Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Haziran '20

 
Kategori
Anılar
 

Benim hayatım - (7)

Sucuk içini bilir misiniz? Evde sucuk - pastırma yapıldığı zamanlar, mutlaka bir kısımı sucuk içi olarak ayrılırdı... Ben ise sucuktan çok sucuk içini severdim... Tavada ateşe konduğu zaman yaydığı o güzelim koku, hele yanında da, fırından yeni gelmiş sıcacık taze ekmek varsa, yenmeye doyum olmaz... İnanın sucuktan daha fazla lezzetliydi... Yiyenin tadı damağında kalırdı... Sıcacık ekmeğin içine, biraz acılı... Bakınız bende başladım o günleri aramaya... Derler ya her geçen gün, gelen günü aratır diye... Gün değil seneler, bir ömür geçti.. Ben ise hâlâ geçmişte yaşıyorum... Hâlâ bu yaşta çocuğum...

O zamanlar bana verilen 25 kuruşla, 15 kuruşluk üzüm ve 10 kuruşla da simit alırdım bakkaldan, alıp yerdim, ne güzel olurdu. O zamanın ağız tadı da kalmadı. Şimdi aynısını yapıyorum, nerede o üzüm, nerede o simitler... Ve kurutulmuş keçi boynuzu alırdık yerdik!

Mısır'ın püsküllerini, yerden bulduğumuz gazete kâğıtlarına sarıp sigara gibi içerdik, arkadaşlarla!

Kayseri de tuvaletler, merkezi sisteme bağlı değildi. Tuvaletin hemen yanına büyük bir çukur kazılırdı. Pislikler oraya toplanır, dolduğunda da Belediye'ye haber verilir. Belediye kamyonla gelip çekerdi. Bir gün rahmetli hayriğim Bedros tuvalete gidiyor ve arka cebinde olan para cüzdanını düşürüyor. O kapağı açıp cüzdanını çıkartıyor ve tüm paralar yıkanıyor, bahçeye güneşe sermiştik, [sıralamıştık] kurusun diye... Beni de başına nöbetçi koymuşlardı, paralar rüzgardan uçmasın diye!

Rahmetli hayriğim yazları İstanbul'a giderdi, bana verdiği 2,5 lirayı hiç unutamam. Her gittiğinde mutlaka 2,5 lira verirdi, o zamanlar daha 2,5 lira kâğıt para yoktu. Sonradan 2, 5 liralık kâğıt para da basıldı... Bu paralar da bizler gibi tarihe karışacak, 5 kuruşun, 10 kuruşun ve hatta delikli yüz paranın bir değeri vardı... Şimdi ise bir YTL. sının bile bir değeri yok. Bir milyon, [1.000.000] lira ile ne alınıyor, ne değeri var, herhalde şu anda bir simit bile alamazsın, bu parayla... Zamanında bir milyonu olanı parmakla gösterirlerdi. Gel de yanma, gel de şarap şişelerini devirme... Gel de edebiyat yapma, ne olacak bu memleketin hali diye, elindeyse dertlenme... 

Politikacılarımızın verdiği eserler ortada, "ne idik ne olduk, daha da ne olacağız." 1976’da askerden geldiğimde 50.000 – 60.000 liraya katlar satılıyordu, neredeo günler...


Nevrik Yayam'da bir sihir vardı, onun okuduğu insanlar, iyileşirdi. Bir gün hasta olan biri geliyor, kapıyı çalıyor, kimseyi bulamıyor. Gelenler ellerini kapıya dokunup, dua ediyorlar. Ve evlerine gidiyorlar, evlerine gittiklerinde kendilerini iyi hissediyorlar. Öyle, efsunculuk-büyücülük gibi şeyler yapmazdı, mamasından kendine geçen bir sihir... Ama bir inançtı, o gelenlerde o inançla gelmişlerdi... O insanlar bir gün sonra gelip bu durumu yayama anlatıyor ve teşekkür ediyorlar. Ve ne yaptıklarını anlatıyorlar... Dedim ya bir inanç meselesi diye!

Teneffüslerde her çocuk gibi oyun oynardık ve öğretmenimizde bizi seyrederdi. Oyunlarımızda kavga ettiğimizi hatırlamıyorum... Kâmil arkadaşımız derste, okunacak dersleri çok hızlı okurdu ve kıpkırmızı olurdu... Seneler sonra ben askerdeyken, Penyamin ahpariğimle aynı yerde çalışacak ve selamını askerdeyken alacaktım... Sonradan onu görecek ve tesadüfen bir başka arkadaşımızı daha görecektim. O da Mahmutpaşa da bir eşarpcı dükkanı açacak ve seneler sonra da, Bursa da bir havlu Fabrikası kuracaktı, bu arkadaşımın adı da İsmail'di. Çok zengin olacaktı. Babası da Kayseri de tuhafiye işi yapardı, o zamanlarda da varlıklı kişilerdi!

Efkere'den mamam Gülümya'nın halası bazı yazları bize gelir, 2-3 ay kalırdı. Mama'mın halası olduğu içinde, bizde hala derdik. Mamam tarafı Efkere'liydi, yayam tarafi ise Erkilet'liydi. Mama'mın evleri varmış o zamanlar da parmakla gösterirlermiş. Bahçede kuyu açıp ilk su çıkaran hayriği Levon dedem olmuş. Çok akıllı, o zamanlarda takma kol ve ayak yaparmış. Her kimin bir derdi olsa gelip akıl alırlarmış! Ve o zamanlarda söylermiş ki, bir gün gelecek sizler evde otururken bir aletle dünyayı seyredeceksiniz dermiş. İşte TV. İleride bu konuya da değineceğim!

Kesim zamanı mama'mın halası, kesimden kurtulmak için Türk oluyor ve bir Türk'le evleniyor. 5 Vakit namazını eksik etmezdi. Kendisini çok severdim. Bir müftünün yanına gidiyor, ismini Fadime koyuyorlar. Müftünün kızı diye biliniyor. En son aldığım bilgilere göre, torunlarının İstanbul'da yaşadıkları, ama Ermeni ismi neydi, doğrusunu isterseniz öğrenemedim, öğrenirsem ileride ki yazılarımda yazarım. Küçük çocuklara ve ihtiyarlara karşı her zaman içimde sevgi vardır. Şimdi de öyle. O halamız da rahmetli oldu. Ne çocuklarını tanırız, ne de torunlarını. Bize yalnız gelirdi ve yalnız giderdi, ihtiyar olmasına rağmen dinç görünüşü vardı. "Onu da sevgi ve saygıyla anıyorum". Bir resmi olacaktı, Türkiye’ye gittiğimde bulursam yanıma alacağım.

Kayseri'de o zamanlar çocuklarla oynuyoruz. Bizim evin arka tarafında ki bahçede. İstanbul'dan bir telgraf geldi. Mamam Gülümya'nın maması Uskuhi yayamı bir trafik kazasında kaybediyoruz. Yayamın yaşlılığından olsa gerek, aklı gelir giderdi. Kendisi rahmetli Sarkis daydayım ile beraber kalırdı. Evden çıkıyor, TRT'nin tam karşısında ki sokaktan aşağı inilince, Dolapdere'ye yakın bir yerde otururlardı o zaman, orası da iki katlı küçücük bir evdi. Sen evden çık ta Eminönü-Karaköy'e kadar yürü, ve bir taksi çarpıp kaçıyor. Vuran Karaköy de çalışan kadınlardan biri zannediyor, çarpıyor ve kaçıyor, gecenin bir vakti...

Sarkis daydayım ve iki oğlu, Atanas ve Kirkor ile onların Agop daydayı yayamı aramaya çıkıyorlar. Karakol-Polis derken, bir haber geliyor ki, Karaköy de trafik kazasından ölen ihtiyar bir kadın var, morgda diye. Onlarda dört kişi morga gidiyorlar ve morgda buluyorlar. Oradan alıp iki-üç gün sonra son istirahatına yatırıyorlar. Sonra'dan Polis taksiciyi bulmuş,gelip haber vermişler, taksici aynı yukarıda yazdığımı söylemiş. Sarkis daydayım şikayetçi olmadı ve olay kapandı. ALLAH rahmet eylesin...

Uskuhi yayamı da yazları, Kayseri'den İstanbul'a, o da bir yaz götürmüşlerdi. Gedikpaşa da bize gelmişti, odada çocuklarla yastık döğüşü yapmıştık, bize yapmayın diyor ama dinleyen kim, en sonunda bıkıp sedire oturmuştu. Uskuhi yayamla bir hatıram bu var sanırım. Yani anneannemle!

Kayseri İstiklal İlkokulunu bitiren, Sahak ahpariğim Talas'ta yatılı olarak okula başlıyor... Sarkis ve Apkar ahpariklerim ise, İstanbul'a Üsküdar Tıbrevank Okuluna yatılı olarak gidiyorlar. Orta ve Liseyi orada okumaya başlıyorlar. Onlarda yazları Kayseri'ye gelirlerdi, okullar büyük tatile başladığı zamanlar. Bizlerden bazıları İstanbul'a gidecek, bazıları ise, İstanbul'dan Kayseri'ye geleceklerdi. Bir orada, bir burada, evet ama ne zamana kadar? Ta ki İstanbul'a göç edene kadar!

Yandaki komşumuz Hatice'ler göçmüşlerdi, nereye gitmişlerdi hatırlamıyorum. Orayı da bir çekirdekçi tüccarına kiraya vermişlerdi. Orayı depo olarak kullanırlardı. Kimse gelip oturmadı. Bende bizim bahçeden onların, bahçelerine geçerdim, bizim bahçe ile onların bahçesini ayıran ufak bir duvardı, geçmek çok basitti. Çuvallarla gelen çekirdekleri alır, bir torbaya koyar, çay bardağın içini alacak kadar, o zamanlar kaça satardım, herhalde ya beş kuruşa ya da on kuruşa! satardım. Bir gün Sahak ahpariğim çekirdekleri sattığımı görüyor ve elimde ki çekirdekleri de paraları da alıyor. O zaman bizlerden herkes İstanbul'a gitmişlerdi, bir beni bırakmışlardı, mamam, hayriğim ve kardeşlerim de gitmişlerdi, neyse bir Ohannis çok gelmişti, alıp götürmemişlerdi, ne kadar ağladım, beni götürmediler, burada bıraktılar diye...

Yazları boş durmazdık, rahmetli hayriğimle, marul satan bahçelere giderdik. Oradan "has marul" alırdık ve marul satardım, bizim eve yakın yerlerde, gazoz satardım, o zamanların meşhur "Çamlıca" gazoz'u. Bir büyük leğenin içine gazozları, sonrada su ve buz koyardım, Sabahları erkenden saat yedi de çıkardım gazoz satmaya, o saatte kim alacaksa, çocukluk işte ama o saatte bir tane gazoz sattığımı hatırlıyorum. Şimdi hâlâ var mı o marka bilmiyorum? Bir yaz da ayakkabı boyacılığı yaptığımı hatırlıyorum...

İstiklal İlk Okulunda, bir "On Kasım" töreni, benim öğretmenim, ATATÜRK'ü görmüş ve Osmanlı'cayıda bilir, konuşur ve yazardı. Bir yazımda bahsetmiş olacağım, Cumhuriyetin ilk öğretmenlerindendi. ATATÜRK'ü nasıl gördüğünü anlatıyor, konuşmacı olarak. Konuşmalardan sonra da ben de, bir şiir okumuştum, çok kısa bir şiirdi, hatırladığım kadarı ile.

Daha önceleri Civan kerayrımın bir bakkal dükkanı vardı. Kayseri'de, sonra satacak ve İstanbul'da yine hayriğimle Tarlabaşın da bir bakkal dükkanı açacaklardı. Hacı kerayrım ise, iki tane olan, biri siyah, biride beyaz olan eşşek'leri vardı. Köylerde mal satardı. Manifatura olarak, elbiselik, pazen ve kıvır zıvır şeyler. O kara eşşeğin üzerine, Erkilet'te bağda hiç birimiz binemezdik üzerine, bir kendisi binebilirdi, hiç kimseyi bindirmezdi ama beyaz eşşeğin üzerine binerdik.

Mahallemiz de bakkal dükkanı çoktu. Hayriğimle birlikte biri daha erkek terziliği yapardı. Ve bir de bisikletcimiz vardı. Bizleri severdi, aynı mahalledeydik ne de olsa bize ihtimas geçerdi, bisiklet kiralar 10-15 dakika geç de gelsek bir şey söylemezdi. Hayriğiminde arkadaşı olurdu.

Ve o zamanların meşhur Beşiktaş ne yapar yapar, hep son dakikalarda gol atar, ve yenerdi, karşı takımı. Bizlerde bağırırdık, Şenol-Birol-Gol diye. O zamanlar belki şimdikilerin milyarlık takımlarına 5 atarlardı. Şenol-Birol oynasın yeterdi...

Bir de o zamanların meşhur boksör Garbis vardı. (Garbis Zakaryan) Sonraları boksör Cemal'in (Cemal Kamacı) antrenörü olacak, kendisi gibi dünya ringlerinde onu meşhur edecek ama ne acıdır ki, kendisi bile, kendisini o duruma getiren boksör Garbis'i, ne kendisi, nede bir başkası ağızlarına almayacaktı. Ne de gazeteler yazacaktı. Ne de olsa bir Ermeni antrenörü sayesinde meşhur olmuştu. Ama zavallı boksör Garbis'imiz unutulacaktı. Ama değerini de bilen bilir, varsın o ve onun gibiler unutsun. Varsın gazeteler yazmasın.

Kayseri'nin meşhur Klarnetçi Agop vardı. "Eline klarneti alınca insanların, yüreğine ses veren, titreten, ağlatan, özleten" ve Dişçi Agop Kaya vardı, ava, avcılığa ve silaha meraklı. İkisini de 2 sene kadar önce kaybettik. Onlarda yıldızlara karıştı.

Evin satışı ise koskoca bir ev, Bakkal Mahmut efendiye satıldı. O zaman yapılan pazarlıkları hatırlıyorum. Rahmetli hayriğim ve Mahmut efendi ve bir kaç kişi daha vardı yanlarında, en son yapılan pazarlıklarla evimiz 30.000. TL. sına satıldı. Ve İstanbul'daki evde hatırladığım kadarı ile, 130.000. TL. sına alındı. Aradaki farkı görüyor musunuz, koskoca bir ev içinde çok büyük bahçesi ve üç evi olan bir yer yok pahasına satıldı. Ve İstanbul da üç katlı ahşap bina ise 130.000.TL.sına satın alındı. Gideceğimizi anladığından Mahmut efendide faydalandı. Ve helallaşıldı, el sıkıldı, iş bitti. Hep bizlere öyle olmadı mı?

Evet üzücü bir durum ama o zamanların şartları da onu gerektiriyordu. Ve o şartlara göre de yapıldı. 1973’de askerlik yoklaması için gittiğim de Mahmut efendiyi de görmüş, rahmetli hayriğimin terzi dükkanı normal olarak bakkal dükkanına çevirmişti ve evimizi de gezdim, bende çok hüzünlendim, o anda neler hissetmedim ve ağladım, eski acı ve tatlı hatıraları ile çocukluk günlerim aklıma gelmişti ve bir gün oturup da bu günleri yazacağım hiç aklıma gelmemişti. O zamanlar deselerdi, bu günleri yazacağımı güler geçerdim herhalde değil mi?

Arada unutup aklıma gelenler oldukça yine Kayseri'ye döneceğim...

Devam edecek...

Açıklama ; Horaykur, Hala \ Murakur, Teyze \ Mama, Anne \ Hayrig, Baba \ Gınkahayr, Sardıc \ Yaya, Babaanne veya Anneanne \ Dayday, Dayı / Hopar, Amca \ Kerayr, Enişte \ Kuyrik, Abla \ Ahparik, ağabey \

Not ; Niçin Ermenice deyimleri kullandığımı merak edenler için. Çocuklarımın anlaması için! Evet şimdi de bir kedi-kedilerimiz vardı onu hatırladım, sonra ki bölümde de onu yazayım...

Paris, 16 Mayıs 2008 - 00.02

 
Toplam blog
: 161
: 379
Kayıt tarihi
: 06.02.07
 
 

Matbaacıyım, şu anda malülen emekliyim. Askerden önce şiir denemelerim oldu. Bazı dergi ve gençlik ..