Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Kasım '13

 
Kategori
Kişisel Gelişim
 

Bencillik ( 'Ego'lara fren gerek )

Bencillik ( 'Ego'lara fren gerek )
 

İnsan, ilişkileri içinde, yaratılışındaki sosyal yapısıyla bir ömür değişim içinde olan ve sürekli yeniden tanımlanan bir varlıktır. Diğer insanlarla hiç ilişkisi olmayan sağlıklı bir insan düşünülemez.

İnsanın çocukluğundan itibaren yavaş yavaş oturmaya başlayan karakter yapısının belli bir yaşa gelince çevreyle ilişkilerinde ve kendi iç dünyasındaki etkileri… Her insan ayrı bir dünya. Ve tüm insanların paylaşmak zorunda olduğu birlikte yaşadığı şu dünya...

Hayat şartları ağırlaştıkça insanlar birbirlerini daha çok sevme ve sayma yerine, bunun aksine davranışlara sürükleniyorlar. İnsandaki vefa duygusunu, fedakarlık duygusunu yok eden ya da azaltan bencillik...  Oysa gün olur öyle bir an gelir ki hiçbir zenginliğin, maddiyatın açamadığı bir kapıyı sadece bir insan açar. Şayet o güne kadar o insanı kazanamadıysak; yani sadece maddiyat derken insan biriktiremediysek boşa yaşamışız demektir.

İnsanın kendini gözlemleyebilmesi çok önemli. İnsan, kendi içindeki çelişkileri fark edebiliyorsa şayet, kendi iç dünyasındaki olumsuz sivrilmeleri de törpüleme fırsatını yakalamış demektir. Yeter ki her zaman ön yargısız ve iyi niyetli olunabilsin. Yalansız ve riyasız, kendi olabilsin... Yeter ki bencilliği üzerinden atmayı istesin, geçmişteki hataları geleceğe taşımasın. Çünkü o bencillik denen düşman duygu, aslında iç huzurumuzu da sürekli kemirmektedir.

İç dünyamızda kendimize karşı bile bizi düşman edebilmektedir.

Kendine cephe alan, kendiyle barışık olmayan insan, önce kendi içinde huzuru yakalayamamış insandır ki bu insanın mutlu olabilmesi, çevresine pozitif yaklaşabilmesi de imkansızdır.

" Özür dilemek, sizin haksız olduğunuz manasına gelmez. Karşınızdaki insana verdiğiniz değerin; egonuzdan yüksek olduğunu gösterir. » SIGMUND FREUD  

Bugünün teknolojisine bakıldığında geçmişe oranla çok büyük bir lüks ve refah içinde yaşayan insanların, mutluluğun doruğunda olmaları gerekirken durum öyle değildir. Günümüzde, bütün dünyayı saran bilgisayar teknolojisiyle dünya avuç içine sığacak  kadar küçüldü. Ama  insanların sorunları büyüdü. Her ne kadar “Bilgi çağı” dense de, aslında teknoloji bilgiyi yok edip insanları robotlaştırmaya başladı. Çünkü bilgi yeni ufuklar açarken önce bize bizi öğretir.

Bilgi önce insanı öğretir. Ve insan önce SEVMEYİ öğrenir.

Daima yeni keşifler peşinde koşan insan kendini yeniden keşfetmeyi unuttu. İnsan SEVMEYİ unuttu. Sevgiler bile menfaatler üzerine kurulmaya başladı. Maddeye olan bağımlılık ruhun açlığını arttırdığından, bunu fark edemeyen bugünün insanı, düne göre çok daha fazla mutsuz oldu. Hayat’la baş edebilmek ancak UMUT, AZİM, İNANÇ ve SADAKAT ile mümkün’ken tüm bu değerler ya eskidi, ya yıprandı, ya da kısmen yok oldu. Ve bu değerler içinde gizli olan MUTLULUK, önlenemeyen hırsların ve egoların yanında yavaş yavaş köşesine çekilip yeniden keşfedilmeyi bekler oldu..

Yaşadığımız hayatlar bize ait değil aslında… Hepsi her anıyla bize emanet edilmiş zamanlar… 

Mesele şu ki, o zamanları nasıl kullandığımız…Ve bir de hırslara kurban edilen gelecekleri ekleyin buna; kalplerde tükenen heyecanlar, gözü dönmüş hırslara mağlup olan duygular ve küçük çıkarlar uğruna kurban edilen tüm sevgiler…

Yaradılış gayemize uygun doğru bir hayat yerine " bir yanlış ta ben yapayım ne var ki bunda " düşüncesinin akl-ı selim ile bir ilgisi olamaz.

Hepsi bencilliğin eseri...  Oysa hep aynı şey tekrar edilmez mi o kaçınılmaz son’a varınca...  Tam da “ eyvah ! “ deyip her şey anlaşılmaya başlandığında, hırslardan arındığımızda, hayat biter… Dünya artık durmuştur... Ya sonra ? 

Hayatın son adımıyla sonsuzluğun ilk adımının eşiğinden geçerken, üzerimize neyin doğacağını da bize emanet edilen hayat içindeki yürüyüşümüz belirlemeyecek mi ?…

Hayat yaz-boz tahtası gibi. Hergün herşey yeni baştan yazılıyor, ya da bozuluyor. Ama yazmaktada bozmaktada irademizin ya da egomuzun payı büyük... Güzel bir kıssa ile yazımı sonlandırmak istiyorum.

Aynı kalp rahatsızlığıyla aynı kaderi paylaşan iki yaşlı adam aynı odayı da paylaşıyorlardı. Tek fark biri cam kenarında diğeri ise duvar dibinde yatıyordu. Cam kenarındaki yaşlı adam her gün camdan bakarak arkadaşına dışarısını anlatırdı.

“Bugün deniz sakin, yine de hafif rüzgar var sanırım çünkü uzaktaki teknenin yelkenleri rüzgarla doluyor. Park bu sabah sakin, iki salıncak dolu iki salıncak boş, dünkü sevgililer yine geldi, aynı yere oturup konuşmaya başladılar, el ele tutuştular, ne kadar da yakışıyorlar birbirlerine. Erguvan ağaçları ne kadar güzel açmış, her yer mor bir renk almış, erik ağaçları da beyaz çiçekleriyle onlara eşlik ediyor. Denizin üzerindeki martılar bugünkü yemeklerini arıyorlar, ne güzel de dalıyorlar suya...”

Günler böyle geçip gidiyordu ta ki cam kenarındaki yaşlı adam kalp krizi geçirene kadar. İşte o anda duvar kenarındaki adam düğmeye  bassa kurtaracaktı arkadaşını ama şeytana uydu, bunca zamandır sadece dinleyebiliyordu, artık görebilirdi de, işte bunun için düğmeye basmadı ve hemşireyi çağırmadı. Aynı kaderi paylaştığı kişiyi ölüme gönderdi, ama o bunun haklı bir savunma olduğunu düşünüyordu.

Ertesi gün hastabakıcılar ölen yaşlı adamın yerine kendisini koymaya gelmişlerdi. Hemen yatağının yerini değiştirdiler,

İşte o günlerdir bakmak istediği manzarayı nihayet görecekti.

Başını kaldırdı ve pencereden baktı “ SİMSİYAH BİR DUVAR” ... (alıntı...teşekkürler bilgi yelpazesi.net)

 

 Erol Güldiken 

 
Toplam blog
: 53
: 1368
Kayıt tarihi
: 31.10.08
 
 

Bestekar ve Yazar'ım. Sanat, kişisel gelişim ve hayata dair; elimin erdiği, dilimin döndüğü ve ka..