Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Mayıs '12

 
Kategori
Eğitim
 

Bencillik mi yoksa "doğal hak" mı?

Bencillik mi yoksa "doğal hak" mı?
 

Anne, sen bencil misin? Baba, hakkımı mı yiyorsun?


Çağdaş insan daha mı bencilleşiyor? Yoksa bencillik kavramı, bugüne kadar anladığımızın dışında başka bir anlama mı bürünüyor?

1980- 90 yıllarında çalıştığım İsveç okullarında, çocuklarını okuldan almaya birlikte gelen anne- babaların boşanıp ayrı yaşadıklarını (%70'in üstünde) söylediklerinde önce, çocuklara acımış, sonra, anne- babanın bu bencilliklerine kızmıştım. Çocuklarını kendi egolarına feda ettiklerini düşünür, içten içe onları ayıplardım. Dilimin döndüğü kadarıyla da bizim Türk aile kültürümüzün bu bağlamda daha iyi olduğunu onlara anlatırdım. Söylediklerimden pek bir şey anlamazlar, şaşırıp, nasıl böyle boş düşüncelere sahip olduğuma bir anlam veremezlerdi.

Zamanla, kazın ayağının öyle olmadığını görünce, şaşırma sırası bana gelmişti. Çünkü, artık, bizim de çocuklarımız olmuş, toplum kurallarının geçerliliği doğrultusunda büyümeye başlamışlardı. Çocuklarımızın anne- babaları, yani bizler, eşlerimizden boşanmamıştık ama çocuklarımız için ne fark ederdi ki bu -sözüm ona birlikteliğimiz:

Bir yaşındaki çocuğu yuvaya bırak, akşam iş dönüşü çocuğu yuvadan al. Yorgun argın çocuğu yedir, içir, yıka, yatır; ertesi gün, yine ayrılık, yine aynılık, dünün devamını yaşayarak bir koşturmanın peşinden kostur dur.Başını kaldırıp da gözünü açtığında bir de bakarsın ki karşında duran genç bir (yabancı)!... "Bu benim çocuğum mu?" dediğinde,iş işten geçmiş olur; bundan böyle başlarsın onların, çocukken çektiğin resimleri veya video kasetleriyle zamanı geri sarmaya, oyalanmaya. Bir anne-baba için en acı olan da bu ya!...

Bu şekilde yaşayan toplumlarda, "bireyselliğin" ortaya çıkması kaçınılmazdır. Sadece İsveç'te olan bir durum da değildir bu. Çagımızda bireysellik- tek başına yaşamak- bencil olmak, bir 'kusur' degil; bir 'eğitimin', bir toplumun "dogal yaşam alanı içine girmesi ve bu haliyle de normal karşılanıyor" olmasıdır.

İsveÇ'te eğitim, kişiye sığınma, kişiye dayanıp ondan güç alma alışkanlıklarını yıkmış; kişinin kişiye verdiklerinden dolayı bir 'minnet duygusu'na kapılması, ayrı bir 'bağlılık göstergesi'nde bulunması, kendi üzerinde başkasına hak tanıması, İsveçliden uzaktır. Çocuk, öğretmeninin kendisine öğrettiklerinin toplumsal bir görev olduğunu, bunu ücret karşılığında yaptığını, ona ayrı bir minnet borcu bulunmadığını biliyor. Sistem okuldan, "eğitim - terbiye" değil "öğretim" bekliyor. İsveçli, öğrendikçe eğitildiğinin bilincine varmış. Bu yüzden memur ile iş sahibi arasındaki ilişkiler bir tavsiye kartiyle, bir telefonla, bir aracıyla başka yönde geliştirilemiyor.İnsan gücünün, toplumun hangi katında bulunursa bulunsun, örgütlerin gücü karşısında anlamsız, etkisiz olduğuna inanılıyor.

Yine bu yüzdendir ki, İsveçli kadın, "Kadın Hakları" sözüne bile katlanamıyor. Böyle bir ayrılığı, "özgürlüklerine vurulmuş bir darbe" olarak görüyor. Bilindiği gibi dünyada, yasalar önünde en çok hak sahibi kadınlar, İsveç yasalarında vardır. Bu yüzden kadın İsveç'te "her şey" demektir.

İsveçli kadın, "Doğanın yarattığı farklılaşma (kadın-erkek farkl.) bile unutulmalıdır" diyor. O da erkek gibi serbestçe aşk yapabilir, çocugunun doğmasında kendi iradesini kullanır, istemezse, bebeğini alır, kocasını veya erkeğini evinden atabilir. İstediği gibi yaşar ve bunlar doğal haklarıdır. Bu haklar yasalarla da korunma altına alınmıştır. Bunları, "kadına verilmiş özgürlükler" gibi göstermek, İsveç toplumunda, "kadının özgür olmadığının kanıtlanması" anlamına geliyor.

İsveçli veya Avrupa kadının bu denli özgürce yaşaması, biz Doğulu insanların aklına hemen, "kadın cinsiyeti"ni getiriyor. Çünkü, Doğu insanı kadını maalesef hâlâ kullanılabilir bir "meta" olarak görüyor. "Kadının özgürlüğü erkeğine bağlı" şeklinde düşünüyor.

Oysa özgürlük, demokrasinin olmazsa olmaz bir koşuludur. Özgürlüklerin yasalarla kısıtlandığı toplumlarda demokrasi yeşermez.

Özgürlüklerin var olup olmadığı, her toplumda ve her çağda tartışılıp duracaktır. "Doğal Haklar" ın sınırı genişledikçe, özgürlük yeni sınırlara doğru kaçacaktır. Bir İsveçli için aç olmamak, işsiz kalıp kalmamak, gelecekten korku duymak veya duymamak, kısaca, doğuşla ölüm arasında toplumsal bir güvenlik içinde yaşamak artık "özgürlük" değil, "doğal hak"tır.

Çağımızın insanı, toplumuyla bu denli yakınlaştıktan sonra hızla "dünya insanı" olmaya ayak attığı halde, biz Türkler'in hâlâ -insanı insan eden kavramları (anayasa, demokratik açılım, iyi-kötü, dindar-milliyetçi ..vb. kavramlar gibi), yerli yerine oturtamayışımız, bu yüzden de boşa vakit geçirmemiz, insanlık yolunda ne kadar ilerlediğimizin çarpık bir örneğidir.

Çağın insanı kendisini bağlayan hiçbir bağla bağlanmak istemiyor. Çünkü, yapılması gerekeni zaten yapıyor. Örneğin, boş oturmak istemiyor, sürekli okuyup kendisini geliştiriyor, hiç kimseye muhtaç olmak istemiyor, her türlü ihtiyacını kendisinin karşılamasını istiyor; bu yüzden de kendisini herhangi birine, herhangi bir kuruma, hatta anneye - babaya bile minnet duyma gereği duymuyor. Ama, "kolektif aklı" ile de toplumsal birliğini sağlamasını becerebiliyor.

Anayasa, halk için, halk tarafından (demokratik sivil örgütler, kurum ve kuruluslar, tüm sendikaların katılımı; yani, aşağıdan yukarıya doğru örgütlenerek) yapılır. Oysa bizde, bu kuruluşların adları varsa da sanlarının esamesi bile yoktur. (Zaten, bu yasaları takan da yoktur ya!)

"Balyoz operasyonu"ndan söz ediyorlar. Bundan büyük balyoz mu olur? "Yukarıda, bir yerlerde" hazırlanan, sözüm ona "Anayasa ve Demokrasi Balyozu" asağıdakilerin (toplumun) başına hızla indirilmekte. Toplum ise, sus-pus olmuş, - yine - birileri tarafından kurtarılmayı (!) bekliyor.

Aslında önemli olan, herhalde, kendinde, içinde, birikiminde ve zihninde "DEMOKRAT" olabilmek.

Bu, "ahlak"la da ilgili bir durumdur. Demokrasi, toplum olarak yaşamın kalitesini yükseltmekse eğer, insan olarak, dünyaya gelmemizin sorumluluğunu da üstlenmemiz gerekir. Bunun da yolu okumak, öğrenmek, aklını doğru yolda kullanmaktan geçer. Aklını doğru yolda kullanmaktır, ahlaklı olmak...

Tek başına ahlaklı olunamayacağına göre, bir arada yaşarken oluşturduğumuz kişiliğimizin ölçüsüdür ahlak.

Bunu da, anlatarak değil, örnek olarak - toplumla birlikte yaşayarak - öğreniriz.

Bu bağlamda okul bize eğitim - terbiye - vermez, (biz zaten terbiyeli çocuk(lar) değil miyiz?; yoksa, terbiyesiz olarak mı doğduk?), "öğretim" den geçirir. Öğrendikçe zaten eğitilmiş oluruz.  Bu öğretimin kaynağı da "bilimsel yöntem"dir, ilim ve fendir, yaşayarak öğrenmektir, gelenekçilik ve boş inançları öğrenmek değildir.

Bugüne kadar okullarımızda "öğretim" yerine "eğitime -terbiyeye" ağırlık verdik de ne oldu? Çok mu ahlaklı bir toplum oluşturduk?

Baktığımızda - ne yazıktır ki - hiç de ahlakla ilgili olmayan şeyler görüyoruz:

En ufak bir hareketimizle, bakışımızla, duruşumuzla, soru soruşumuzla, bu sorulara cevap verişimizle, kısacası hal ve tavrımızla ne olduğumuzun ortaya çıkışıdır ahlak.

Bu kadar kolay ortaya çıkan bir şey için bu kadar çok konuşulması, (ahlak eğitimi alınması), "sözün aldatması" olarak algılanmalı. Ama nerde?

Biz zaten her şeyin "üstten - yukarıdan" (!) geldiğine inanan bir toplum değil miyiz? Bekleyelim, "O" bize nasıl olsa bir gün istenilen amaca uygun bir demokrasi getirir! Meclis Başkanımız Anayasa yapmak için neden şehir şehir dolaşır ki?...

Biz daha, milli bayramlarımızın elden çıkmasına bireysel tepkimizi koyamayan birer 'kurban'larız be! Hangi demokrasiden söz ediyorsunuz?

Biz daha dün, 19 mayıs stadında -hele de Atatürk gençlerinin kadınlı erkekli yaptıkları şovda, kadın -erkek güreş şovu yaptı diye, kimileri başlarına balyoz yediklerini görmedik mi? - sözüm ona bu 'zamanı geçmişler' Atatürk'ün Bayramını kutluyorlar, hee!

Bunlar, Atatürk'Ün ülke için ne yaptığından ve ne yapmak istediğinden bihaber zavallı okumuş cahillerdir.

Bunların kafaları hep geriye doğru çalıştığından, ileriyi göremezler. (Kimileri de böyle kişilere "Kemalist" der.)

Ne yazalım derken nerelere geldik! Şimdi boş verin demokrasi - memo-krasiyi de biz yine gerçeklere dönelim:

----------ÇOCUĞUMA------------

Sürekli meşguldum o kadar sene,
Seninle doyasıya oynayamadım.
Sen beni çağırdın gel oyna diye,
Ben bir türlü zaman ayıramadım.

Giydirdim, doyurdum, seni kolladım,
Sadece bunları yeterli sandım,
Bana oyuncağını getirdiğinde,
Ben seni çoğu kez başımdan savdım.

Yatağa yatırır, seni okşardım,
Sen uyur uyumaz hemen çıkardım,
Şimdi o günleri çok özlüyorum,
Keşke bir dakika fazla kalsaydım.

Hayat ne kısa, yıllar ne çabuk,
Ne zaman büyüdü bu küçük çocuk,
Ona dokunmak için uzandığımda,
Ellerim boş kalır yüreğim buruk.

Artık ne resimler ne de oyunlar,
Ne "iyi geceler" ne sarılmalar,
Hepsi çok geride, ulaşmaksa zor,
Yaşanmadı sanki o güzel yıllar.

Artık hiç işim yok yapayalnızım,
Günlerim çok uzun, üstelik bomboş,
Keşke isteklerini bir bir yapsaydım,
Küçük arzuların şimdi çok şirin, çok hoş..
---şiir: ALICE CHASE-----

Alaettin Morgül / 25.05.2012 

 
Toplam blog
: 193
: 1086
Kayıt tarihi
: 02.02.10
 
 

İsveç`in Göteborg şehrinde oturmaktayım;  evli ve bir kiz bir oglan iki çocuğum var. İsveç`te..