Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Aralık '15

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Ben öldükçe yaşarım

Ben öldükçe yaşarım
 

Bana ve başkalarına zararı olmadığı halde suç olan, yasak olan, ayıp olan onlarca davranış sayabilirim. Bunlar aynı zamanda yaşam şekilleridir. Kişiye bunları yapamazsın, bunları yaşayamazsın denilmiştir. Eğer gerekçe tutucu kesimlerin bu özgürlüklerden rahatsız olması ise onlar her şeyden rahatsızdırlar. İnançlarının bir gereği olarak serbest yaşamdan rahatsız olmaları doğaldır. İnancını, ibadetini yaşayan bir insanımızın örtünme Allahın emriyken plajlarda çırılçıplak dolaşılmasını kabul edip onaylamasını bekleyemezsiniz herhalde. Gerçeği söyleyelim ki bunların da bazı konuları abarttıkları görülür. Resim yapmak, müzik, top oynamak bile bazılarına göre günahtır. Burada ayıplanacak, kızıp gücenilecek bir şey yok. İnsanlar inançlarının gereğini yapıyorlar.

Özgürlükler, bir ülkedeki insanların yaşam şekilleri böyle belli kesimler dikkate alınarak düzenlenemez. İstersen dene. Hocadan, dededen izin almaya kalk, bakalım neyi serbest edebileceksin. En fazla ”Evinin önünde dolaşabilir. Mahsuru yok” diyeceklerdir. Hocadan fetvayı böylece çözdükten sonra bir de şu bizim “tuhaf aşırılar” ın yanına gidelim isterseniz.

Bir çağlayan belli, bilinen akışıyla seyredenleri mest ederek köpük yığınları halinde yükseklerden dökülüyor. Yani böyle güzel. Beğenmedik. Daha fazla köpük olsun, gürlesin, çağlasın dedik. Nehrin suyunu iki katına çıkardık. Gerçekten muhteşem oldu. Biz seyir zevkinden mest olurken bir haber aldık. Nehrin taşan suyu aşağılarda bir garibin evini basmış. Ne oldu şimdi?

En mantıksız dediğimiz davranışın dahi mutlaka ve mutlaka bir mantığı vardır, olmalıdır. Bizim tuhaf aşırıların bu neviden davranışları Hoca Hüsamettin’e danışılsa fetvası “Zinhar boyunu koparıla” olacaktır. Kerim Korkut bu ülkenin özgürlük anlamında en tepesinde duran adamdır. Buna rağmen ne yalan söyleyeyim kimse benim bunları boyunlarına sarılıp mucuk mucuk öpeceğimi düşünmesin. Adama senin çok güzel kıllı muhteşem bir göğsün var, gömleğinin bir düğmesini daha aç, bu halinle çok yakışıklı olursun dedik ya. O da tutuyor bilmem neresini de açıyor. Sonra bunlardan ürken insanlarımız Taksim’de geziyor diye kızımızı oğluna almıyor.

%90’ı hiçbir kitaba sığmayan 72 çeşit ilişkileri var. Duyduğun, okuduğun ve öğrendiğin zaman “Ya böyle de olabilir mi” dediğin bu ilişkiler toplumda bir önyargı oluşturmuş: ”Özgürlük kötüdür” Bu nedenle haklı yaşam beklentilerimizi bile isteyemiyoruz ve alamıyoruz.

İnternette gezen insanlar hakkında bir anket yapınız. Katılanların yarısından çoğu internette gezenlerin namuslu olmadıklarını söyleyeceklerdir. Yani insanlarımıza göre internet kullanan hemen tamamı okumuş, çoğu mevki sahibi, aydın, entelektüel 20 milyon kişinin yarısından çoğu namuslu ve ahlaklı değiller. Aynı anketi evinde oturan, internet minternet bilmeyen, güya onlara göre normal olan insanlar üzerinde yaparsak %90 oranında namuslu oldukları görülecektir.

Aslında bu tür yargıda bulunanları önemsemiyorum. Çünkü değerlendirmeleri gerçek bir bilgiye dayanmıyor. Dahası mantıklı da değil. Yani olabilirliği yok. İşte bu saçma fikirlerin halkta oluşmasının nedeni bizim tuhaf aşırılar. Ne kadar Beyoğlu’nun arka sokaklarına saklansalar da kulaktan kulağa ünleri dolaşıyor.

”Bir arkadaşımla Taksim’de kafeye gittim” dediğin anda sen bittin. ”Konfeksiyonda çalışıyordum. Usta şurama elledi” desen hiç sorun yok. Çünkü Taksimin kendisi bu bakımdan kötü bir üne sahip. Bir de üstelik kafeye gidiyorsun. Elin oğluyla hem de.

Türkiye’de bu konu sanıyorum sadece bana göre önemlidir. Çünkü insanlarımıza göre sizler serbestsiniz ve yine güya onlara göre dilediğiniz gibi yaşayabilirsiniz. Çünkü maalesef halkımıza göre sokaklarda iki genç el ele tutuşup yürüyebiliyorsa ülkede özgürlük sorunu yoktur. Bilumum entel, dantel, sosyete, elit, yazar, çizer takımı da halkın paralelinde, Aysun Kayacı’nın oyum eşit değil dediği çobanla aynı şeyi düşünmektedirler.

Kara çarşaflı Zekiye Hanım “inancım müsaade etmiyor” dedi yırttı. Bizim tuhaf aşırılar da zaten her dem ilişki üstünde sorunsuz ve rahatlar. Bunlar olsun olsun Türkiye yetişkin nüfusunun 20 milyonu olsun. Geriye kalan ve sanıyorum benim de içinde bulunduğum 25 milyon yetişkin insanımızın durumu belirsizliğini koruyor. Bunlar özgür mü yaşıyorlar? İstediklerini yapabiliyorlar mı?

Dindar Allahın rızası ve belki cennetten bir yer umuduyla, inancıyla da bütünleşerek nefsine basıyor tokadı ve yürüyüp gidiyor Abdul Kadir Geylaniler gibi. Bizim tuhaf aşırılarsa Saba melikesinin elinden şarap içiyorlar. Peki, geri kalan 25 milyon (Tek tek saydın mı demeyin lütfen. Neden böyle yazdığımı açıklamıştım) ülkemiz insanı olayın, konunun, durumun neresindeler? Biraz iyi biraz kötü insan olur mu? Hadi oldu neye yarar? Ne melek ne de günahkâr. Ne Allahın rızası ne de zevk. Bir de diğerleri aşırı olarak kabul edilirken benim de içinde bulunduğum bu gurubun insanları normal kabul edilmiyor mu, sinir oluyorum.

Kimse yanlış anlamasın. Kendim de içinde olmak kaydıyla gerçekten üzülüyorum bu 25 milyon insana. Dindar, babalar gibi çıkıyor camiden. Gönlü, yüreği rahat. Yaratanıyla hemhal olmuş ruhu bir kuş gibi hafiflemiş. Muhteşem bizimkiler bin bir çeşit yaşam kokusuyla mest olmuşlar. Zevk gözlerinden akıyor. Sen ise yüzünde yalancı bir huzur, iyi adam tafralarıyla elinde evine giderken aldığın bir somun ekmek, manavın köşeyi dönüyorsun her akşam.

Aradakiler, yani bizler hayatın hamallarıyız. Dünyayı sırtımızda taşıyoruz. Ölünce her üç guruptan birer kişiyi inceleyin. Bizim guruptakilerin gözleri açık gittiklerini göreceksiniz. Yaşadıkları dönemde hangi istedikleri olmuştur ki kapansın. Üstelik normal olan onlar, yani dindar hacı ve özgür takılan Yavuz-Mehpare ikilisi. Çünkü onlar bu dünyada yerini, düşüncesini, yaşam şeklini belirlemişler.

Ahreti seçenler her sabah Adn cennetlerinin hayaliyle uyanırken dünyamızın özgür kuşları zaten cennette yaşadıklarını iddia edeceklerdir. Aradaki bizler ise bir yandan dua ederken öbür yandan Hatçe kızın fistanını çekiştirip duracağız.

Her şey bize yasaktır. Yemeğimizi bile gönül rahatlığıyla yiyemeyiz. Çoğumuzun yaşamında sadece beş mekân vardır. Ev, işyeri, mutfak, tuvalet ve mezarlık. Birileri sanki bizi sürekli gözetliyordur. Bir kadınla konuşsanız eşiniz hemen mahkemeye koşar. Bir erkekle çay bahçesinde otursanız maazallah eşiniz sizi öldürür. Vitrinlere, afişlere, gelip geçenlere bakıp yalanmaktan dillerimiz aşınır. Suç işlerken bile farklıyızdır. Tutucular öldürür. Biz döveriz. Özgür yaşayanlar parasını alır ya da tecavüz ederler.

Bu çileli hayatımızın karşılığında bize verilen sadece ”iyi insan” ödülüdür. Bu ödülü de çok azımız alır. Yaratılış olarak ciddisindir, suratsız derler. Tutumlusundur, cimri derler. Yemeğe içmeye düşkünsündür, pisboğaz derler. Aşka, sekse düşkünsündür; zampara, sapık derler. Şöyle biraz uzanayım desen, tembel derler. İyi insan olabilmen için hiçbir şey yapmaman, kısaca yaşamaman gerekir.

Aslında bu iyi insan olmanın pek de bir artısı yoktur. İbadetin eksik olduğu için Allah sevmez. Hep onu bunu düşünmekten fakir kalırsın bu sefer de kul sevmez. İyilik kelimesinin sadece adı güzeldir. Onu yediğinizde kesinlikle ağzınız tatlanmaz. Sizi iyilikle donattıkları zaman yaşamınız elinizden gider sadece kuru itibarınız kalır.

Bizler dünyanın düzenleyicileriyiz. Adımız “Hasan Efendi” ya da “Makbule Hanım” dır. Çevreyi temizleriz. İnsanları misafir ederiz. Düğünler yaparız. Oğlumuz kızlarla gezsin diye hamallık eder, kızımızın çocuğunu hani mümkün olsa biz doğurmak isteriz. Bizim hiç eğlencemiz yoktur. Parkta simit yer, Eminönü’nde balık ekmek, Sultanahmet’te bir külah dondurmaya fit oluruz. Paramız olsa bile özgürlüğümüz yoktur. Hani eşini elinden tutup sinemaya götürsen “Çocuk musunuz siz ayol? Bu yaşta utanmıyor musunuz” denilir. Bunu diyenler de sizin gibidirler aslında. Birbirimize hayatı zehir ederiz. Ne dindarların baskıları, ne de aşırıların korkusu değildir bizi yaşamaktan alıkoyan. Bizi bizim gibiler yiyip bitirir. Abuk sabuk kitapları okuya okuya, bilgisiz cahil insanları dinleye dinleye hepsi birer hoca kesilmişlerdir başımıza. Hele akraba, tanıdıksa her şeyinize karışırlar. Bu akraba, tanıdıktan uzak olmak için Alaska’ya gitmeyi bile düşünüyorum. Oralara gelemezler herhalde. Akraba, tanıdık tam anlamıyla baş belasıdır. Elli küsur yaşımdayım. Bugüne kadar bir akrabamdan, tanıdığımdan toplu iğne kadar fayda gördümse namerttim. Keşke leylekler getirseydi beni. Keşke ağaç kovuğunda büyüseydim.

Aradakiler Arasat’takiler gibidirler. Ne Tanrıya yaranırlar ne de kula. Bunların karılarıyla 30’uncu yılda 98 bininci kere birlikte olmaktan, karpuzu çekirdeğiyle yemekten ve kuşları seyretmekten zevk aldıkları söylenir. Sürekli bilmem hangi yazarın sıkıcı kitabını okumaları önerilir. Süslenip püslenip elaleme karşı havalı havalı gezmekten de mutlu olurlarmış. Hiç birine inanmıyorum. Yaşam 15 taşla oynanan bir tavla oyunudur. Taşlardan biri eksik olduğu zaman bu oyunu oynayamazsınız. Biz ise elimizde bir iki pulla yaşamı mars etmeye çalışıyoruz. Tabi ki biz mars oluyoruz. Daha ellisinde halimizi gören imam “Ne zaman öleceksin” diyor.

 

 
Toplam blog
: 6332
: 653
Kayıt tarihi
: 21.09.08
 
 

Sadece sayfalarda kalan yazılar şaheser olsalar bile önemsiz ve anlamsızdır. İnsanlara ulaşan ve ..