Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Mayıs '18

 
Kategori
Öykü
 

Bendeki Yol Öykün/4 (Deneme) Neden Bu Sevgi Ateşe Verir Yürekleri?

Bendeki Yol Öykün/4 (Deneme) Neden Bu Sevgi Ateşe Verir Yürekleri?
 

Erguvanlar


Parmaklarımı oynatabiliyorum…
Gözlerimde, beynimin coşkusuyla gelen, bayramyeri, oyuncak bahçesi gibi, sanki bezden yapılmış topla oynar gibi, salıncakta sallanırken, yukarıdan aşağıya düşüp, tekrar yukarı çıkıyormuşçasına bir şaşkınlık coşkusunda yüreğim…
Sanki yerinden fırlayacak. Hani kutuların içine saklarlar ya, altında yay olan palyaçonun el çırpması gibi, bir sevinçle, yerinden kopacakmış gibi…

Yüreğim koşmak istiyor…

Evet parmaklarımı oynatabiliyorum…
Çenemin altındaki sert plastik boyunluğun keskin kenarları kesiyor derilerimi…
Başımı aşağıya eğemiyorum.
Garip gülümseme peydahlanıyor dudaklarımda…
Kendimi büyük mağazaların vitrinindeki robot gibi hareket eden, mankenlere benzetiyorum… Belki de garipsenecek derecede, sevinç kaplıyor içimi…

Parmaklarımı ve de gözlerimi oynatıyorum…
Konuşmayı denemek istemiyorum, şimdilik bu kadar, mutluluk yeter…

Suskunluğu seçiyorum…
Suskunluk…
Konuşan bir insan için, dünya hapishanesi…ismi yok bunun.
Konuşamamanın ismi yok.
Ancak tarifini, sessiz sessizlikle, kendi beyninde kendiyle yapabiliyor insan, sessizliğin hıçkırışlarını…

Önce kendine soruyorsun, ben kimim, neredeyim, buraya nasıl geldim, burada olduğumu kim biliyor, yanımda duran kim, biraz sonra kapı açılacak, kim girecek içeriye, elinde ne olacak? İnşallah çiçek olmaz. Hadi be, diyorsun, bir paket çikolata getirseler… Bir paket çikolata…
En azından gofret, bir paket çikolatalı gofret…

Gofret kahrolası düşünceler, nereden çıktı gene bu şimdi, gofret, kim severdi, kime alırdım, kim, utanarak, sıkılarak, bir de gofret alır mısın derdi?
Kimin için arabanın kapı cebine saklardım da, hiç beklemediği bir zamanda
verirdim? Verirdim…
Nasıl da hayretle yaşşaa diye feryat ederek, elimden kapardı… Önce bana yedirirdi bir kısmını, kağıdını sıyırarak… Ne büyük bir fedakarlık…
Hangimiz çocukluğumuzda gönül rızasıyla çikolatamızı biriyle paylaşabilirdik?

Fedakarlık;
İnsan beyninin en zor kabullendiği, bir hareket tarzı belki de…
Tavuklar geldi aklıma, bir avuç buğdayı paylaşırken, kaçının kafasından kanlar akmazdı… Neden bu kadar bencillik, neden bir lokmayı paylaşma korkusu?
Biz paylaşmadık mı? Sen… Evet sen, ilk lokmayı bana vermedin mi, hep ilk lokmayı bana vermedin mi, hep ilk lokmayı ben sana yedirmedim mi?
Ya, boş ver,
gene hüzün anıları bu,
son yürek kıpırtısı gibi…

Parmaklarımı ve gözlerimi oynatıyorum, hüzünden çıkmak için, huzur havuzu bu…
Gecenin geç saati olmalı. Bütün şehir uyuyor… Bütün insanlar uyur gibi…
Uyuyamayanlar yok mu, onların huzur havuzları yok mu, nefes almak için, bir çiçek saksıları da mı yok? Yoklarla varların karıştığı, nedeni bilinmeyen fikir çıkmazları ile yalnızlık çemberinde dolaşan sadece ben miyim? Neden?

Kaçıncı umut baharı bu, kaçıncı hüzün eylülleri geride kalan… Kiraz dalları çiçek açtı mı, erikler çıktı mı, portakallar bitti mi, ben kaç gündür buradayım?
Duvarlar turkuaz renginde, yatak örtüleri ne renk, neden başımı eğemiyorum,
neden… Neden?
Kaldırdın başını sen neden gittin, eğemedin sevgiye başını, neden eğilemedin sevgiye… Sen neredesin şimdi, neden yalnızım ben bu turkuaz renkli odada?
Hani hiç yalnız bırakmazdın beni, hani hiç yalnız bırakmayacaktın!

Sakın canımın sıkıldığını zannetme, bak beyaz melekler kapıyı açtılar, gülücükler dolaşıyor odada, istesem, isteyebilsem çikolata da getirirler, hem de gönülleri coşarak… Coşkunluk gönülleri onlar, dar zamanların dostları…
Belki, belki bir çorba da getirirler… Karnım acıktı ama, biliyor musun bir şey yiyemem…
Ya.. Ben sensiz bir şey yedim mi, sen yiyebildin mi bensiz? Bir şey söyle, söyle bir kez hadiii!
Ne olur söyle, kahvaltıya ben simit getirmeden sen oturur muydun sofraya,
Bana ilk çayı vermeden, içer miydin çayını?

Ya, sen hiç bensiz portakal suyu içtin mi?

Işıklar, loş ışıklar, ne kitap okuyabiliyorum, ne de kalem tutacak ellerimde hareket var…
Bir yanımda olsaydın var ya, bu kadar koyar mıydı bana yalnızlık, koyar mıydı?
Yalnız kalır mıydım ki yanımdayken?
Ne kitaplar okurdun değil mi bana …Hızlı okur hızlı yazarsın ya… Kayar gider ya yağmur damlaları gibi ellerin klevyede… İşte ne güzel olurdu, ben şiirler söyler, sen yetişirdin yazarak söylediklerime, sonra da alıp kağıdı elimize okurduk…
Okurduk da, feryat eder gibi, yalancı, yalancı diye esneyerek haykırırdın, seni seviyorum cümlesini az tekrar yazdırdım diye…

Seni seviyorum, insanın içini ısıtan sıcak bir cümle. İlavesiz, abartısız, iki kelime. Kim icat etmişse yıkmış dünyayı insanların başına. Az yazarsan suç, çok yazarsan, abartın gene, derler…
Ya, bunun ikisinin ortası neresi. İki kelime hepsi, “seni” ve “seviyorum”.
Tek başına anlamsız kelimeler, ama ikisi yan, yana gelince… yanıyor insanların yüreği. Yalan mı hadi söyle,
Yunus, yanmamış mı,
Mecnun yanmamış mı,
aşıklar, ozanlar yanmamış mı,
ben yanmadım mı,
sen yanmadın mı?
Ben binlerce sayfa yazmadım mı, yandım diye,
Sen yazmadın mı yanıyorum diye,
Neden bu sevgi ateşe verir yürekleri…

Sen benim için kitaplar yazmadın mı,
Ben seni anlatan kitaplar yazmadım mı, görmüyor musun? Okuyamazsın bilirim…Verdiklerimi okudun mu binlercesini?

Ödeştik;
Sen ve ben, saygısızlık değil bu yaptığım, sen başlattın…
Ödeştik artık, kelimeler tükenmek üzere herhalde. En çok korktuğum tekrarlar.
Hele yanılıp, bir kez seni seviyorum diye yazacak olsam, varya, ateşe benzin dökmüş gibi harlarım…
Sen harladın mı? Boş ver…

Parmaklarımı ve gözlerimi oynatıyorum… Bakma bu tekrarlarıma, sevinç işte,
seni seviyorum demiyorum ya, bu bile yeter…

Çok geç oldu; korkuyorum gözlerimi kapatmaya… Ya açılmazsa bir daha,
ya seni görme çabalarım da biterse!

Çabalarım;
Az mı uğraştım seni görme veya görmeme çabalarımla…

Ya şöyle kocaman bir sandviç olsa, hani içi dopdolu, önce sen ısırsan, sonra da ben…
Gecenin kaçı oldu ki, alsak yine, şöyle iki elle tutup, aracın kapıları açık, bir kutu ayran, hüzünsüz bir şarkı dökülse radyodan, ve denizin son dalga sesi gelse kulaklarımıza… Ve sen adımı söylesen… Ben, ben gecenin sessizliğinde haykırsam adını… Adını…

Ne de çok severdim adını, bir de gözlerini… Adımı tekrarlarken bakardı buğulu,
Ve ben adını söylerken görürdüm gözlerini… Gözlerini…
Nasıl da bakardın gülerken, nasıl da top, top inci taneleri düşerdi kucağına, ağlarken…
Ağlarken ağlardım ben, sessiz, kıpırtısız, donuk, dişlerimi sıkardım gıcır, gıcır bir ses… Sağ yumruğumu sol avucuma vururdum, canım yanardı… Acını hissedince daha çok acırdı içim…
Ve sen sessiz mahkum hayatımın çilesinin son zincir halkası… Ama aynı halkaya kelepçeli idik… Çıkmaz sokaklarda koşan atlet gibi kan ter içinde döndükçe, başlangıç noktasına dönen…
Ama gene de gülerdik…
Gülecek bir şey bulurduk…Bir yerlerde… Bulurduk…

Bir kumrunun kanat tüyünü avucumuza alırdık, incitmemek için usulca severdik… Gülerdik…
Ağlardık kanadından tüy düştü diye… Sen bana gülerdin, ben sana gülerdim, ne de güzel ağlıyorsun diye, ama gene de ağlamaya başlardım…

Bulutlu hava gibiydi hayatımız, bir bulut, birazcık güneş, sonra, yine bulut ve yağmur… Veya yağmurda sen ıslandın diye, ben ağladım yağmurlarla…
Ama, gene de birazcık, az biraz gülerdik…

Kimin hayatı bize benzemiyor der, bir de onlar için ağlardık… Ağlardık…
Şimdi ben çok ağlıyorum, sen de benim için ağlıyor musun? Aman boş ver…

Kapı açılıyor galiba, bir anda ışık çoğalıyor göz diplerimde…
Gözlerimi eğiyorum tavandan aşağıya, görmeliyim geleni,
Ya sen, sen, sensen…
Garip bir ses, ilaçlar falan diyor,
TEBESSÜM KOKULU BİR SES… “ilaçlarınızı almanız lazım” diyor, “tanıdınız mı beni, ben” diyor “Şebnem hemşire, kırmazsınız di mi beni, alırsınız ilacınızı”?
Di mi, bu da ne kelime E mi gibi, kesik bir kelime diyorum, gülümseyerek…
Bu nasıl bir kelime tarifi, ama hiç duymadım bu tarifi, uydurdum… Galiba…

Ayaklarımı görüyorum tavana asmışlar, kalın, kalın pamuk halatlar sanki…
Kıpırdayamıyorum… Kurşun ağırlığı alçılar, beton sanki…

İlaçları içiriyor Şebnem hemşire, paslı bilyeleri yutar gibi, ağzım acılanıyor…
Çikolata diyorum, sahi adınız neydi diyorum kıpırtısız, saat kaç, günlerden cumartesi mi? Vazgeçtim diyorum, sakın söylemeyin, yine uğraşmayayım cumartesileriyle…
Sahi bu cumartesi sen neredeydin? Güzel araban ile gitmişsindir bir yerlere,
bir yerlere…

Burası neresi, ben neredeyim, neden…
Başucumda, uçuşan kelebekler de ne, ateş böcekleri mi, ışığa mı geldiler? Bunlar şıkır, şıkır ışık saçıyorlar, belli, ateş böcekleri…
Ya, bir dermanım olsa, toplamaz mıyım onları, harf sıralarına göre, adının harf sıralarına göre dizmez miyim onları?
Yazmaz mıyım adını ATEŞLERLE, ALEVLERLE yazmaz mıyım seni seviyorum diye… Yok işte dermanım, ama, ama, umudum var, bir gün, bir gün adını denizlere, ateşlerle yazacağım, bir gün, “SENİ ÇOK SEVMİŞTİM” diye…
“ATEŞLER YAKACAĞIM ADINLA BİRLİK”, dağlarda, şehirlerde yakmam ateşi.
Ya dağlar yanarsa, ya şehirler yanarsa! Ya var mı bende o güç, parmaklarını, zor oynatan bir adam, dağları, şehirleri yakacak, kim inanır buna, ya, kim inanır buna? Umut işte, umut, (unut değil, umut) ? Değil mi fakirin, güçsüzün ekmeği..

Ya, çok acıktım ben, boğazım kurudu, susadım…
Susadım nereden geldi yine aklıma, bu dermansızlıkta…
Susadım; hani sen susardın ya, ben alelacele koşarak, su bulma umuduyla kan ter içinde kalırdım ya, dönüşte nefes, nefese kemerimi tutarak, sana geldiğimde, “al biraz ağzın ıslansın” derdin ya, unuttun mu? Ya, BEN SENİ SEVMEKLE ne iyi etmişim…

Gözlerim kapanıyor…Dermansızım, doğru mu ki, bile diyecek halim yok…
Karanlık, kapkara, zifir bir gece, yok, yok gündüz…
Kim bu gecelerin, gündüzlerin sahibi, bana bir şeyler söylesin…
Hangisindeyim, gecede mi, gündüzde miyim?

Ovaları özlüyorum,
yeşil, karmakarışık otlara uzanmayı,
genzime kaçan, o ot kokusunu, özlüyorum…

Uçurtmalarını son ipine kadar, uçurtan,
çocukların coşkusu doldurmalı içimi…
küçük bir toprak parçasında, topaç çeviren,
çocukların heyecanlarını, terlerinin kokularını duymak istiyorum…

Otların üzerine, arkası üstü uzanıp, ellerimi açarak,
yüzümü güneşle bütünleştirmeyi düşünüyorum.
Buram, buram toprak kokusunu,
ciğerlerime doldurmak istiyorum…

Koşup haykırmak, türküler çığırmak,
hayatı istiyorum, yaşamı,
her isteğim,
“burnumda tütüyor”

“Burnumda tütüyor” bu cümleyi kim kullandı da, bu halimle üstüme duvar gibi yıkıldı…Kim? Kim…

Evet, sen değil misin, özleyince beni, “burnumda tütüyorsun diyen?
Aman boş ver…

Sarı kız bir şeyler söyleyemiyor, bu sefer suskun…
“Sus be kadın, az biraz sus” diyemiyorum…

Uzanmış tek kişilik koltuğa, dizlerini karnına doğru çekmiş, uyku ile uyanıklık arası, kesik, kesik nefes sesleri, huzursuz bir uykuda gibi… Ah, bir de ben uyuyabilsem, bitecek bu hayal cümbüşü, bitecek bu suskunluk korkusu, kör dövüşü suskunluğun beynimde son hırpalanması olacak sanki, ben kazanacağım, hayat kazanacak bu sefer koşacağım okul takımının en son ferdi bir atlet gibi, koşacağım hayat kazanacak beni, ben kazanacağım hayatı, belki de, sensizliği…

Kapanıyor gözlerim. 'Burnumda tütüyorsun' Benim… ben... b….

Mustafa Yılmaz
(İzmir-Çeşme-Çandarlı)

Mustafa Yılmaz 4
Kayıt Tarihi : 3.5.2008 13:50:00 

 
Toplam blog
: 53
: 110
Kayıt tarihi
: 21.10.11
 
 

Hayat mı hırçındı yoksa yazı mı? ..