Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Ağustos '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Ben diyorum Filibe Onlar diyor Plovdiv...

Ben diyorum Filibe Onlar diyor Plovdiv...
 

Filibe. Cuma meydanı


Esenlerde Metro ‘nun ofisinde otobüsü beklemekteyiz. İçeride çok kişi yok. Odada, sonra Koreli olduğunu öğrendiğim üç kişi, birkaç Bulgaristanlı olduğu aşikar kadıncağız ve bir zenci-hintli karı koca ve gürültücü, sevimsiz, melez veletleri.

Çok istediğimiz halde oğlumuzu yanımıza alamadık. Arnavutluk ve Bulgaristan, hatta Kosova için yazılanlar pekte iç açıcı değil. Yine de gelip gelmeyeceğini son kez sorduğumda “yorulurum, gelmeyeceğim” demişti. Anlaşılan kardeşimin bilgisayarı ve içinde yüklü oyunlar epeyce akıl çelmiş.

Ana kalabalığı 21 ‘de kalkan otobüs götürdüğü için bizim bineceğimiz 23 otobüsünde pek yolcu yok. Göz açıp kapayana dek Kapıkule sınır kapısında buluyoruz kendimizi. Işıl ışıl bir yer. Daha önceden bu kapıdan hiç çıkış yapmamıştık. Bizim gibi Bulgaristan ‘a giden beş otobüs daha sırada beklemekte. Hatta ilginçtir, bunların arasında bizim 21 otobüsü de var. Diğer kısımlarda yüzlerce araçta binlerce gurbetçi memleketlerinden Avrupaya doğru gitmek için sıralarının gelmesini beklemekte. Fransa, Almanya, Avusturya, Hollanda plakalı türlü marka araç yola koyulmayı beklemekte.

Biz ise çıkış işlemlerimizi halleder haletmez oy kullanmak için okları takip edip oy kullanılan mekana ulaşıyoruz. İstanbulda oy kullanacağımız sandıklar belli olduğu için rey veremeyeceğimizi söylüyorlar.

İşlemlerimiz bittikten hemen sonra Bulgar tarafına geçip sıraya giriyoruz. Bulgar vizem yok. Fakat Şengen vizeniz varsa Bulgaristan ve Romanya gibi AB üyesi olup Şengen ‘e dahil olmayan ülkelerde beş günden fazla kalmamak ve giriş yapılan ülkeye çıkış yapmamak kaydı ile giriş yapıp kalma imkanınız var. Ancak sınır kapılarında genelde anlayışı kıt elemanlar çalıştığı ve bunlarında biz Türklere ön yargılı olduğunu düşününce sorun yaşamamak kaçınılmaz oluyor. Mesela bu beş gün olayından genelde habersizler. Bunun için AB ‘nin ilgili sitesinden konuyu içeren evrakı döküp bulundurmak faydalı olacaktır.

Burada insanlığa akıl veren benimde başıma aynı durum geldi. Kafasında tek bir tel dahi saçı olmayan Bulgar memur pasaportuma epeyce baktı. Bu arada üç Koreliden biri benim gibi numunelik olarak kenara ayrıldı. Adam biletimi de isteyince internetten indirdiğim dokümanları adamın önüne bırakıyorum. Adam bana bön bön bakınca düzgün bir İngilizce ile durumumu anlatıyorum.

Adam bunun üzerine yerinden kalkıp odadan çıktı. Birkaç dakika geçmeden daha kalıplı ve nemrut yüzlü bir memurla dönüyor yanımıza. Adam ben daha konuşmaya başlamadan beni susturup cebinden saat tamircilerinin kullandığı türden bir gözlük çıkarıp Yunan vizesinin olduğu sayfaya bakıyor. Netten indirdiğim kağıtları ona da gösterince o kağıtlardan kendinde de olduğunu söylüyor beni tersleyerek. Katlanacağız çaresizce, burada kral o. Dünyanın en pis yerlerinden biri olan Bulgar sınırının kapısındaki kara böceklerden bir tanesini daha ezdiğimi fark ediyorum. Duvarlar ise öldürülen yüzlerce sivrisinekten kalan izlerle dolmuş. Adamın kesinlikle eşimin bayan olduğunu görebilecek yada umursayacak bir tip olmadığının farkındayım.

Nihayet bir süre sonra pasaportları kel memura bırakıp hızla çıkıyor. Kel, önce Koreli kızın pasaportunu damgalayıp “have a good vacation” diye kıza teslim ediyor. En sonda benim pasaportum. Tekrar sayfaya bakıp gayet nazlıca mührü basıyor. Pasaportu bana geri verirken her anlama çekilebilecek bir ses tonu ile sesleniyor. “Go!”

Bir uyanık bir uykulu ama sonuçta gayet sersem vaziyette araçta yol alıyoruz. Haskova ‘da bir yolcu alınıyor. Bir ayrıntı bile yakalanmayacak kadar kısa bir süre ve zifiri bir karanlık.

Sonrasında gök portakalımsı bir renge büründü önceleri. Köyler, ormanlar geride kaldı. Güneş biraz daha yükselip o güzelim portakal rengi fon dağılmaya başlayınca bu kez sis kendini gösterdi. Tarlalar, evler bembeyaz bulutların, sigara dumanını andıran gri bir tabakanın altında kaybolmuş. Bilinmeyen bir dünyaya aitmiş gibi görünen gizemli bir ortam dışarıda. Yolun solunda muhtemelen bizimkilerin yaptığı bir taş köprü de aynı şekilde gözden kayboluyor. Ancak “buradayım” diyebilecek kadar görünüyor o kadar…

Nihayet Filibedeyiz. Bulgarlar içinse burası Plovdiv. Bir sanayi şehri izlenimi veren görüntüleri ve komünist dönemin tüm zevksizliğini taşıyan blokları aşıp otobüs garına sabah 6:30 gibi varıyoruz.

Metro ve Has Turizmin burada yazıhaneleri var ama bu saatte kapalılar. Sofya otobüsünü ayarlamak için dükkanlardan birine giriyoruz. Sıklıkla araç var ama bilet alımı sadece leva ile yapılıyor. Bizde leva yok, leva alacak açık döviz bürosu da yok. Öğreniyoruz ki saat 8 ‘e dek kapalı kalacaklar.

Elimizdeki haritadan yerimizi bulup yola koyuluyoruz. Garın oradan Roma forumuna dek uzunca ama güzel bir yol olan İvan Vazov Bulvarından ilerliyoruz. Ama ne yol... Ağırlıklı olarak 1900 ‘lü yılların ilk çeyreğinde yapılmış art nouveau binalar ve yol kenarında sağlı sollu duran çınarların gölgesinde, trafiğe kapalı bir yol burası. Bazı kamu binaları, triko satan dükkanlar, ayakkabıcılar ne ararsanız var. Yolda bir Türk ‘e rastlıyoruz. “Meydana dek dümdüz gidiyorsunuz, arkası eski Plovdiv. Doğru yoldasınız ” diyor.

Yolun sonunda büyükçe ama saat itibariyle oldukça ıssız olan Tsentralen meydanına varıyoruz. Tahminen sentral (merkez) meydanı buranın adı. Gezinen yaşlı kadınlar, amaçsızca yürüyen ihtiyarlar ve işlerine giden diğerleri… Eski adı şehrinde adı olan Trimontium otelinin ( günümüzde burası Dedeman olmuş) önündeki meydanda bir cumartesi sabahı olmasına rağmen bir oraya bir buraya gidiyorlar. Bizse karı koca bir kenara oturmuş kahvaltı niyetine zeytin ezmesi sürdüğümüz ekmeklerimizi yiyerek çevremize bakınıyoruz.

Plovdiv oldukça eski bir tarihe sahip. Araştırmalar 5000 senelik bir geçmişi olduğunu gösteriyor. Aslında şehir kimi taş ocağı olarak kullanılmış tam yedi tepe üzerine kurulmuşsa da Romalılar bu şehri ele geçirince “üç tepeler” anlamına gelen trimontium adını vermişler. Bunda da haklılar çünkü şehrin silüetine hakim sadece yedi tepe mevcut. Güncel ismi Plovdiv ‘e ulaşana kadar defalarca adı ve elbetteki şehrin sahibi de sürekli değişmiş. Traklar şehri kurduklarında Eumolpias adını vermişler. Makedonyalı Philip şehri ele geçirince kendi adını vermiş. Philippoupolis haline gelen şehir Bizanslılarca yönetilmiş. İlk Bulgarlar Plavdin demiş. Arada defalarca Bugarlar ve Bizanslılar arasında gidip gelen şehri bir ara İstanbulu da yöneten Latinler ele geçirip düklük statüsünde yönetmişler. Bizimkiler ise Lala Şahin Paşa ‘nın ele geçirdiği şehri 1364 ila 1878 arasında yönetirken Filibe demişler.

Otelin karşısında yer alan kulübelerin ancak bir iki tanesi açılmış. Hediyelik eşya satılıyor olabilir diye düşünüyorsakta açılanlar sadece gazeteci. Arka kısımda yer alan büyük alanda Roma forumundan kalanlar görülebilir. Bu kısım epeyce büyük bir alanı kaplamakta. Kalıntılar arasında pek mermer parça görünmemekte. Tuğla ağırlıklı olarak kullanılmış.

Meydanda dolanan ya da geçip giden kalabalığın kaynağı olan alt geçide yönelip yolumuzda ilerliyoruz. Alt geçitte de, ortada mermer parçalar ve mezar ştelleri sergilenmekte.

Neyse, bize en az iki saat kaybettirecek yöne ilerliyoruz ve amfitiyatroya doğru yürüyoruz. İlerilerde bir yerde, tepede dev bir heykel mevcut. Nazi Almanyasının işgalinden kurtaran Rus askerlerinin anısına 1955 yılında dikilmiş. Alyoşa olarak biliniyor. Öte yandan üzerinde antik tiyatronun yer aldığı tünele girmeden yolun sağında yine tarihi kalıntıların yer aldığı bir alan görülebilir. Zaten karşısında Sen Ludwig isimli sıradan bir Katolik kilisesi bulunmakta.

Yolun sağında çalışan işçilerden epeyce negatif enerji alınca yolun karşısına geçtik. Burada çan kulesi ahşaptan, Sveti Marina adında güzel bir kilise var. Kapalı olduğu için içerisine giremedik. Bu taraftan bir çıkış bulamayınca tünelden geçerek yolu aştık. Buradaki kısım o kadar huzursuz edici ki anlatması zor. Zaten Bulgaristan için iç açıcı tek bir yazı dahi okumamıştım. Bir elimde fotoğraf makinam diğerinde sabahtan beri cebimde açık duran çakımla, geride eşim olduğu halde merdivenlere ilerledim. Geçişin çalılardan zorlaştığı, şişe ve yapıştırıcı kutularından pekte tekin olmayan bir yere geldiğimi anladım ve tekrar geriye dönüp yolumuzda ilerlemeye başladık.

Yolun üzerinde, solda bir hamam mevcut. Bu yol bizi Meriç Nehrini aşan köprüye ulaştırıyor. Köprünün dolayısıyla nehrin ötesinde fuar alanı dışında pek bir şey yok. Öte yandan bu noktadan itibaren art nouveau yapılar tekrar başlıyor. Haritaya göre yolumuza devam ediyoruz. Gene bir park daha. Duruyoruz. Eski Filibe ‘yi gezeceğimiz için biraz dinlenelim diyoruz. Etrafı gözlemliyoruz. Hayattan hiçbir beklentisi kalmamış ihtiyarlar, bağıra çağıra Türkçe konuşan Çingeneler ve park görevlileri dışında kimse yok burada.

Yukarı kıvrılan Arnavut kaldırımı yola sapıyoruz. Safranbolu evlerinin benzerleri sıralanmış yolda. Yine de sokağın ıssızlığı ve güvensizliğini anlatmak zor. Kısa bir yürüyüşün ardından Sveti Nedelya kilisesine ulaşıyoruz. İçeri giremeyince kestirme olsun diye bahçesinden geçip aşağı caddeye iniyoruz. Nerede olduğumuzu anladıktan sonra ne yapacağımızı konuşuyoruz. Kararımız nehre inmek ama sorun nereden gideceğimiz. Köşedeki bakkala girip “Maritsa, most ” diyorum. Kadın anlayıp yolu tarif ediyor. Bunu yaparken de üşenmeyip dükkanından çıkıyor.

Bu noktada da epeyce kalıntı mevcut. Ama nedir, kimlere aittir bilemiyorum.

Nehre kısa bir yürüyüş ile ulaşıyoruz. Bartında, çayın kıyısında gibiyiz. Aynı hava bire bir burada. Söğütler, meşeler burada nehre eşlik etmekte. Başında çıplak iki erkek heykelinin olduğu köprüye dek ilerliyoruz.

Meriç burada oldukça sığ. Halbuki Bulgaristan ‘ın en iyi kürek parkurlarından birisinin burası olduğunu okumuştum. Kürek çekmek yerine pek çok kişi ellerinde kamışlarla suya girip balık tutmaya çalışıyor. Nehrin karşı kıyısında fuar alanını, daha doğrusu demin konuştuğumuz Bulgar amcamın deyimiyle “panayır”ı görüyoruz. Karşı kıyıda otel ve kafeteryalarda var ama şehirle ilgili hayal kırıklığımız o denli derin ki ayaklarımız varmıyor bir türlü oralara gitmeye…

Haritaya son bir kez daha bakıp şansımızı son bir kez daha deneyeceğiz. Olmazsa gardayız.

Solda batakhane- casino karışımı bir mekan var. Camlarında göğüsleri dev balonları andıran hatunların resimleri yer almakta. Yanında bir kafe. İçi cıvıl cıvıl gençlerle daha doğrusu kızlarla dolu.

Neyse bu kez yolun solundan ilerliyoruz. Haritaya göre bir yol olmalı ama bulamıyoruz. Kılıksız bir tipin girdiği aralığa dalıyoruz. O da ne? Bulduk. Sadece küçük bir yönlendirici levha olsa bu kadar yürümemiş olacaktık.

Tipik bir Türk yerleşimindeyiz. Aynı tarz binalar, taş yollar, küçük meydanlarıyla bizden bir mahalle. Her sokağa giriyoruz. Evlerin önemli bir kısmı onarılmış, küçük ücretler karşılığında gezilebilir şekilde turizme kazandırılmış. Mesela Kuyumcuoğlu ‘na ait bina günümüzde etnografya müzesi olmuş. 1847 tarihli. Meşhur Lamartine ‘de bir dönem buradaki evlerin birinde yaşamış. Kahverengi, güzel bir bina ise Balabanov evi. Hindiyan evinin içine girmedik ama içi en güzel ev o imiş.

Buradan Elena ve Konstantin kilisesine yöneliyorum. Fotoğraf çekimi yasak. Bahçesindeki ştelin ve giriş kapısının yanındaki duvarlardaki çizimlerin görüntüsünü alıyorum. Özelliği şehrin en eski kilisesi olması.

Sokak sokak geziyor, dolanıyoruz. Adam başı 15 euro olan oteller, hosteller bu sokaklarda. Bizse hatıra namına bir dükkandan magnet alıyoruz. Neyseki kadın euro kabul ediyor. Buradan hisar kapı ‘ya yöneliyoruz. Neredeyse unutacaktık. Bu kapı aslında Philipopolis şehrinin surlarının doğu kapısı. Antik tiyatro ile aynı dönemde yapılmış. İspanyol turistler bir rehberin peşinden yürüyorlar.

Hazır gelmişken antik tiyatroya da gidelim diyoruz. İleriden gelen turist grubuna sesleniyorum ama tınlayan yok. Neyseki grubun sonundaki kadıncağız yolu tarif ediyor. Tarife göre ilerliyoruz. Köşede bir kilise daha var. Eşim kapıda bekliyor ama ben içeri dalıyorum. Adını net hatırlamıyorum, sanırım Kutsal Bakire kilisesi burası. Burada da fotoğraf çekimine izin yok. Öyle bir tütsü kokusu var ki kendimi zor atıyorum dışarı. Burada da bir dilenciye yakalanıyorum. Birkaç leva vermemi istiyor. Bende kuruş yok, olsada vermem.

İleride şapelimsi yapının yanında pis bir yol yukarı doğru uzanıyor. Tüm tekinsizliğine ve pisliğine rağmen dayanamıyorum yola atılıyorum. Aşağıdan gördüğüm o Drakula şatosuna benzer yapıya ulaşıyor ve ön terasından şehri seyrediyorum. Tüm şehir ayaklar altında. Tam önümde viran görünümlü binaların ötesinde Cuma Camii ve aynı adlı meydanın etrafındaki Barok yapılar görülüyor. Cuma camii şehrin çalışan tek camisi ve zamanında şehrin merkez camisi imiş. Daha da ötelerde şehrin yeni kısımları görüş açısına dahil oluyor.

Panorama çekeyim derken arkamdaki metruk evden gelen sesler beni epeyce ürkütüyor ve bende uçarcasına kaçıyorum.

Buradan aşağıya iniyoruz. Artık tiyatrodan umudu kestik. Yolda Boyacıev evini ve önünde, boş çerçeveden bakan heykeli görüyoruz. Susuzluğumuzu ise camiye giden yoldaki su sebilinden gideriyoruz. Amerikan filmlerinden bildiğimiz fıskiye şeklindeki sebiller bunlar. Kana kana içiyoruz.

Cuma meydanındayız. Burası çok hoş bir meydan. Cıvıl cıvıl. Ortada Roma döneminden kalan stadyuma ait kalıntılar ve kral Philip ‘in heykeli var. Etrafta alışılageldik tarzda güzel binalar mevcut. Hangi yöne gitmemiz gerekli bilemiyoruz. Garanti olsun diye kenarda duran esmer ayakkabı boyacılarına gidip “Türkçe bilen var mı ?” diye soruyorum. Önce panikleyip birbirlerine bakıyorlar. Neden sonra bize yolu tarif ediyorlar. Bize kalsa gene tam ters yoldan gidecekmişiz.

Caddeden ilerliyoruz. Caddenin adı Knyez Alexander Batenberg caddesi. Sabah, oturup bir şeyler yiyerek milleti seyrettiğimiz Roma forumunun olduğu meydana dek uzanıyor. Önce bir döviz bürosu bularak para bozduruyorum. Bulgaristanda euro alış 1, 95 , satışsa 1, 96 leva. Neredeyse Türkiye ile aynı. Fakat söylentiler kurların yazılan oranlardan hep çok aşağıda olduğu ve itiraz edildiğinde nahoş durumlar ile karşılaşıldığı şeklinde. Kadın ona verdiğim 70 euro ‘yu 1, 94 oranında bozuyor. (Sofyada oran 1, 93) Bir şehir efsanesi daha çöküyor böylece.

Cadde sağlı, sollu kafeterya, telefoncu ve giyim satan firma ile dolu. Elbiseler bizdekilere oranla çok ucuz ve çokta açık. Hoş, Bulgar kızlar bu şekilde giyinmeyi çok seviyor. Etekler inanılmaz derecede kısa, pantolonların belleri çok düşük. Erkeklerin bile kıçları görünüyor. Göğüslerin önemli bir kısmının görünmediği tişört yok gibi.

Sokaklardaki kadın erkek oranı ezici bir şekilde kadın lehine. Erkekler epeyce şekilsiz. Genelde kalıplı ve boylular. Kadınlarda ise boylu ve çok uzun olanlar bile ağırlıklı olarak yüksek topuklu ayakkabıları tercih etmekte. Dergi kapaklarında Suriyedeki gibi Kıvanç Tatlıtuğ resimleri yer almakta.

Cuma meydanından tsentralen meydanına giderken küçük bir meydancığa denk geliyoruz. Sağda, biraz ötede epeyce büyük, yeşil bir park var. Solda ise turizm bürosu. Giriyorum. Nemrut bir kadın girişte oturmuş, iki esmer, genç ve güzel kız ise harita ve bilgi veriyorlar. Harita dediğim dosya kağıdına çekilmiş fotokopiden ibaret. Dışarı çıkıyorum. Yan taraftaki Roma dönemi kalıntıları görünce tekrar içeri girip Roma tapınağı mı diye soruyorum. Esmer kız bana yaklaşıyor, elini beline koyarak hesap sorarcasına “this is not a Roman temple, this is a Roman odeon” diyor.

Eşimin yanına gidiyorum. Geldiğimiz caddeye yönelip dönüş yoluna ilerliyoruz. Burada cebimden bozuk para çıkarmaya çalışırken çakımın cebimde açık durduğunu unutuyorum. Sonuç parmaklarımın hafiften doğranması oluyor. Parmaklar hacamat olduğundan fotoğraf makinesinin kontrolü de eşime geçiyor.

Otogara geliyoruz. 12:30 ‘da Sofyaya bir otobüs var. Adam başı 12 leva ödeyerek (yaklaşık 6 euro) biletlerimizi alıyoruz. Biletçi kız yardım etmek için çırpınıyor ama tek kelime İngilizce bilmiyor ne yazık ki. ( Burada litrelik su 1 leva, tuvalet 0, 40 leva) Metronun şoförleri olsun, çalışanları olsun epeyce yardımcı oluyorlar.

 
Toplam blog
: 35
: 3517
Kayıt tarihi
: 10.08.09
 
 

Gezmeyi severim. Aileden gelen bir alışkanlık bu. Ufacıktım gezdiğimi hatırlıyorum. Gezeceğim. Ağ..