Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Nisan '16

 
Kategori
Söyleşi
 

Ben yazar değil, "yazan"ım

Ben yazar değil, "yazan"ım
 

Türkiye'nin en ünlü çevre avukatlarından Remzi Kazmaz


Çevre mücadelesinin içinde geçen bir ömür, tarihe kitaplar ve filmlerle iz bırakıyor... Bodrum'un en renkli simalarından Avukat Remzi Kazmaz, son kitabı "Gereği Düşünüldü"de ise bu kez siyasi bir davanın tüm bilinmeyen yönlerini tarihe tanıklık etmesi için kaleme aldı... Yıllar önce filmini çektiği Gazi Mahallesi olayları ile ilgili yazdıkları bugüne dek sümen altı edilen pek çok acı gerçeği de ilk kez gün yüzüne çıkarması açısından son derece çarpıcı... Kazmaz'la hem kitabını hem de bugüne dek yazdığı diğer kitapları ile çektiği filmleri konuştuk. Vatandaş Mustafa ile çıktığı yolun çay emekçileriyle nasıl kesiştiğini, Gazi mahallesi davasında yaşadıklarını, Bodrum'un öksüz kalan mabedi Mouseleum'u aşkla nasıl kaleme aldığını anlattı bize... İşte çok  renkli bir yaşam ve yazın öyküsü...

Son kitabınız "Gereği Düşünüldü"nün konusu nedir?

"Gereği Düşünüldü", genel anlamda 1995 yılında Gazi Mahallesinde yaşanan bir katliamın öyküsüdür.

Okurlarımıza anımsatmak açısından olayları kısaca özetler misiniz?

O yıl, Gazi mahallesinde çıkan olaylar tam 25 gün sürdü. İlk gün, Alevi yurttaşların yoğun şekilde gittiği bir kıraathane tarandı ve burada Veli isimli bir dede öldürülürken, birkaç kişi de yaralandı. Halk galeyana geldi, sokaklara döküldü. Sonra araya giren akil adamlar sayesinde halk evine döndü. Çiller dönemiydi. Muhalif bir güç olduğu için Gazi Mahallesi üzerinde yoğun bir baskı vardı.Daha sonra saat 04.00 sularında cemevinde ölüsünü yıkamak üzere toplanan 30-40 kişi üzerine panzerden açılan ateş sonucu bir kişi daha katledildi. Cemevinde ve ikinci ölüm vakası da olunca, insanlar tekrar galeyana geldiler ve sokağa döküldüler. Olaylar, o mahalle üzerinde oynanan, provoke edilen bir oyunun parçasıydı. Nitekim amaçlarına ulaştılar. 5 gün süren bir çatışma çıktı ve 23 kişi öldü.
600 kişi yaralandı.

Kitapta, dava sürecinden söz ediyorsunuz. Bu aşamada neler yaşandı?

Dava, Gaziosmanpaşa'da açıldı. İlk duruşmada, 20 kişilik bir sanık polis grubu vardı.
Türkiye tarihi katliamlar tarihidir. 12 Mart 1995'te bu tarihe eklenen bir katliamdır Gazi Mahallesi olayları. Silahları kullananlar, tetiği çekenler, emri verenler medya organları tarafından tek tek tespit edilmiş, deklanşörler katillerin resmini çizmişti. Hatta, yargılananlardan biri de o gazetecilerin arasında yer alan Ahmet Şık'tı. Gaziosmanpaşa'da  açılan o dava Trabzon'a sürüldü. Devlet, polislerin güvenliğini koruyamayacağını söyledi. Bize göre ise dava küllenmek üzere, kamuoyu tepkisini aza indirmek için sürgün edildi.

Trabzon'daki dava yıllarca sürdü anımsadığımız kadarıyla. Nasıl bir süreçti?

Davanın Trabzon ağır ceza mahkemesinde başlamasını beklerken bu kez de durma kararı verdiler. Gerekçe, yargılananların 'memur' olmasıydı. Orada da bir kurmaca var tabii. Daha sonra bu katliamları yapanları teker teker herkes öğrendi. Kamuoyu da öğrendi. Tam 2 yıl sürdü durma kararı. 20 polis hakkında 2 yıl aradan sonra yargılamaya devam edildi. Ama ilk duruşmada 20 polisin 18'i beraat etti. Kala kala 2 kişi kaldı ve dava tam 8 yıl sürdü. 8 yıl sonra koca bir hiç vardı elimizde. Sadece 2 kişi ceza almıştı. Onlar da meşru müdafaa ya sokularak öldürdükleri her insan için 1 yıl 8 ay ceza aldılar. Ölen 6 kişiyle ilgili... Bu cezalar daha sonra ertelendi ve salıverildi bu insanlar.

HANEFİ AVCI, DAVANIN KARA KUTUSUYDU

Ne gibi ihmaller yaşandı?

Maktullerin üzerinden çıkan mermi çekirdeklerinin balistik raporlarından hangi silahtan atıldığı bilinmesine rağmen o gün o silahları kullanan polislerin yargılanmasını istedik. Cevap alamadık.
Dedik ki faili meçhul olayları Susurluk komisyonunda anlatan ve dönemin başbakanı Mesut Yılmaz zamanında hazırlatılan rapora da geçen bu olayların delil olarak davada görülmesini talep ettik, yapamadık. Ki, o raporun son 20 sayfasında Gazi mahallesinde kimlerin tetik çektiği açıkça yazılmıştı. Yine o dönem Hanefi Avcı istihbarat daire başkanı olmasına rağmen, kendisinin tanık olarak dinlenmesini istedik. Tam 5 kez dilekçe yazdım ama bir türlü mahkemeye getirtemedik. Kendisi bu davanın kara kutusuydu. Eğer o konuşsaydı bu davada kimlerin tetik çektiğini çok rahat anlayacaktık. Yine Hayri Kozakçıooğlu, Necdet Menzir ve Mehmet Ağar, sanki bu katliamda hiç sorumlulukları yokmuş gibi taltif edildi. Biri adalet bakanı, biri içişleri bakanı diğeri vekil oldu ödüllendirildi. Olan halkın evlatlarına oldu. Hatta Ümraniye'de bu olayları protesto etmek amacıyla 1 mayıs mahallesinde insanlar sokağa çıkmıştı, onların üzerine de fütursuzca ateş açıldı. 5 kişi öldü. Defalarca itiraz yapmamıza rağmen bugüne kadar o  beş kişi hakkında da dava açılamadı.

Gazi Mahallesi olayını sizin için 'farklı' kılan nedir?

Türkiye'de hukuka aykırı bir çok durumlar oldu. Hukuk devletinin hiçe sayıldığı durumlar oldu. Ama kamuyonu böylesine ilgilendiren bir davada hukuka aykırılığa ilk kez kendi gözlerimle tanık oldum. Her platformda konuyu dile getirmeye çalıştık. Bu hukuka aykırı davayı avukat olarak baştan sonra takip ettim. Önce filmini yaptım. Daha sonra da tarihe ışık tutsun diye böyle bir kitap yazdım. Duruşma tutanaklarını kayıt altına aldım.Neden sonuç ilişkilerine değindim. Iyi ki de yazmışım. Türkiye tarihinin en uzun süren en çetrefilli davalarından biridir bu. Tarihe tanıklık yapsın diye bunu kaleme aldım.

Dava sürecinde yaşadığınız ilginç olaylar var mıydı?

8 yıl bıkmadan usanmadan ölen o insanların aileleriyle birlikteydik. Her ay Gazi cemevi önünden otobüs kalkardı. Ama bir çok şoför bizimle gelmek istemezdi. Çünkü her 30-40 km'de bir durdurulurduk, yaşlı insanlar defalarca indirilirdi aranırdı. Hatta daha da ileri gidildi. Trabzon girişinde birkaç kez  uzun menzilli silahlarla tarandık. Buna rağmen her ay 8 yıl boyunca 1200 km gittik geldik. Insanların heyecanını, güvencini, azmini, bir gün adaletin tecelli edeceğine olan inancını görerek yolları katettik. Sonunda gördük ki bu ülkede adalet rafa kaldırılmş. Hukuksuzluğun diz boyu olduğu, adaletin mumla arandığı bir dönemden geçtik. O döneme tanıklık etmesi için yazılmış bir kitaptır bu.

Türkiye'de hukuk yolu tükendiğinde AİHM'e götürdünüz davayı. Burada nasıl bir sonuç elde ettiniz?


AİHM'de 2 yıl süren dava sonucunda adil yargılama hakkı ve makul süreden davayı kazandık ve Türkiye Cumhuriyeti devleti, aileere tazminat ödemek üzere mahkum edildi. Isterdim ki bu ülkenin bağımsız mahkemeleri bu olayla ilgili adil bir karar verebilseydi. AİHM kararının da bütün her şeyini yayınladım kitabımda.

8 KEZ DÜNYA BARIŞ ÖDÜLÜNÜ ALDI AMA TÜRKİYE'DE YASAK!

Kitabınızın ilginç bir yönü de daha önce sinema filmi yapılmış olması... Genellikle önce kitap yazılır, sonra filme çekilir. Ama siz tam tersini yaptınız. Neden?

İlk sinema deneyimimi Gazi katliam davasıyla kazandım ben. O zamana kadar elimde kamerayla gezerdim ama hiçbir zaman belgesel çekmeyi düşünmedim. Yönetmen dostum Hüseyin Karabey ile birlikte "Gereği Düşünüldü" filmini ortaya çıkardık. Ailelerin çinde bulunduğu dramı anlatan, oradaki yiğit mücadeleyi anlatan bir film. 8 kez dünyada barış ödülü aldı, ama Türkiye'de yasaklandı ne hikmetse. O film benim ilk gözağrımdır. Sonrasında 'Vatandaş Mustafa' geldi.

HIRSIMIZI ALAMAYINCA SANTRALE TÜKÜRDÜK

Vatandaş Mustafa bir direnişin öyküsü... Sizinle sembolleşen bir isim. Nasıl başladı o filmin hikayesi?

O yıllarda takip etmiş olduğum bir başka olay daha vardı. Deresinde yüzdüğüm balık tuttuğum FırtınaVadisinin çocuğuyum ben. Rize Çamlıhemşinliyim. O dönemlerde orada bir çevre katliamı yaşanıyordu. Bir yandan Trabzon'da 'insan' katliamlarını takip ediyor, diğer taraftan kendi memleketime giderek köylülerle birlikte bir çevre mücadelesinin içine giriyordum. Bu da Türkiye'deki ilk çevre mücadelesiydi. Daha doğrusu çevre konusunda illk kez kitlesel direniş gösterilen yerdir Fırtına Vadisi. O zaman saçları sakalları siyah bir avukattım. "Vatandaş Mustafa" ile tanışmıştım. Ilk eylemimiz tükürük eylemiydi. Şantiyelere tükürmüştük halkla ve öğrencilerle birlikte. Jandarma yolumuzu kesmişti. Barikatı aştık. Yapacak bir şey yoktu. Hırsımızı da alamayınca tükürdük santrale. Bizi birkaç kişi gözaltına aldılar. Hücrede Vatandaş Mustafa ile tanıştık. Sonraki olaylarda hep Vatandaş Mustafa öndeydi, ben arkada kalmıştım. Aynı bakış açımız vardı ama siyasi düşüncelerimiz bile farklıydı. Kendisi bir imamdı. Ama çevre sevgisi bizi bütünleştirmişti. Ondan çok şey öğrendim.

Peki ya film? O ne zaman çekildi?

Fırtına vadisi dünyanın 200 ekolojik parkından biridir. Milli park olan bu yerde santral yapılmasına karşı çıkmak için elimizden gelen her şeyi yaptık. Trabzon idare mahkemesinden yürütmeyi durdurma kararı aldık. Bir tarafta insan hakları il ilgili kaybettiğim bir dava, diğer yanda kazandığım bir  dava vardı. Garip bir coşku içindeydim. Bir tarafta fırtına vadisindeki katliama karşı karar veren onurlu hakimler... Diğer tarafta tecelli etmeyen bir adalet... Gelgitler yaşadım. Yoğruldum, piştim. Hukuk sistemine bakışım değişti. Bunun da tarihe kalmasını istedim. "Vatandaş Mustafa" filmini yaptım. Birçok mansiyon ödülüm oldu.

Fırtına Vadisindeki bu direnişten sonra sonra adınız çevre mücadeleleriyle anılmaya başlandı.

Türkiye'nin birçok bölgesinde, HES ve RES lere karşı yapılan mücadelede birçok insan tanıdım. Bunların içinde beni mutlaka etkileyen çok dava olmuştur ama hiçbiri fırtına vadisindeki gibi olmadı. Çünkü orada bir halk hareketi vardı. Bölgenin çocuğu olmamın da herhalde etkisi oldu. O davaya inanışlarına tanık oldum. Korkusuz şekilde mücadeleyi kazandıkarına tanık oldum. Yaşamımın rengini seçtim bu dönemlerden sonra. Aynı dönemlerde karımı tanıdım orada. O da çevre avukatı. Istanbul hukuk fakültesi çevre komisyonu ile beraber gelmişti bölgeye. Panelde karşılaştık. Kendi bölgesini savunurken göstermiş olduğu o refleksleri çok iyi tanıyordum. Baştan sona dinledim. Bir kere tanıştım. Ikinci tanışmamda ise evlilik teklif ettim. Sonuçta iki çocuğumuz var.  Bodrum'da yaşıyoruz, aynı büroda avukatlık yapıyoruz. Çevre hareketini en büyük kazancı o bana.

Bir de siyaset girdi hayatınıza... O neden devam etmedi?

Kendi bölgemle ilgili bu mücadeleye devam ederken, etrafımızdaki konuşmalarda 'ha bu çaya da bi çözüm bulun' diyen insanların bize olan güveni bizi politikaya attı. Çay sorununu çözmek için önce belediye başkanı olmayı sonra parlamentoya gitmeyi düşünüyorduk ama politikanın rengi bizim düşündüğümüz gibi değildi Türkiye'de. Devrimci gelenekten gelen bir yapımız vardı. CHP içinde Rize gibi koşulları çok ağır bölgede mücadele yaptım. Haliyle kaybettim. Yapımıza uygun olmadığından dolayı çok çabuk soğuduk galiba. Denemedik bir daha.

"Çaylar Şirketten" kitabınız da o dönem çıktı galiba?

Çay uhdesi içimde kalmıştı. Çayla ilgili sorunları nasıl çözeriz diye yollara düştüm. Gördüm ki; bölgede kurulan hidroelektrik santralleri ekosistemi bozduğundan, suyun havayla iletişim kurması engelleniyor... Böyle olunca da ovaya çiy düşmüyor, nem olmuyordu. Borulardan akan su derelerden çekilen suydu. Tüm canlılar solmaya başlamış, çay da bundan nasibini almıştı. İşte o dönem, ilk kitabımı yazdım. "Çaylar Şirketten". Burada ikinci bir tehlike daha vardı. O da çayın özelleştirilmesi süreciydi. Özel sektör haksız rekabeti kapalı kapılar ardında yaparak Çaykur'u zayıflattı, üreticiyi yoksun bıraktı. Çaydan geçinen 2.5 milyon insan için çay bir felaket olmaya başlamıştı. Yabancı sermaye, Türk çayının kalitesinin farkına varan şirketler, çayın üzerini pikelemeye çalışıyordu. Orada birçok miting yapıldı. Sıkıntıyı anlattım. "Bir gün gelecek çayları şirketten içeceksiniz" dedim insanlara. Son zamanlarda artık Çaykura gereken ihtimam gösterilmediği gibi tek kalan KİT olan Çaykurun özelleştirilmesi konusu gündeme geldi. İşte o dönem bu kitabı yazdım. En çok satılan kitaplarımdan biriydi.

Çaylar Şirketten filmi, yakın zamanda gösterime girdi. Nasıldı tepkiler?

Ilk galasını bu 14 Nisan'da Rizeleliler gününde yaptık. İlgi çok güzeldi. Kitap ve film, çaya dokunan, bölgenin kanayan bir yarasını anlatan, çayın cefasını çeken emekçileri anlatan bir hikayedir.

Gelelim Bodrum'a... Uzun süredir Bodrum'da yaşıyorsunuz. Bodrum'u anlatan bir filminiz bir de kitabınız var. Biraz da onlardan bahsedelim mi?

Doğduğum yerde yaptığım hizmetlerden sonra bir de doyduğum yer Bodrum'da yaptıklarım var.
Bodrum'a ilk geldiğim zaman Mausoleum kitabını okumuş ve çok etkilenmiştim. Yerine gittim. Baktım ki sadece taşlar var. Halbuki ben öyle okumamıştım. Dönemin yöneticilerinden bilgi talep ettim, kimsede yok. En sonunda Kale içindeki Turizm ve Kültür İlçe Müdürlüğüne yönlendirdiler. Müdürün kişisel kütüphanesinde az sayıda kaynak vardı. Turizm kenti ve dünyaya açılan turizm penceresi burası, ama tanıtım adı altında hiçbir şey yok. Şaşırdım. Karar verdim, Bodrum'la ilgili bir şey yapmaya. Ve senaryosunu kendim yazdığım, çekimlerini bizzat yaptığım ilk Bodrum belgesel filmi "Antik Halikarnassos"u yaptım. 18 ay sürdü. Aşkla sarılmıştım filme. Pek çok fuara götürüldü, Bodrum için kullanıldı. Sonra Didim'den bir talep geldi. Suavi ve Tolga Çandar ile birlikte "Kehanetler Ülkesi Didyma" filmini yaptık. Şaheser bir filmdi. Tüm Didim halkını oyuncu olarak oynattım. Tıpkı Bodrum gibi bir belgesel çıkardık orada da.

ANACIĞIM 'UĞRAŞMA ŞU MEZARLARLA' DEDİ

Mausoleum ile ilgili bilgi bulabildiniz mi daha sonra?

Asıl önemli olan mausoleumun peşine düşme hikayemizdi. Turizm Bakanlığı ile beraber İngiltere'deki British Museum'a gittik. Yetkililer, Mausoleum'un parçalarını Osmanlı'dan "padişah fermanıyla" aldıklarını söylediler. Gösterin dedik gösteremediler. Ne kadar aradıysak bulamadık o fermanı. Işte onunla ilgili bir kitap yazdım, adı "Aşkın Mabedi" oldu.

Bu kez bir aşk hikayesi mi?

Bodrum ve Mausoleum'un kuruluş aşamasını anlatan bir hikaye. Mausoleum, Kral Mavzolos'un kendini ölümsüzleştirmek adına kurduğu bir anıt mezardı. Fakat onu öyle anlatılırsam hiç de ilgisi olmayacağını düşündüm. Annemle bir gün konuşurken "Oğlum nedir bu mezar taşlarından çektiğin, uğraşma bu mezarlarla" dedi. Zaten Mavzolos'u da pek sevdiğim söylenemezdi. O nedenle harika bir kadın olan eşi Artemisia'yı yazdım. O nedenle filmin de kitabın da adını "Aşkın Mabedi" yaptım. Aşk kelimesini kullanırsam anacığımın dilinden de kurtulacağımı düşündüm. Iyi ki de öyle yapmıştım. Şimdi ikinci baskısını yapmak üzere kitap.

Şimdi bir proje var mı elinizde? Yeni bir kitap ya da film?

Futsol... Yeni kitabımın adı bu. Ben yaşamımın büyük bölümü sporla geçtim. Amatörde, Rizespor'da oynadım. Yöneticilik yaptım. Spor hukukunda uzmanlaştım. Türkiye Futbol Federasyonu disiplin kurulu asbaşkanı oldum, avukatlığını yaptım. Uzun yıllar sürdü. Ama futbolda sporu farklı amaçlarla kullanan sağ tandanslı iktidarların hegemonyasında kaldım. Türk sporuna karşı duymuş olduğum sevgi giderek yalnızlaştı. Yanlış olduğuna inandığım bu sistemde futbolla ilgili bir kita yazmaya karar verdim. Temmuzda başladım, eylül sonuna kadar bitirdim. Spora bu kez sol pencereden baktım. Hayranı olduğum Che Guevera'nın da bir futbolcu, benim gibi bir kaleci olduğunu öğrenince kitabı onun üzerniden kurgulamaya başladım. Sossyalist devrimci takımların ve futbolcuların olduğunu gördüm. Ama 1. dünya savaşından sonra sağ iktidarların dünyada futbolu nasıl kullandığını görünce hayretler içinde kaldım. O nedenle futbolun sol penceresinden bakma amacıyla yola çıktım. Adını da futsol koydum. Henüz daha basılmadı. Keşke bugünlerde çıkmış olsaydı. Çarşı takımının yaptığı direnişi, Mısır'da Fahd takımının yapığı direnişi, Feenerbahçe'nin cumhuriyetin kuruluş yıldönümünde yaptığı ulusalcılığı, futbol tarihini, Adanademirspor'un mücadelesini çok yakında kitapçılarda bulacaksınız diye düşünüyorum.

Üretmeye ve yazmaya devam yani...

Yazı yaşamımı Meryem Ana ile bitireceğim. Son kitabım anam olacak herhalde. Son filmim olmayacak ama. Kitap konusunda kendimi artık yeterli hissetmiyorum. Kalemim o kadar güçlü değil. Bu bir özeleştiri değil, itiraf. Yazamıyorum artık eskisi gibi hızlı. Önümüzdeki günlerde ilk uzun metrajlı filmimi çekiyorum. Içinde çevre mücadelesi ama büyük bir de aşk olan bir film bu. Önümüzdeki yıl set kurmayı düşünüyorum.

Son bir mesajınız var mı okurlarınıza?

Sanatsal yaşamımda yaptıklarım, tanık olduklarımı anlatya çalıştım. Türkiye tarihine bir izdüşüm bırakmak istedim. Arkamızdan birçok insanın faydalanacağına inanıyorum. Ticari hiçbir kaygım yoktu benim. Tüm kitaplarımı, filmlerimi ben kendi cebimden finanse ettim.. kimseden bir kuruş almadım. Yazar demiyorum kendime... Yazan bir adamım ben. Şu ana kadar üretebildiklerim bunlar. Ama anlatmadıklarım anlattıklarımdan çok daha fazla.

 
Toplam blog
: 32
: 1048
Kayıt tarihi
: 04.08.13
 
 

Selda Öztürk, 1992 yılından bu yana aktif olarak medya sektöründe çalışmaktadır.  Ulusal ve yerel..