Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Eylül '12

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Ben kimim?

Ben kimim?
 

5 Ağustos 1973 tarihinde, Konya-Ereğli’de dünyaya gelmişim. Ailenin ilk çocuğuyum. Bir erkek ve bir de kız kardeşim vardır.

Annem Nuriye Çelik. Annem annesini hiç görmemiş. Anneannem annemi doğurduktan bir ay sonra ölmüş. ( Aslında anneannem de yetim büyümüş. Anneannemin babası Çanakkale savaşında şehit olmuş. ) Annem, abisinin yanında büyümüş, abisinin evinde gelin olmuş. Annemin babası olan dedem de, annem ilkokuldayken ölmüş. Yani anneciğim hem öksüz, hem yetim büyümüş.

Babam İsa Çelik. İsa ismi babamın dedesinin adıdır. İsa dedem Çanakkale Savaşı gazisidir. ( Çanakkale Savaş’ında bir gözünü ve dilinin yarısını kaybetmiştir. Gözünün biri takmaymış ve biraz peltek konuşurmuş.) Babamın dedesi İsa dedem, babam çok küçükken vefat etmiş... Benim dedemin ismi ise Faik’tir. İsa oğlu Faik, ve Faik oğlu İsa(yani babam).

Babam çok küçük yaşlarından beri sürekli çalışmış. Hatta bir ara aile maddi bunalım geçirmiş. Babam ailenin tek çalışan bireyi olarak maaşını aldığı gibi aileye verirmiş. Babam tam bir dürüstlük abidesidir. Hatta maaş bordrosunu bile verirmiş. Babam sürekli Türkiye'nin çeşitli köylerinde çiftçilere sondaj kuyusu açardı. Kupkuru topraklarda su çıkarttıkları için pek çok dua aldığına inanıyorum. Birkeresinde şöyle demişti: “ İki sene önce su çıkardığımız bir köye yolum düştü. Birde baktım ki etraf yemyeşil olmuş.” Yirmiyedi yıl evinden, sıcak yatağından uzak, karavanlarda, çamurlar içinde hep bizim için çalıştı. Beni özel okula gönderdi. Maddi imkansızlıkla kolejin lise kısmına devam edemedim.( Meslek liseleri sınavına girerek elektronik bölümüne girdim.) Babam çok dürüst ve iyiliksever olduğu için bence Allah'ın sevdiği kuludur. Bizim 1998 yılına kadar kendi evimiz olmadı, hep kirada oturduk. Benim hastalığım ilerleyince Allah nasip etti, şimdiki oturduğumuz giriş kat daireyi aldık. Babam her zaman benim için tevazu örneğidir. Karşısındaki insan kim olursa olsun, hep kendinden yüksek görürdü. Babam böyle iyi olduğu için Allah, evlatlarına güzel bir kader çiziyor. Erkek kardeşim şanlı ordumuzda görevli; kızkardeşim de kutsal meslekte, yani öğretmen oldu... Ben mi? Şunu söyleyeyim Kolejde okuyup ingilizce öğrenmem boşa gitmedi... İlerde anlatacağım.

Faik dedemin bir oğlu olan Celal(amcam) 1970 yılında onbeş yaşında bir kaza neticesinde vefat etmiş. Bu sebepten benim adımı Celal koymuşlar. Babannem gece gündüz sürekli ağlarmış. Evlat acısına onbir yıl dayanabilmiş. 1981 yılında ben sekiz yaşındayken öldü. Sanırım Yakub(a.s.) 'un gözlerine ak düşüren hasret ateşi buydu. Babannem beni çok severdi. Küçükken hatırlıyorum da babannem sürekli bir türkü söylerdi. Söylediği bu türkü ile göz yaşlarını tutamazdı. O zamanlar babannemin neden ağladığını anlayamazdım. “ Gesi bağlarında dolanıyorum/ Yitirdim sürmeli Celalimi / Aman aranıyorum...”

Faik dedem ise babannem öldükten sonra ikinci evliliğini yaptı. 1984 doğumlu Meryem halam dünyaya geldi. Dedem çok iyiliksever bir insandı ve koyu bir Adnan Menderes hayranıydı ki küçük amcamın ismini Adnan Menderes koymuştu. 1991 yılında Ramazan Bayramı’nın arefesinde perşembe gece yarısı vefat etti. Babamın anlattığına göre Ereğli’de böyle kalabalık bir cenaze olmamış. Kendisini bütün Ereğli’ye sevdirmiş. Babam diyor ki, o kadar çok insan başsağlığına geldi ki çoğunu tanımıyordum. Hatta gelenler arasında İçişleri eski bakanı da vardı. “Allah rahmet eylesin sayesinde işe girdim.. Allah rahmet eylesin sayesinde çocuğumu okula gönderiyorum.. Allah rahmet eylesin sayesinde kızımın tayinini çıkarttık.. Allah rahmet eylesin sayesinde kocamı ameliyat ettirdik.. Allah rahmet eylesin sayesinde çocuğuma iş bulduk, sayesinde düğün yaptık... vs.” diyenlerin haddi hesabı yokmuş. Dedemin, İsa dedemden kalma iki çiftliği varmış. Hepsini kalbinin temizliğiyle, herkese iyilik yaparak harcamış. Ama Allah onu hiçbir zaman darda bırakmamış. Babamın anlattığına göre dedem birara maddi olarak çok sıkışmış. Düşüncelere daldığı biran kapı çalınmış, kapıyı açınca karşısındaki tanıyamadığı adam şöyle demiş: “Faik ağa birkaç yıl önce bana verdiğin borcu şimdi geri ödemek istiyorum.” Allah rahmet eylesin. Yattığı yer nur, mekanı cennet olsun. Son olarak dedem hakkında diyeceğim, iki kız,dört erkek çocuğunun, hepsini evlendirmiş; iş sahibi yapmış ve öyle ölmüştür. Ben 15 yaşındayken bana söylediği Meryem’e(2. hanımından olan kız) sahip çıkın...

Bana gelince...
İlkokul 3.sınıf dahil Ereğli’de Sümer İlkokulunda okudum. 1982 yılında babamın işi dolayısıyla Ankara Etimesgut’a taşındık. İlkokulu Etimesgut ilköğretim Okulu’nda bitirdim. Ortaokulu Özel Yükseliş Koleji’nin orta kısmında okudum.(Hazırlık dahil 4 yıl.) (1988) Liseyi Aktaş Endüstri Meslek Lisesi Elektronik bölümünde bitirdim. (1991) Daha sonra Selçuk Üniversitesi’ne bağlı Meslek Yüksek Okulu Endüstriyel Elektronik bölümünü bitirerek tahsil hayatımı tamamladım.(1993)

Ankara Etimesgut’ta yedi yıl gecekonduda oturduk. Banyo, yatak odası içindeydi. Mutfak ve hol evin girişindeydi. Sadece oturma odası vardı ve biz üç kardeş orada yatıyorduk. Tuvalet evin dışında bahçedeydi. Böyle bir gecekonduda yedi yıl yaşadık. Yükseliş Kolej’inde okurken de bu gecekonduda oturuyorduk. Kolejde çok zengin ve yüksek kademe insanların çocukları okuyordu. Şimdi utanarak hatırlıyorum ki, o zamanlar gecekonduda oturmaktan; babamın köylü olmasından, annemin başörtüsünden utanıyordum... Ben çok saf bir çocuktum. Dünyayı sonsuz sanıyordum. Sanki yaşlılar hep yaşlı, biz çocuklar hep çocuk kalacağız ... Ah be yalan dünya kimseye kalmıyormuş.

Kolejde okurken birgün, resim dersinde öğretmenimiz: " Evinizin odalarının krokisini çizin" demişti. Ben de bir arkadaşımın evini çizmiştim. Sonradan anladım ki, insanı insan yapan, köylü, başörtülü olması veya oturduğu ev değil, ahlakının güzel olmasıymış.

Gecekonduda otururken ne kadar da mutluyduk. Akşamüstleri annem, komşularla beraber bahçede toplanır; çay içer ve muhabbet ederlerdi. Erkek kardeşim, arkadaşlarıyla maç yapardı. Ben ise çoğu zaman evde oturur veya bisikletime binerdim. Trafik yoğun değildi. Kızkardeşim henüz çok küçüktü. Yazın, cumartesi akşamları, komşularla beraber çekirdek veya patlamış mısır alıp, çay bahçesine videoda film seyretmeye giderdik. 1980’lerde henüz vcd’ler yoktu. Babam Şeker Fabrikaları Sondaj ekibinde başsondördü, onbir ay Türkiye’nin çeşitli illerinde su kuyusu açarlardı. Ayda birkaç gün eve gelebilirdi. Şimdi apartmanda oturuyoruz. Bahçemiz de yok; kayısı, erik ağacımız da yok. Gecekondu mahallesinde yaşanan o içten komşuluklar, şimdilerde çok azaldı. Artık, Etimesgutta gecekondu kalmamış. Heryer beton yığını...Apartmanlar... Allah sonumuzu hayretsin.

Üniversite son sınıfta okurken şu anki hastalığım ortaya çıktı. Yürürken sarhoş bir insan gibi yalpalamaya başladım. Kasılmalar ve konuşma bozukluğu da başladı.

Aslında kendimi bildim bileli, bende ki bu dengesizliği hissediyordum ama belki gün gelir geçer diye içime atıyordum. Onbeş yaşında bir kıza aşık olmuştum. Her gece normal bir insan gibi dümdüz yürümenin ve dökmeden çay taşımanın hayalini kuruyordum. Gülmeyin :) Yani benim hayalim güzel bir araba falan değildi. Sevdiğim kızın benim gücüme güvenip koluma girip yürümesi, bir toplulukta gözgöze gelip bana hayranlıkla bakması tek hayalimdi o zamanlar.

Çocukken bile dengesizlik vardı, Yürürken 5-6 adım normal attıktan sonra sağa veya sola yalpalar, tekrar 5-6 adım düz giderdim. Gözümü kapatırsam kesinlikle yürüyemezdim. Ancak hızla koşunca biraz dengemi kurardım ama çabuk yorulurdum. O zamanlar herkesi kendim gibi sanıyordum. Sonradan farkına vardım ki, herkes sendelemeden düz yürüyordu. Hiç isyan etmedim , hergece hayal kurdum. Böylece ümidimi canlı tutuyordum.

Yazları akşam, köy kahvehanesine giderdik kuzenlerimle. Köyde sokak lambaları olmadığı için, geceleri zifiri karanlıktı. Ben iyice yalpalayarak yürürdüm. Kuzenlerim bana “ Sarhoş musun, ne biçim yürüyon..?” dediklerinde aldırmadan bağıra bağıra türkü söylemeye başlar, kuzenimin koluna girerdim.

Konya'da üniversite son sınıftayken sevdiğim o kızla mektuplaşırdım. Bilseniz ne güzeldir mektup yazmak sonra cevap beklemek. Birgün mektup aldım. Benden ayrılmak istediğini ve kafası rahat bir şekilde okumak istediğini ve beni unutmayacağını belirtmişti. Günlerce telefonlarıma çıkmadı. Ben büyük üzüntüyle sigara içmeye ve uykusuz gecelere başladım. Sanıyordum ki yürümemdeki küçük dengesizlik benden ayrılmasına nedendi. Bir defasında Konya'dan onun yaşadığı şehre gitmiştim. O zamanlar o şehir bence dünyanın en güzel şehriydi. Çünkü içinde O vardı. Bir çay bahçesinde karşılıklı oturup çay içerken bile, içimde tarifsiz bir hasret vardı. Şimdi anladım ki içimdeki aşk ilahi aşkmış. Ben beşeri aşk ile ilahi aşkın stajını yapmışım. Yaşamayı seviyorum. Yaşanan sıkıntılar beni hayata bağlıyor. O kızı birdaha görmedim. Aldığım duyuma göre evlenmiş ve mutlu bir ailesi varmış. Allah mesut etsin. Ona hakkımı helal ettim.

Yaşadığım o aşk şimdi ilahi aşka dönüştü. Şöyle ki: Ben kiminle konuşsam hep ondan bahsederdim.Her an onu düşünürdüm. Az yemek yerdim, az uyurdum. Hep arabesk aşk şarkıları dinlerdim..... Şimdi ise her konuştuğum kişiyle sözü İslam'a Peygamberimiz'e getiriyorum. Hep Allah'ı ve peygamberimiz'i düşünüyorum. Herzaman Sanat müziği ve tasavvuf müziği dinliyorum.Ve bu aşkla kalbim rikkate geliyor, ağlıyorum.

Netice itibarıyla büyük üzüntü ve stres yaşadım ve dengesizlik hastalığım iyice belirginleşti. Hatta birinin koluna girerek veya arada duvardan destek alarak, sarhoş biri gibi yürümeye başladım. Çok bunalımdaydım. Okulda sınavlarım, iş bulma, askerlik, evlenme, aşk acısı... Büyük stresler sonucu hastalık ortaya çıktı.

Ondokuz yaşında hastaneye yattım. Birçok hastanede yapılan tetkikler sonucunda bana bir hastalık ismi söylediler. “Spinocerebellar Dejenerasyon” SSK Dışkapı Hastanesi’nde bir ay yattım. Kendimi idare ettiğim için babam geceleri refekatçi olarak kalmıyordu. Birgün doktor hanım bana geldi dedi ki: “ Sen hiçbir zaman düzelemezsin, hastalığın ilerleyen bir hastalık, bugünlerin iyi günlerin, yatalak duruma kadar ilerleyebilir... “ Çok gençtim, böyle bir psikoloji içinde battaniyeyi üstüme örtüp, sabaha kadar ağlamıştım. Sabah babam geldiğinde battaniyeyi açtı ve gözlerim kıpkırmızı ağlarken buldu. Doktorun babama söylediği ise şuydu, “Hastanın durumunu bilmesi hakkı” imiş. Ağlayışım asla Allah'a isyan tarzında değildi, çok genç olduğumdan kendime acımamdan dolayıydı. Çünkü sonsuza kadar hasta olacağımı sanıyordum.

Hastaneden çıktım. Askerlik yoklaması geldi. Canı gönülden askere gitmek hem de komando olmak en büyük hayalimdi. Askeri hastanede birkaç ay incelediler ve sonuç olarak elverişsiz raporu ile askerlikten muaf oldum. Askeri hastanede sabah erken kalkıyor; akşam karavana denen yemeği yiyerek bir nevi askerlik yapmış oldum.

SSK Hastanesi’nden verilen rapor ile babama: “Bu çocuk hiçbir iş yapamaz, bakmakla yükümlüsün.” dediler. Babam bunu kabullenemedi ve İş ve işçi Bulma Kurumu’na başvurduk. Onlar bizi özürlülük raporu almak için bir hastaneye gönderdiler. Bu hastaneden %40 özürlüdür ve getir götür işlerde çalışabilir diye rapor verdiler. Çünkü mesleğimi sormamışlardı. Ama biz İş ve İşçi Bulma Kurumu’na sadece devlet kuruluşlarında çalışır diye kaydettirdik.

Birkaç hafta sonra babamın kolunda yürürken tesadüfen İş ve işçi Bulma Kurumu’nun önünden geçiyorduk. Babam bana, istersen gel, özel şirketlerde de çalışabilirim diye değiştirtelim, dedi. İçeri girdik. Biz özel şirketlerde de çalışabiliriz diye kaydımızı değiştirtmek istediğimizi söyledik. Yetkili bize dedi ki “Senin bir mesleğin var mı?” Bende “Elektronik teknikeriyim.” dedim. “Tamam” dedi. “Karel diye bir firma var, biz oraya 5-6 özürlü işçi gönderdik, birkaç hafta içinde beğenmeyip çıkardılar. Bir de siz gider misiniz?” dediler.
Verilen adres Çankaya’ydı. Biz ise Sincan’da oturuyorduk. 1989 yılında “Çocuklar büyüyor” diye gecekondudan Sincan’a apartman dairesine yine kiraya taşınmıştık. Çankaya ile arada 40 km vardı. Neyse gittik Çankaya’ya Karel'e... Orada bir yetkili beni beğendi ve dedi ki “ Burası genel müdürlük, fabrika ve arge Sincan'da... Yarın Sincan’daki fabrikaya git görüş. ” Değişik duygularla Sincan Karel'e gittik. Önce bir elektronik bilgisi testi, sonra hastalığım hakkında konuşmalar... Görüşme sonunda, babam benim oğlumun ingilizcesi de iyidir, dedi.” Öyle mi?” deyip beni patronla görüştürdüler, O da bana teknik bir ingilizce kitaptan bir sayfa okutup, tercüme etmemi istedi. Ettim ve sonuçta beni beğendiler ki yarın sabah gel başla dediler. Araştırma-geliştirme(Ar-ge) bölümünde bir mühendis işten ayrılmış ve öyle sanıyorum ki benim o işi yapacağımı kanaat etmişler. Ar-ge’de çalışmaya başladım. Allah onlardan razı olsun. Aslında iki yıllık üniversite bitirmeme rağmen bu işi öğrenip tecrübe kazanmam iki yıl sürdü.

Sonradan anladım ki, Allah beni seviyordu, benim kaderimi böyle yazmıştı. İngilizce öğrenmem boşa değildi. Dünyada Allah'ın yaptığı hiçbir iş malayani değildir. Hem masabaşı güzel bir iş yapıyordum, hem de işyeri evime yedi km idi. Allah’a binlerce hamdolsun.

1994 yılında Karel’de çalışmaya başladım. İlk yıllar sarhoş gibi de olsa yürüyebiliyor ve işe kendim gidip gelebiliyordum. Babam yine Türkiye’mizin çeşitli illerinde sondaj çalışmalarına devam ediyordu mecburen.. Yine ayda 3-4 gün eve gelebiliyordu. Çalışma hayatı çok stresliydi. Dertleşeceğim hiç arkadaşım yoktu. İş konusundaki stresler, hastalığın verdiği psikolojik bunalımlar ve yalnızlık, sonunda öyle bir hale geldim ki hastalığım ilerledi ve 1998 yazında tekerlekli sandalye kullanmaya mecbur kaldım. Bilseniz nasıl zordu kabullenmek ilk yıllar... Babam ve annemi hiç bilmiyorum; belki akşamları yalnız kalınca kimbilir nasıl dertleşmişlerdi. O sıralar bunalımda olduğumdan çevremi pek düşünemiyordum. Kızkardeşim o zaman lisede okuyor ve üniversiteye hazırlanıyordu. Beni çok seviyor ve halime çok üzülüyordu. Bir gece anneme “Ben üniversiteyi kazanmayayım yeter ki abim iyileşsin.” demiş. Kimbilir Allah bu içten söylenen sözünden razı olmuştur. Şu anda dört yıldır öğretmen olarak görev yapıyor.

Hastalığım iyice ilerledi. Babam ikinci el bir araba aldı. Hergün sabah beni işyerine götürüp masama oturtuyor; oradan Etimesgut Şeker Fabrikasında kendi işine gidiyordu. Akşam da kendi işinden erken çıkıp beni alıyordu. Babamın amiri, babamın durumunu bildiği için hoşgörüyordu ama babam vicdanen çok rahatsız olmuştu, zaten il dışına da gitmiyordu. Ancak üç yıl dayanabildi, 2001 yazında emekli oldu. Aynı yaz erkek kardeşimin düğünü oldu. Bir yıl sonra biricik yeğenim İrem'im dünyaya geldi.

Kalbimin derinliklerinde Allah'ın her an beni görüp kolladığını ve işlerimi yoluna koyduğunu hissediyordum. Hastalık psikolojisinden kurtulup dünya hakkında, varlıklar hakkında sorgulamayı düşünememiştim. Ramazanlarda oruç tutardık gelenek ve kültür olarak. Hatta üniversitede okurken bazen arkadaşlarla cuma namazına da giderdim... Ama şükürler olsun, neden ben böyleyim diye hiç isyan etmedim.

Sanırım 2002 yılının eylül ayı idi. Stresli bir çalışma ortamında çalışırken bir e-mail aldım. Birtakım sorular vardı ve cevapları Kuran-ı Kerim'de bulabilirsiniz diyordu. “Yaşamın amacı nedir? Ölen insanlar nereye gidiyor? Cennet, cehenneme kimler, nasıl gider? Dünya hayatının değersizliği... Kalpten yapılan bir tövbe ile günahsız yaşama başlanacağı... vs...” gibi sorulardı. Ramazana bir hafta vardı. Eğer varsa günahlara tövbe-istiğfar edip Kuran okumaya karar verdim. Zaten Ağustos 2002 de tövbe etmiş sigarayı da bırakmıştım. (Yaptığım bir hesaba göre on bin dolar civarı parayı yıllarca sigaraya yatırmışım... Sağlığıma yaptığı zararı saymıyorum bile... ) Ramazan da orucu sadece ve sadece Allah benden razı olsun diye tuttum... Elhamdülillah Allah bana İslamın kapılarını açtı. Kuran-ı Kerim'i 6-7 ayda bitirdim. Evet Türkçe mealini.. Akşamları işten gelince 8-10 ayet okuyordum ama defalarca okuyup, konu üzerinde düşüncelere dalıyordum ve hayatımda tatbik etmeye başladım. Mesela, mümin erkekler ve kadınlar gözlerini haramdan korurlar ayetini okuyunca sokakta veya televizyonda olsun, çıplaklık içeren hiçbirşeye bakmama, yönümü çevirme, televizyonda kanal çevirme kararı aldım. Film izlemeyi seviyordum, genelde bütün filmlerde bir müstehcen sahne oluyordu, mesela ailemle birlikte aynı filme bakarken kanalı değiştirmiyordum ama gözlerimi kapatıyordum ve o sahneye bakmadığım için filmin konusunda kaçırdığım bir nokta olmuyordu.

Allah annemden ve babamdan binlerce kez razı olsun, uzun ömür versin. Bana bugüne kadar özürlü olduğumu hissettirmemeye çalıştılar. Dünyada tanıdığın insanlar içinde cennete en yakın kimdir deseler? tereddütsüz annem ve babam derim. Hergün beni tuvalete götürüp getirmek, giysilerimi giydirmek, banyo yaptırmak, beni arabayla işe götürüp getirmek, babamın yaptığı işlerden sadece birkaçı... Ben dünyaya gelirken annemi ve babamı seçmedim ama Allah'a binlerce hamdolsun böyle bir aileye verdiği için. Biliyorum her özürlü ana-babası gibi onlarda acaba bize birşey olursa Celal'e kim bakacak diye endişe ediyorlar. Gün doğmadan neler doğar? Allah kerim...

İbrahim Hakkı Hazretleri şöyle diyor:
Hoştur bana senden gelen, Ya gonca gül, yahut diken Ya hayattır yahut kefen, Narın da hoş, nurun da hoş, Kahrın da hoş, lütfun da hoş. Gelse celalinden cefa Yahut cemalinden vefa İkisi de cana safa Narın da hoş, nurun da hoş, Kahrın da hoş lütfun da hoş

Sadece şu açıdan bir düşünce bile beni kendime getirdi. Bir gözlük kendi kendine olamaz. Mutlaka yapan bir usta vardır. Peki en gelişmiş kameralardan daha mükemmel gözü yapan bir sanatkar yok mudur? Ve gözlüğü alırken ustaya teşekkür ediyoruz. Peki neden gözümü yaratana teşekkür etmiyorum dedim. 2005 yılında beş vakit namaz kılmaya karar verdim. Abdest alma sorunum vardı. Çok ağır olduğumdan babam hergün beni abdest aldırmaya banyoya götüremezdi. Sağolsun Din Kültürü Öğretmeni komşumuz bana teyemmüm alarak namaz kılabileceğimi öğretti. Namazımı tekerlekli sandalyede ya da oturduğum yerde kılıyorum. Zaman içinde daha bir şevkle hatta ağlayarak namaz kılmaya başladım. Yazılarımda yazdığım gibi bu dünya faniydi ve biz bu dünyaya eğlenceye değil, Allah'ı tanıyıp sevmeye ve severek kulluk yapmaya gönderilmiştik. Allah o kadar merhametli ki doğru yolu bulmamız için Peygamber ve insan kullanma kılavuzu kitabı Kuran-ı Kerim'i göndermişti... Bütün kalbimle inanıyorum ki Allah beni sevdiği ve kendi irademle doğru yolu bulabilmem için bana hastalık vermişti. Ve yine eminim ki gün gelecek, Allah bana şifa verecek inşallah. Hastalık verdim sabretti, şimdi de sağlıklı olup sabredip günahlara girecek mi acaba diye imtihan yapacak. Bu dünya sınav yeri değil mi? Neden olmasın?

Yukarıda 34 yılımın kısaca dönüm noktalarından bahsettim. Birçok ayrıntı ve olayı anlatmadım. Bugüne kadar pekçok arkadaşımın ve akrabamın benim üzerimde çok hakları var. Allah sizlerden razı olsun ve Allah bana yaptığınız herbir iyilik ve yardımları binlerce katı ile sevap olarak yazsın inşallah...
Haklarınızı helal ediniz.  

 

 
Toplam blog
: 455
: 812
Kayıt tarihi
: 04.09.12
 
 

1973 Konya Ereğli doğumluyum. Selçuk üni. MYO Elektronik bölümü mezunuyum. 1993'e Friedreich Atak..