizi aydınlatan petrol lambasının büyüğünün adı gaz lambası, küçüğünün adı ise idare lambasıydı. İdare etmek, azla yetinmek anlamına gelirdi.Çok petrol harcanmasın diye ışığın bile azı ile idare edilirdi. Bu idare lambası sözü, o dönemin bütün yoksulluğunu simgelerdi.''
 
Sanırım bir kitap eleştirisi için de bu kadar anı yeterlidir. Okur isterse bu kadarıyla idare eder, yetinir, isterse de kitabı alıp bir kez daha çocukluğuna döner...

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..