Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ağustos '16

 
Kategori
Deneme
 

Benim kızımın suçu neydi?

Benim kızımın suçu neydi?
 

Bu, Antep’e ilk gelişimdi. Gözüme takılan ilk ayrıntısı ise çarpık yapıların kendi aralarındaki düzensizliğiydi. Bir tarafta koca apartmanlar görülürken, onların hemen yanı başlarında ise derme çatma kulübeler, kalitesiz çadırlar dikkatten kaçmıyordu. Yoksulluğu belirgin bir şekilde tezahür eden bu çadırlarda kalan insanların Suriyeli göçmenler olduklarını anlamam elbette doğal olarak gecikmemişti. Onların yanından geçerken rahatsız edecek bir boyuttan sakınarak, mümkün mertebe göz ucuyla yaşantılarına bakıyor, bilmedikleri bir ülkede çektikleri bu acınası sıkıntılarına bizzat tanık oluyordum. Bazı çadırlarda altı yedi, bazılarında ise sekiz dokuz kişi birlikte kalıp, yaşamın bu zayıf dallarına tutunarak, başlatmadıkları bir savaşın bedeli ağır olan bu sürgün hayatına alışmaya çalışıyorlardı. Ayakları çıplak bazı çocukların üzerlerinde ise Mart ayının soğuğunda onları korumayan ince, eski püskü kıyafetler vardı. Bunca talihsizliklerine rağmen onların bir nebze de olsa neşeli hallerine, oyun oynamalarına rast gelmem zihnimdeki bunca olumsuzluğa en azından bir virgül koymuştu.
 
Bu konu mühim, ama başka bir zaman bu mesele üzerine yazmaya devam edeceğim. Şimdi size savaşı hem madden, hem de manen yaşayıp, diyetini müthiş derecede acı bir şekilde ödeyen Suriyeli bir iş adamından bahsedeceğim.
Sevgili şair dostum Sinan’ın vesilesi ile başlamıştı tanışıklığım. Gaziantep’in Şahinbey ilçesindeki bir parkta üçümüz bir araya gelip, hemen kıyımızda şiddetini olanca gücü ile sürdüren bir savaşı hasbıhalimize konu etmiştik. Ben, konuşmaktan ziyade sohbetimize sonradan dâhil olan bu Suriyeli göçmenin anlatımlarını merak etmiş ve onu dinlemeye kendimi hazırlamıştım. Hikâyesine geçmeden önce size biraz ondan bahsedeyim. (Evvela beni bağışlamanızı dilerim. Aradan iki yıl geçtiği için ismi hatırımda kalmadı. Ama hikâyesi ve yaşamı, sanki ondan dün dinlemişim gibi belleğimde saklı hâlâ…) Orta yaşlarda bir adam. Parlak siyah saçlarını o gün arkaya taramıştı ya da bunu her zaman yapıyordu. Yüzünün çizgileri karakteristikti ve tenin rengini doğup büyüdüğü Halep topraklarından almıştı. Kırık bir Türkçesi olmasına rağmen dilimizi akıcı konuşabiliyordu. Bunun sebebi ise ülkemize devamlı gelip gitmesinde saklıydı. Savaş başlamazdan önce ülkesinde saygın ve rahat bir hayatı varmış. Yönetimi altında iki yüz kadar işçi çalıştırdığı bir ayakkabı atölyesi sahibiymiş. İşinden evine, evinden işine gidip gelen, siyaset ile bir alıp verdiği olmayan, kimsenin tavuğuna kış demeyen, kısacası kendi halinde bir yaşamı olan sıradan bir yurttaşmış. Evet, Esad’a karşı öyle pek sempatik duygular beslediğini sanmam, ama yine de ülkedeki çatışma ortamının henüz gelip kapıya dayanmadığı yıllardaki Esad yönetimi altında güven içinde yaşamanın, şimdiki vahim çaresizlikten çok daha iyi olduğuna kanaat gerdiğini düşünüyorum. Neyse, bu yazının konusu zaten Esad’ın iyi ya da kötü bir politikacı olduğu meselesini tartışmaya açmak değil. Biz, hikâyesini miş’li, muş’lu bir şekilde anlattığımız o göçmenin anlatımına kulak verelim. Zira bir zamanlar sahip olduğu birçok şeyi savaş nedeni ile kaybetti…
‘ Bu savaş bizi mahvetti.’ diyerek sohbetinin en hararetli kısmında veryansın etti ve aynı seyirde devamını getirdi. ‘ İnsanlar yerinden yurdundan oldular. Sadece o mu, canından da oldular. Esad’ı hiç sevmem, sapkının tekidir. Ama hiç olmazsa onun döneminde insanlar iyi kötü yaşamlarına devam ediyordu. Memleket öyle bir bataklığa girdi ki bundan on yıl sonra nasıl olur bilmem. Bu savaş böyle giderse ne ülke bırakacak, ne de insan.’
Derken birden duruldu. Sakinleşti. Derin bir soluk alıp verdi. Cep telefonuna kayıtlı bir resmi açıp, öptü. Sonra bize de gösterdi. Henüz gençliğinin taze baharında güzel bir kızın yüzüydü bu.
‘Kızımı da vurdular?’
‘Kim?’ diye sorunca şöyle bir tepki verdi.
‘İster Esad’ın askeri olsun, isterse muhalif. Ne fark eder? Silahtan çıkan bir kurşun onu öldürdü. Daha on altı yaşındaydı. Benim kızımın suçu neydi de onu öldürdüler? ’
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Savaşta sadece mülkünü ve saygınlığını değil, aynı zamanda canından bir parça olan biricik evladını da yitirmiş yüreği acı ile dolu bir baba ile birlikteydim ve onun anlatımına kulak veriyordum. Yüzünde bu toprakların alışkın olduğu mahzun bir keder aksediyordu.
 
Kendini hemen toparladıktan sona telefonundaki diğer resimleri ve bazı videoları da bize izletti. Gördüklerim korkunç şeylerdi. Kolları, bacakları gitmiş insanların ıstırap verici halleri, yıkıma uğramış yapılar, toza dumana karışmış sokaklar, ellerinde silahları ile çatışan militanlar ve ülkelerinin bu talihsiz yazgısına kahreden üzgün yurttaşlar…
‘Benim günahım neydi?’ diye bağırdı. ‘ Kimseye bir kötülüğüm dokunmadı. Ne siyasetten anlarım, ne de başka şeyden. İşinde gücünde olan bir adamdım. Benim iş yerimden, evimden, kızımdan ne istediler. Bana, iş yerime neden zarar verdiler? Bu savaş yüzünden bunca yılın emeğini, birikimini kaybettim. Şimdi burada ne olacağını bilmez bir halde bekliyorum. Çok yazık. Bu ülke daha kolay kolay belini doğrultamaz artık. Kimin kimle savaştığı bile belli değil. Her kafadan ayrı ses çıkıyor. Üç beş kişi bir araya gelip, falanca örgütü kuruyor. Böyle bir ülkeye barış nasıl gelir ki?’
 
Son cümlesini derin bir ümitsizlik içinde kurmuştu. Evet, söylediği üzere siyasetten anlamsa da, şuna kesinlikle inanıyordu; savaş, bir ülkeye yalnızca yıkım getirmekle kalmıyor, insanları bir arada tutan ve onlara yaşam gücü veren ümit bulutlarını da dağıtıyor, açılan boşluğu ise alabildiğine çaresizlik ve kahredici bir sürgün hayatı ile dolduruyordu. Bir kere insanlar arasına nifak tohumları ekilmişti ve silah tüccarları ellerini ovuştururcasına savaş tanrılarına dua ediyorlardı. İnsanların bu beklentiler üzerine ölmelerinin ne önemi vardı? Mühim olan çıkarlardı…
 
(Yazının devamı yok, anlatmak istediklerim buraya kadardı. Gerisini merak eden varsa Gaziantep’e ya da Kilis’e giderek, hatta buna da gerek yok, bulundukları şehirlerdeki bir Suriyeli göçmeni bularak ona kulak verebilir. Eminim ondan dinleyecekleri de en az bu hikâye kadar trajik olacaktır… Bu arada barış dediğimiz şey, önemini bugünlerde nasıl da belli ettiriyor değil mi?)
 
 
14 Ağustos 2016
İstanbul
 
Toplam blog
: 27
: 732
Kayıt tarihi
: 21.06.10
 
 

Edebiyat, edebiyat, edebiyat....  ..