Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Şubat '09

 
Kategori
Sinema
 

Benjamin Button'un tuhaf hikayesi ve Can Yücel'in hayatı

Benjamin Button'un tuhaf hikayesi ve Can Yücel'in hayatı
 

Her köşede Benjamin Button'un Tuhaf Hikayesi'ne övgüler dolu. Brad Bitt'in o kadar saat makyaj masasında oturması övgüye değer...Ama kimse hikayenin/senaryonun Can Yücel'in 'Hayatı Tersten Yaşamak' öyküsüne gönderme yapmıyor. Henüz filmi izlemedim! Ama bu film vizyona girdiğinden beri aklımda tek soru var! Yeşilçam Can Yücel anısına bu filmi çekmeyi başarsaydı...

HAYATI TERSTEN YAŞAMAK

Vakit gece yarısı. Bir tavanın içinde sıralanan sigara börekleri gibi yatmışız. Eşim, kızımız, ben. Sıcaktan her tarafımız eşit pişsin diye sağa-sola dönüyoruz mütemadiyen. Derken kızım kendini yataktan yere atıyor. Boyu kısa, en küçüğümüz o ya... Tava da ilk pişen börek o.Önce yastıkları sıralıyor parkenin üzerine(bir nevi fazla yağı alması gereken peçete gibi), sonra kendini üstüne atıyor yastıkların. ‘Ben burada uyucam anne, orası çok sıcak ‘diyor. Tamam, anneciğim, diyorum. Sıcak hava her ne kadar uyutmasa da, gözlerimin kapalı olması hafif uykumu getiriyor. Kızım yerde uyuya kalmasın, uyuyunca odasına taşıyayım diye, bir gözüm açık, diğeri kapalı... Nöbetleşe uyumaya çalışıyorlar.

Nefes alınmıyor, tek bir yaprak kımıldamıyor. Üçümüzde hasta olduğumuz için, klima açmaya korkuyoruz, terlemek daha sağlıklı diyoruz. Babası dönüyor, ben dönüyorum, kızımız yerde habire yastıklarının yerlerini değiştiriyor. Anlaşılan o ki, ben uyumadan uyumayacak. Gözlerimi kapatıp, hayal kurayım bari diyorum, o uyuyana kadar.

Arşivlerime bakıyorum ne hakkında hayal kursam diye, bulamıyorum. Lakin aklım; sıcakla –ölüm arasında bir bağlantı kurmuş olsa gerek ki, gözümün önüne Can Yücel’in, Hayatı Tersten Yaşamak konulu yazısı geliyor. Hani şu Cami avlusunda başlayıp, anne rahminde müthiş keyif ile hayatın bittiği konulu.

Bende hayal etmeye başlıyorum hayatımı. Tabi ki Can Yücel gibi. Tersten. Şartlar izin verirse ve şansım yaver giderse kendime tahminen 85 yıllık bir ömür biçiyorum. Kimine göre az bir zaman. Günümüzde 100 yaş ve üzeri yaşamanın sırları araştırılırken, ben nicelik değil, nitelik önemli diyorum. Hayalime göre dolu dolu yaşayacağım bu 85 yılı.

Tıpkı Can Yücel gibi, cami avlusunda açıyorum gözümü. Tüm sevdiklerim orada. Ama ben hiç birini hatırlamıyorum. Hiç birini tanımıyorum. Hayalime anılarımı da eklemeye karar veriyorum.

Tekrar açıyorum gözlerimi, cami avlusunda. Bu sefer herkesi tanıyorum. Kalkıp sarılıyoruz. Merhabalaşıyoruz. Kalbimi kırmış olan arkadaşımda orada.10 sene önce ya da sonra, yani ben 75 yaşındayken yaşanmış bir olay. Gidip ona da sarılıyorum. Aklıma 2 seçenek geliyor. Ya aklımı zorlayıp neden kırıldığımı hatırlayacağım ve o olay artık her neyse, bir daha yaşanmamasını sağlayacağım. Ya da kırık kırık geçireceğim önümdeki 10 seneyi giderek gençleşerek. Hayalimin bu çoktan seçmeli kısmını atlayıp, basit şekilde düşünmeye çalışıyorum. İlişki detaylarını bırakıyorum.

Emekliliğimin dolmasına 20 sene var. Bu 20 seneyi gönlümce geçireceğim. Dolu dolu yani. Ne de olsa iş hayatına atılınca bu kadar param ve imkânım olmayacak. Bu kısmı süper. Bir elim yağda, bir elim balda, sağlığım elverdiğince, gücüm yettiğince gezip dolaşıyorum dünyayı.

Geldik 65 yaşına. Başlıyorum bir şirkette iyi bir pozisyonda. Ne var ki yıllar geçtikçe unvanımın azalması zoruma gidiyor. Bir nevi statü endişesi. Birde kişisel olarak tecrübelerimin azalması bende yetersizlik duygusu uyandırıyor. Normalde insanlar iş değiştirirken kariyerlerinde de bir ilerleme olur. Değiştirdiğim işlere rağmen ben hep daha azıyla yetinmek zorunda kalıyorum. Babam azı beğenmeyen, çoğu bulamaz diyor. Ne yazık ki bu tersten hayatta böyle bir şey söz konusu değil. Bu durumuma çözüm olarak; İş hayatındaki senelerimi yani anıları, her yılbaşında sıfırlıyorum. Böylece daha katlanılabilir oluyor.

Aradan geçen 40 sene bu koşullarda bana çok da keyif vermiyor. Aklımı sıfırlama sebebiyle silinen anılarım, kurulan dostluklarımı da unutturuyor. Birde anne-baba-eş-çocuk faktörleri var tabi. Ne yalan söyleyeyim. Birden karşıma çıkan kazık kadar gelin-damat-kız-oğlan pek sevilesi gelmiyor. Burnumda hep bebek kokusu tütüyor. Çocuklarımın bebek kokusuna doyamadan, onları rahmime yerleştirmek zorunda kalmak, beni derinden yaralıyor.

25 yaşına gelince yanımda sadece annem-babam-kardeşim kalıyor. Annem beni yanına çağırıp; bak kızım diyor. Kaldı 25 senen. Biliyorsun 25 sene sonra karnıma gireceksin. O sebeple geri kalan ömrünü en iyi şekilde değerlendir. Biz sana her imkânı sunmaya çalışacağız elimizden geldiğince.

Tüylerim ürperiyor. ölüm tarihimi bilmek, kanımı donduruyor. Üniversiteye gidiyorum. Kalan 25 senem olduğu için derslere pek çalışmıyorum. Sınıfta kalırsam senem uzar diye hayal ediyorum. Etkinlikten etkinliğe, konserden konsere koşuyorum. Ne var ki mezun olamadan okuldan atılıyorum. Üniversite diplomasını almayanı liseye almıyorlarmış. Annem-babam okumam gerektiği konusunda ısrarlı. Ne var ki okumak bana ne fayda saylayacak pek kafam almıyor. Yinede ailemin ısrarı üzerine üniversiteyi dışarıdan bitirip önce lise, sonra ilköğretimi bitiriyorum. Sonunda anaokuluna başlıyorum.

Sınıflarımız felsefe sınıfları gibi. Doğal olarak bu kadar bilgi birikimi ile zamanımızı oyun oynayarak geçiremeyiz. Ha bire tartışıyoruz bir şeyleri. Aramızda bazı arkadaşlarımız, birikimlerini gelecek kuşaklarla paylaşmak için kitap yazıyorlar. Sınıfım, büyümüşte küçülmüş çocuklar cenneti. Yemek vaktinde; Bak yemeğini ye ki, bir an önce küçül deniyor. Sanki Âlice Harikalar Diyarında masalının, gerçek hayat versiyonunu yaşıyorum. Tüm bu anlam karmaşası bir yana, benim gözüm hep salıncaklarda. Seneler evvel, 60 yaşarındayken, büyük parklarındaki salıncakta sallanan, kaydıraktan kayan yaşıtlarımın hep bir yerleri sakatlandığından ve iyileşme süreleri de uzun olduğundan cesaret edememiştim parkta gönlümce oynamaya. Böylece, geriye kalan 6 senemde hep içimde ukde kalacak konuyu bulmuş oluyorum ömrümün son deminde.

İş hayatından sonra keşke;’Kısmı Alzheimer Yeteneğimi’ kaybetmeseydim diye geçiriyorum içimden. 3 yaşına geliyorum. Annem-babam artık televizyon seyretmek senin için zararlı diyor ve istersem tuvaletimi altıma yapabileceğimi söylüyorlar. Hatta yemeğimi onlar yedireceklermiş ve istediğim oyuncağı alacaklarmış. Başta hoş geliyor duyduklarım. Ama giderek elden ayaktan düşmek, gururumu zedeliyor. Kendine güvensiz bir çocuk göndereceksiniz ana rahmine diyorum, ama anlamıyorlar. Onlar benim anlamadığım bir dilde agu agu yapıp duruyorlar. Bir süre sonra, kafamda, zaman kavramını da yitiriyorum. Konuşma yeteneğimi kullanmamaktan, konuşup-anlama yeteneğimi de yitiriyorum. Derken bir gün kapı önünde hastane çantasını görüyorum. Anne-babamın gözü yaşlı. Anlıyorum ki vakit geldi.

‘Sonhaneye’ gidiyoruz. Doktor isterse babamın da içeri girebileceğini söylüyor. Babam bu teklifi ‘ben dayanamam’ diye reddediyor. Doktor beni almış kucağına göbeğimden bir ip bağlıyor önce. Sonra bir delikten içeri tıkmaya çalışıyor. Ben ne kadar karşı koymaya çalışsam da benim açımdan sonuç başarısız oluyor.

Uyanıyorum. Hemen etrafa bakıyorum. Eşim yatakta, kızımız yerde. Sıcaktan mı, kâbustan mı bilmem, sırılsıklam olmuş geceliğim. Derin bir oh çekiyorum. Kızımı öpüp yatağına taşıyorum. Yüzümü yıkıyorum. Eşimi öpüp yatağımıza yatıyorum. Bir daha mı Tersten Hayat Hayali kurmak. Tövbe. Çok eskilerden aklımda kalan bir şarkı sözü geliyor dilime.

Akışına bırak damarında akan kan gibi,

Akışına bırak dağlarda inen ırmak gibi,

Akışına bırak, akışına bırak

Bırak gitsin.

 
Toplam blog
: 119
: 1401
Kayıt tarihi
: 11.02.09
 
 

Ben kimim? Tüm sıfatlarımın dışında doğduğum günden beri bu sorunun cevabını bulmak için sürekli ..