Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Şubat '21

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

BENİ ARKAMDAN KİM İTTİ?

 
ESKİ ZAMAN RESİMLERİ
BENİ ARKAMDAN KİM İTTİ?
 
Gazanfer ERYÜKSEL
 
1979 Yılında bir günlük gazetenin (Aydınlık) sanat sayfasında başlayan yazı serencamımız 1981’de Ufuklar adlı kısa ömürlü bir dergide yayımlanan iki yazı ile es yaptı... Oldukça uzun bir es. Ne zaman kadar mı? 1992 Şubat’ına kadar... Yuvarlak hesap on yıl... On yıl, ülkemizin darbe periyodu olduğu kadar edebiyatların da kuşaklar cetvelidir. 40’lı şairler, 50’li öykücüler, 60’lı çizerler, yetmişli nineler edebiyat tarihçilerimizin değişmez köşe taşlarıdır. Ne yüzüğe takılan, ne de meydanlara döşenen bu taşların 2000’li yıllardaki arkeolojik değeri ise bizim sorunumuz değildir. 
 
“Onca yıl sen ne yaptın be adam?” diyerek barut kokan ve fakiri çapraz tarayan sorular duyuyorum... Efendim, biz bu dönemde doğduğumuzdan beri yaptığımız bir şeyi yapmaya devam ettik. Yaşanmışlıkları biriktirdik... Daha doğrusu biriktirdiğimizin ayırdına varıp yazmaya başladık yeniden...
1992’de Turgay Kantürk’ün “İlk Gibi Son” adlı ilk şiir kitabı Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü almıştı... Turgay, Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda birlikte çalıştığım aktör, yönetmen ve şair bir arkadaş... Yönetmenliğin ilk ışıkları görünen bir yetenek, zarif, çelebi bir dost...
 
Arkadaş olur, kitabı yayımlanır da imzalayıp vermez mi? Turgay, “İlk Gibi Son”u bize de imzaladı... Ve kitap üzerine bir yazı yazmamı rica etti... Ve her şey Turgay’ın o ricasıyla yeniden başladı. O rica, Pandora’nın Kutusu’nun kapağını mı açtı, yoksa barajın kapağını mı? Bilmiyorum...
 
Efendim, biz fakir-i pür taksir, şark toplumunun bir ferdi olarak bu konunun değerlendirmesini edebiyat tarikçilerine (tarihçileri değil) bırakmakta fevkalâde yarar görüyoruz... “Sezar’ın hakkını Sezar’a verenler, kendi haklarını kime verirler?” sorusu küreselleşen dünyamızda miras hukukunu ilgilendiren bir sorunsaldır... Kalemimizde “sorunsal” sözcüğüne takılma gibi bir eğilim başladı galiba... Hadi, hayırlısı...
“Yahu Turgay”, dedim, “Senelerdir yazı yazmıyorum, yazamam... Hem yazsam bile kim yayımlar” dediysem de derdimi anlatamadım... Tiyatrodaki iş tempom ise yedi gün ekleme cigara gibi dumanlı bir dönem... Sahne direktörüyüm. Basın ve halkla ilişkilere de ben bakıyorum. 
 
Bir hamlamışım ki anlatamam... Dirseklerime kurşun gülleler asmışlar sanki... Kalem yürümüyor... Onu bir ben bilirim, bir de Tanrı... Otura kalka, odalarda volta atarak bitirebildim yazıyı.
 
Ve Hürriyet Gösteri dergisine gönderdim... Yayımlandı... (!) Bu arada Turgay da bana kitap taşımakla meşgul... Hoca, şu kitabı gördün mü? Şu kitap için yazmayı düşünmez misin? İkinci yazım yayımlandığında, zamanın kapılarından bir başka zamana geçmiştim bile... Nereden nereye geçtiğimin ayırdına vardığımda bir başka ülkedeydim. Dil ülkenin gezginlerinden biri olmuştum. H.Gösteri’den sonra Milliyet Sanat ve Varlık dergilerinde yazılarım yayımlanmaya başladı.
 
Bu işe en çok şaşıran ise eşim oldu... “Hiç yayımlanmayan yazın var mı?” diye sordu. Hayır, dedim, ne yazıp gönderdiysem hepsi yayımlandı... “Memlekette bu denli yazar kıtlığı mı var, yoksa sen mi iyi yazıyorsun?”  soruları uçuşup duruyordu yüzünde...
 
Felsefe mezunu bir dost, Okan, kulakların çınlasın, yazılarımın otobüste, durakta ayaküstü okunamadığını söylüyordu... Bu artı bir ölçüt müydü, yoksa eksi mi? Ben fakir ise bulduğum biçemi kullanmakta kararlıydım.
 
1993’ün hangi ayıydı, şimdi hatırlamıyorum... Üç dergide birden yazılarım yayımlanmıştı... Varlık, H.Gösteri, M. Sanat... Turgay, “Sen de azdın... “dedi... Ben de, “Biri arkamdan itti... Onu bir yakalarsam...” dedim. Muzip bir gülümseme yayıldı yüzünde ve sustu... 
 
Fala inanma, falsız da kalma demişler... İstanbul’a gittiğim bir akşam eski dostlardan Bekir’le çay sohbeti yaparken laf nereden dolandı ise burçlara gelmişti... Oldukça zengin kitaplığından burçlarla ilgili bir ansiklopedik kitap çıkardı... Yıldız falıma göre kırk beş yaşımdan sonra edebiyat ve yazı alanında verimli olacağımı okudu... Önce inanmadım. Ver şu kitabı, dedim... İçimde bir acaba sorusu... Uyduruyor mu yoksa derken, Bekir’in söylediği aynen yazıyordu burç falımda... (!) Durakladım. Yaş kırk dört demişim... Bekir gülümsedi... Allah’tan hayırlısı...
 
Beni ilk arkamdan itenin adı söylemiş miydim? Sevgili Nezih COŞ... Sinema yazarı, eleştirmen Nezih COŞ... Şimdi bir başka zamandan bıyıklarını çekiştire çekiştire bakıyor bize... 
 
1979 Mayıs’ında askerlik dönüşü yeniden İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda çalışmaya başlamıştım... Prova, oyun, turne dışında kalan zamanlarımı ise Tünel Kültür Sanatevi’nde çalışarak geçiriyordum. Resim sergileri, film gösterileri, açık oturumlar, imza günleri, açıklamalı müzik dinletileri, tek kişilik oyunlar... 
 
Nezih Coş’u Tünel Kültür Sanatevi’nin renkli sanat ortamında tanıdım... 1968 kuşağının sinemaseverleri Nezih Coş’u umarım anımsamışlardır. Cumhuriyet, Aydınlık gazetelerinde sinema eleştirileri yazıyordu. Bir süre sonra da Aydınlık gazetesinin sanat sayfasını yönetmeye başlamıştı.
 
1970’li yıllar, aydınların bir kesiminin kendilerine ve dünyaya şartlı refleksle baktığı günlerdi. Bu şartlı refleks, Aydınlık gazetesinin sanat sayfasını da etkiliyordu... Böylesi kısır bir döngüyü Cemal Süreya ve Necati Güngör Aydınlık’ın sanat sayfasında yazarak kırdılar... Sonra Muzaffer Buyrukçu katıldı onlara...
Nezih Coş ise sürekli yazı yazmamı istiyordu... Hem de ısrarla... Ben fakir nice kaçmaya çalışsam da o yakamdan düşmüyordu. Ve sonunda Nezih’in kararlılığı galip geldi. İlk yazılarım yayımlanmaya başladı gazetede. Bazı yazılarımın Nesin Vakfı’nın 1979 yıllığına seçildiğini söylerken Nezih’in gözleri ışıl ışıldı. Adam olacak çocuk kakasından belli oluyordu da yazar olacak adam nesinden belliydi? Bu soruyu Nezih’e hiç soramadım... Nesin Vakfı’nın 1979 ve 1980 yıllıklarında yazılarım varmış... Varmış ama... Bu yıllıkları edinmem mümkün olmadıydı o yıllarda... Şimdi ne zaman yolum bir sahafa düşse gözüm hep o yıllıkları arıyor...
 
Sevgili Nezih Coş köşe yazarlığımın da ateşleyicisi oldu... Rumelihisarı’nda Yaz Oyunları... Geleneksel Türk temaşasının modernizasyonu bir oyunu sahneliyoruz... Kanlı Nigar...  Bu arada yazar Sadık Şendil’i ve Münir Özkul’u rahmetle anmalıyız...
 
Orkestrada çalanlar da dönem giysilerini giyiyorlar... Gri pantolon, beyaz gömlek, siyah yelek ve kravat, üstte istanbulin... Bütün bu giysileri tamamlatan bir başlık... Fes.
 
Oyun başladı, başlayacak... İkinci zil verilmiş... Nezih birden karşımda bitiverdi... “Neredesin kardeşim sen?” diye fırça atıyor. “Nezih, oyun başlayacak, perde arasında konuşalım...” dedimse de ikna edemedim. “Ramazan sohbetleri yazacaksın” dedi... “Gayri ihtiyari, hangi gazetede?” diye sordum... Nezih gazete mi değiştirmişti acaba? “Hangi gazetede olacak” dedi, “Bizim gazetede, Aydınlık’ta...” demez mi?!
 
Yahu, bugün Ramazan’ın kaçı biliyor musun? Yedisi...  Ne soru, ne yanıt onu yıldırmadı... Her gün bir yazı vermeliymişim... Üçüncü zil verildi... Verildi ama Nezih bir türlü yerine gitmiyor...
“Haydi, oyun başlayacak, senin yerin var mı ?” diye sordum... “Var...”, dedi Nezih, “Hayati Asılyazıcı davetiye gönderdi...”  “O zaman perde arasında konuşalım...” diyerek zaman kazanmaya çalıştım... 
 
Birinci perde biter bitmez Nezih yanıma damladı. Daha o konuşmadan ben söze girdim. “Bu iş boyacı küpü mü? İnsan hiç olmazsa bir ay önceden sipariş verir...” dedim ama beni duyan kim... “Tamam” dedim, “Be yazarsam getiririm.” Böylece Nezih’in yazı markajından kurtuldum... Herhâlde o da bir işi bitirmenin rahatlığı içinde bir ikinci perde izlemiştir.
 
İşte, “Ramazanlık” diye yayımlanan köşe yazılarım böyle yazıldı. Pardon, düzeltiyorum... Yazdırıldı...
“Ramazanlık” adlı yazı dizisinde ne yazacağım ise tam bir sıkıntı olmuştu. Ramazan ayının kendine özgü eğlenceleri aklıma gelinde “Buldum” dedim. Evet, bulmuştum. Ramazan ayının neşvüneması eğlenceleri yazacaktım. Karagöz-Hacivat, Meddah… 
 
Bir yılbaşı gecesi yemek çıkışı geri geri gelen bir araç çarpıp ölümüne sebep oldu Nezih’in... “Her ölüm erken ölümdür”  der ya Cemal Süreya... Nezih de verimli bir çağında göçüp gitti aramızdan...
Bugün sevgili Nezih Coş’u ne anan var, ne de anısına ödül veren sinemacılar... Ne çabuk unuttuk Nezih’i... Yeni yetişen sinemaseverlere tanıtamadık... Atilla Dorsay’ın her kitabı yayınlandığında Nezih Coş aklımın bir kuytusundan bıyıklarını çekiştire çekiştire kara gözleriyle bakıyor bana... 
Örneğin, SODER mi olur bir başka sinema kuruluşu mu, yoksa Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü mü Nezih Coş’un bütün yazılarını kitaplaştıramaz mı? Anısına bir sinema eleştiri ödülü konamaz mı? Ne zor sorular değil mi?
 
Sevgili Nezih Coş’u bir kez daha sevgi, saygı, rahmet ve özlemle anıyorum. Bu arada Turgay Kantürk’e mahsus selâm etmez ve gözlerinden öpmezsem haksızlık etmiş olurum... İyi ki arkamdan itmişsiniz dostlar... İyi ki...
 
Ayrıca rivayet bu ya, Başak burcundan olanların dilleri sivri, kalemleri keskin olurmuş. Laf aramızda ben fakir de tipik bir Başak’mışım.
 
“Durup, durup düşünüyorum, şanlı tarihimize olan ilgim ve kılıç kalkan oyununa olan sevgim nereden geliyor?” diye... İşte o anda ana dedem Hoca Hayret Efendi’nin (1848-1913) sırtında Şam hırkası, Direklerarası’nda bir kahvehaneye girmek üzere olduğunu ayrımsıyorum!
 
Saatli Maarif Takvimi’nin sadık okurları onu şu fıkrayı ile hatırlayacaklardır. Şirket-i Hayriye vapurlarının birinde Hoca Hayret Efendi gazetesini okumaktadır... Karşısındaki boş yere II. Abdülhamit dönemi paşalarından biri gelir... Gazetesini çıkarır, gözlüklerini takar ve okumaya başlar... Ancak, gazeteyi ters tutmaktadır Paşa hazretleri... Bir diğer deyişle okuryazar olmadığını âleme ilanla meşguldür... Bu durumu gören yolcular gülmeye başlarlar... Ancak hiçbiri cesaret edip de bu durumu Paşa’ya söyleyemez, etrafın sivil hafiye kaynadığı günler. Vapurda Hoca Efendi’nin olduğunu fark eden bir yolcu durumu anlatıp yardım ister... Hoca Hayret Efendi Paşa’ya seslenir, “Paşa Efendi hazretleri, Paşa Efendi hazretleri... Ters oturmuşsunuz...”
 
Hoca Hayret Efendi, II. Abdülhamit döneminin hiciv şairlerinden biridir... Şair Eşref’in hem çağdaşı, hem de yakın arkadaşıdır... Ahmet Mithat Efendi ile de bir dönem yakın arkadaşlığı olan Hoca Hayret Efendi onun muhalif çizgiyi terk ederek ılımlı bir dönüş yapması karşısında selâmı kesecektir. O dönem, hafiyelerin kol gezdiği, sansürün sebil olduğu, jurnalin geçer akçe olduğu bir günmlerdir. 
Hoca Efendi ise hiç esnemeyen bir Abdülhamit muhalifidir. Ne işsizlik, ne yoksulluk onu düşüncesinden caydıramaz. 
 
1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra “İslâm” adlı bir gazetede yazdığı bir yazı yanlış anlaşılarak Sıkıyönetim Kararnamesi gereğince 5 yıl süreyle Rodos’a sürgün edilir. (12 Temmuz 1909)
 
Yakın arkadaşının uğradığı haksızlığı gidermek için çaba gösteren kişi ise Şair Eşref olacaktır. İzmir’den Mabeyin Başkâtibi Halit Ziya Bey’e (Uşaklıgil) mektup yazarak affı için ricada bulunur. Rodos’a sürgün giden Hoca Hayret Efendiye de bir mektup yazarak durumu anlatır ve “Lâzım gelenlere ikişer satırlı arzuhal yazmasını ve inadı bisud göstermesini” önerir.
 
Yazdığı bir dörtlüğü ise hem Halit Ziya Bey’e, hem de Hoca Efendiye gönderecektir.
 
“Vakt-i hürriyette Hayret dendi namına mürteci
Bir zaman yanımda istibdadı derdin düşmenim
Mutlaka bir sehve mebnidir bu mahkûmiyetin
Nefye lâyık değilsin çünkü ispatın benim”
 
Anneannem, Hoca Efendi hakkında bildiklerini zaman zaman anlatmıştır. O da bunları annesinden dinlemiş olmalıdır.
 
Sürgün mahkûmiyeti öncesi gözaltına alındığında Çapa’daki evlerinde oturduklarını söylerdi. O ev şimdiki Çapa Tıp Fakültesi’nin yanından Vatan Caddesi’ne (Adnan Menderes Bulvarı) inen yokuştaki sokaklardan biridir. Eğer yanlış hatırlamıyorsam sağdan ikinci sokak olmalıdır.
 
Bir akşamüstü Hoca Efendi eve gelirken onu bir sürpriz beklemektedir. Bir sivil memur onu yokuşun başında yanında mahalle bekçisi ile beklemektedir... Sivil memur bekçiye sorar, “Hoca Hayret Efendi bu mu ?” Bekçi suskun, başını sallar. Sivil memur, “Merkeze kadar gideceğiz Hoca Efendi...” der. Hoca Efendi elindeki ekmek çıkınını eve bırakmak isterse de sivil memur izin vermez. “Çıkını bekçi eve bırakır...” der ve beraberce bir faytona binerek merkeze doğru yola çıkarlar. 
 
Sultanahmet Ceza ve Tutukevi’nin kaçıncı düşünce suçlusudur acaba Hoca Hayret Efendi... Ondan sonra da nice yazar-çizer, düşün insanını zorunlu ikamet yeri olacaktır bu yapı...
 
Eşi Hatice Hanım’dan ilk isteği kitap sandığı ile bir yatak ve yorgan olacaktır Hoca Efendi’nin... Hatice Hanım her gün yemek taşır cezaevine... Mendilinin arasında gizlediği makas ile de Hoca Efendi’nin tırnaklarını keser...  Bir gün yine cezaevine gittiğinde Hoca Efendi’nin Rodos’a sürgün edildiğini öğrenecektir... Beş parasız kalan ailenin dramını anlatacak kimse kalmadı bugün... İhtimal eski zaman mahalle dayanışması ile ayakta durmaya çalışmışlardır.
 
Hoca Efendi ise kitap sandığı, yatağı ve yorganı ile Rodos seferindedir!
 
Anneannem Rodos’ta bir oda kiraladığını söyleyecektir babasının... Hoca Efendi bir gün çarşıda gezinirken eski bir öğrencisi ile karşılaşır. Hocasının sürgüne geldiğini öğrenen genç şaşkındır... İstibdada karşı hiç yılmadan savaşan Hoca Hayret Efendi II. Meşrutiyet’ten sonra sürgüne gelmiştir! Hoca Efendi’yi evlerine yemeğe davet eder... Genç, Rodos’un varlıklı ailelerinden birinin oğludur. Lâf lâfı açıp sohbet uzarken vefakâr öğrenci Hocasının yatağını ve kitaplarını kendi evlerine taşıtır. Akşam Hoca Efendi gitmek isterse de buna izin verilmez... Bu anneannemin bana anlattıkları... 
Hoca Hayret Efendi 1910 yılında affedilerek İstanbul’a gelir ve 1911’de Darülfünun Ulumu Diniye ve Edebiye Şubeleri Müdürlüğü’nden emekliye ayrılır. 1913 yılında ise vefat eder.
 
Dilimizin döndüğünce söylemeye çalıştığın gibi beni arkamdan iten ve yazının sularında yüzdüren genetik itenin annemin dedesi Hoca Hayret Efendi’dir. Sülalemin bilinen ilk şairi, düşünce suçlusu ve siyasi mahkûmunu rahmetle anıyorum.
 
Yazımızı Hoca Hayret Efendi’nin bir sözü ile bitirelim... “Kitaba bakarak karşılık vermek, kabak bağlayarak yüzmek gibidir.”
 
En az üç bin besteyi ezbere okumayanın hanende sayılmadığı bir dönemden Internet’le yaşanan bilgi çağına geçmek için ne çileler çekmiş insanlık...
 
Meraklısı için ek: 
Nezih Coş, 1949 yılında doğdu, İktisadi Ticari İlimler Akademisi'ni (İTİA) bitirdi. 1968'den başlayarak çeşitli dergilerde çalıştı, 70'li yıllarda Türk sinematek derneği ve o zamanki adıyla Türk Film Arşivi'nde çalıştı. Cumhuriyet ve Aydınlık gazetelerinde sinema yazıları yazdı. Sinema salonlarıyla ilgili araştırması ödül kazandı. 1 Ocak 1987 tarihinde bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetti.
 
 
 
 
 
 
 
Toplam blog
: 227
: 584
Kayıt tarihi
: 16.12.15
 
 

1952 Yılında İstanbul'da doğdu. Pertevniyal Lisesi'ni ve İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akad..