Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Temmuz '19

 
Kategori
Kitap
 

Berlin'in Yalnız Kadınları

Ali Ekber Ataş

Giriş…

İkinci Dünya Savaşı ve Hitler üstüne çok yazılıp çizildi. Elbet ki, her kitap, yoğun emek ve uzun araştırmalar sonucunda ortaya çıkmış bir ürün. Hepsi de okunmaya değer yapıtlar. Ne ki, okuduğum(uz) bütün kitaplarda genel çerçeve hep aynı ve birbirlerinin tekrarı gibi. Adeta, bir keşif uçağından çekilmiş fotoğraflardan yansıyan görüntünün ötesine geçecek, ne bir “olgunluğa” sahipler ne de o “aşkınlığa” ulaşabilmiş yapıtlar. Dönemin anlatılan olay ve olguları, iki boyutlu bir tablo gibi adeta. Ne hacimsel bir ağırlıkları var ne de derinlik algısını yakalayabilmişler. Yeterli hacimsel kütleye ulaşıp, beklenen derinliğe inemediklerini ise, Orhan Karaveli’nin yeni kitabı, “Berlin’in Yalnız Kadınları”nı okuyunca fark ediyor insan.

Kaynağında, insan algısı artık çok boyutlu bir görünüğe (perspektif) sahip. Bu da demektir ki, olay ve olgulara, Picasso gibi çok boyutlu bakıp, elimizdeki eseri bir Kübist resim gibi yaratabiliriz. Önden, üstten, yandan, arkadan, alttan, enine ve boyuna baktığımız gibi, derinliğine de inebilmeliyiz. Bu derinlik, salt yükseklik boyutuyla sınırlı bir derinlik  değil, nesnenin (eserin) hacmine göre yatayına bir derinleşmeden de söz edebiliriz burada. Bundandır, İkinci Dünya ve Hitler üzerine yazılmış olan önceki yapıtların; geçmişle ilgili, bilinen olay ve olguları, değişik kurgu ve biçem oyunlarıyla, birbirlerini tekrardan öteye geçemediklerini söyleyebiliriz,  ne yazık ki. Oysa küçük ayrıntılarda büyük sırların ya da büyük olayların küçük ayrıntılarda saklandığı gerçeği, ilgili herkesçe bilinmesine karşın, “yükün pahadan” ağır gelmesi, yazarı, gazeteciyi, araştırmacıyı kısa yoldan sonuca götürme kolaylığını da sürüklemiş olabilir. İşte, tam da burada, Orhan Karaveli’yi, benzerlerinden,  kuşaktaşlarından, ve meslektaşlarından ayıran özelliği kendiliğinden öne çıkıyor. “Nedir bu özellik” diye soracak olursanız, şunları diyebilirim: Yukarıda söylediklerimin hemen hepsinin, Orhan Karaveli’nin yazar, gazeteci, sanatçı, şair ve karikatürist kimliklerinin bireşimi olarak onda var zaten. Bütün bunların üretime dönüşme anında ortaya çıktığını ve üretilenin arkasında, uzun ve yorucu araştırmalarıyla, bir kazıbilimci titizliğinin; “ustalığı hoşgörüyle, alçakgönüllüğü üretimle” dışlaştıran sıradışı bir kişiliğin insanı bulunduğunu söylemek isterim.   

Kitaba döndüğümde, bana ilginç gelip beni şaşırtan gerçeklik ise şuydu: Araştırmalardan elde ettiğim bilgiler, 1950’li yıllarda, Berlin’de yaşayan Türklerin sayısının iki elin parmaklarını geçmediğini gösteriyordu bana. O tarihlerde, Türk konsolosluğu çalışanları ile Berlin’de öğrenim gören birkaç öğrenci dışında Türk yok gibi. Berlin’e gidenin ise, yok denecek kadar az olduğuna şaşmamak elde değildi. Gidenlerin ise, ister yazar, şair, sanatçı olsun, ister siyasetçi, gazeteci; anlaşılan o ki, Orhan Karaveli’nin yazdığı “Berlin’in Yalnız Kadınları”ndaki küçük ayrıntılarda saklı olanı görmekten, henüz çok uzakta kaldıklarıdır. Karaveli ise, o dönem Berlin’inde tek Türk gazetecisi olarak, başında Abdi İpekçi’nin olduğu Türk basınının önemli bir unsuru, Milliyet gazetesinin temsilcisi olarak bulunmaktadır orada.

Berlin’de; Atatürk gençliğinin simgesi ve temsilcisi olmuş  genç bir Türk gazeteci…

1955-58 döneminde Berlin’de gazetecilik yapan Karaveli, “Berlin’in Yalnız Kadınları” adlı kitabı ile o döneme ilişkin bilinmeyen nice ayrıntıları gün yüzüne çıkarıyor. Kitap, o yıllara tanıklığının sıradışı bir belgeseli. Böylesine içten, sıcak, 56 yıl geçmiş olmasına karşın, insanların yüzlerini görüp, soluk alış verişlerini duyumsatan insancı bir dil… Kimseyi kırıp dökmeden, kimseye saldırıp incitmeden, iyi kötü demeden, genç bir gazetecinin (henüz 25 yaşındadır o vakitler Karaveli) kaleminden aktarılan olaylar... Kaynağında, Karaveli’nin sergilediği bu kimlik ve kişilik, Atatürk ulusu ve gençliğinin simgesini bulmuş olmalı ki, Berlin’in resmi makamları nezninde dahi, saygınlık uyandırmış. Öyle ki, Alman Basın Cemiyeti’nden Basın Kartı’nı, polisinden de ehliyet alabilmiş Karaveli. Bunlar az şey değil. Hele ki, insanların karakaşına kara gözüne bakılarak da verilmiyor elbet. Parçası olduğunuz ulusun, dâhil olduğunuz kültürün, sizi var eden tarihin, sahip olduğunuz dilin, içinde yetiştiğiniz gelenek-göreneklerin yaşayan yanlarını, çağdaş ve uygar dünyadan kopmadan yaşatılmasıyla beraber, başka ve yabancı coğrafyalarda, ulusunu ve kültürünü iyi bir şekilde temsil etmekle de ilgilidir.

Orhan Karaveli, 25 yaşında, Türk basınının genç bir gazetecisi olarak, Berlin’de geçirdiği beş yılda bunu başarabilmiş sıradışı bir kişilik. Atatürk devrimlerine sonuna değin bağlı, bizi biz yapan değerlerimize saygılı, Türk olma bilincini yaşama biçimine dönüştürebilmiş, özü ve sözüyle kültür üreten bir kimlik olarak, bu saygınlığı uyandırabilmiş ve kazanmıştır. Yeri gelmişken söylemek isterim: Bugüne döndüğümüzde, 25 yaşına gelmiş gençlerimizin neyle uğraştıkları ve kimin peşinden koşturdukları ortada. Söylemeye gerek yok. Kafamızı kaldırıp çevremize şöyle baktığımızda,  yanımızdan yöremizden geçip giden iki kişiden birinin, sözünü ettiğimiz türlerden biri olduğunu görürsünüz. Dirimbilimde (biyorloji), bu türe bir ad bulunamadığı gibi, hangi türden olduğu da anlaşılmış değil henüz; ne yazık...

Orhan Karaveli’nin, 56 yıl öncesinin Berlin’inde silahlar patlamıyor, Sokak Savaşları yok, işgal, Berlin’in bölünmesiyle kalkmış… Ne ki, savaşın yıkıntıları etkisini hala sürdürüyor, dramlar ise Berlin’de olanca ağırlığıyla yaşanıyor/yaşatılıyor… Ekmek yok… Yakıt bulunamıyor… Yerle bir olmuş binalar… Yıkıntılar arasında, Berlin’in yeniden inşasında kullanmak için sağlam tuğlaları toplayıp temizleyen “enkaz kadınları”… Genç nüfusunu savaşta yitirmiş, erkeksiz kalmış Berlinli kadınlar… İşgal askerlerinin tecavüz ettiği çocuk yaşta kızlar ve kadınların yaşadığı dramlar ve sonrasında Berlin’e armağanı (!) “tecavüz çocukları”… İşin en dramatik yanı ise, tecavüz olayına maruz kalan kadınlar… Kimseye söz etmedikleri ve doğurmaktan başka çareleri kalmayıp devletin çocuk yurtlarına bırakmak zorunda kaldıkları çocuklar… Ve sanki suçları varmış gibi bu zavallıların adlarının “nefret çocuklarına” çıkması… Berlinli kadınların, toplumsal bir travmaya dönmüş ve görmezden gelinemeyecek bu gerçeğini, büsbütün unutmaya çalışmaları… Ne ki, bütün bunlara karşın, inanılmaz dirençleriyle ayakta kalmayı başarmış ve belki de Berlin’i yeniden yaratmış erkeksiz Berlinli o kadınlar… İnsan olma onuru ve anne olarak toplumlarına karşı duydukları o büyük sorumluluk duygularıyla gelecekten umutlarını kesmeyişleri… Yakaladıkları en küçük mutlu anlarını bile, hemcinslerine haksızlık edecekleri düşüncesiyle, onlara fark ettirmeden ve kendilerinden bile gizleyerek yaşamalarındaki ince duyarlık... Bir yabancıdan, karısının hamile kalmasına sevinip, eşiyle arkadaşlığını sürdürmesi için ricada bulunan bir Alman erkeği… Kaynağında, bu kitap, döneme ilişkin bilgi ve belgelerle, bu büyük dramları gün yüzüne çıkartan, çok tartışma yaratacak sıradışı, bir başyapıt.

İki bölümden oluşuyor, “Berlin’in Yalnız Kadınları”. İlk bölüm, “Hitler ve Savaş”a, ikinci bölüm ise, 1950’li yılların Berlin’inde sevilip ünlenen bir melodinin “Blumen für die Domen”; yani “Çiçek… kadınlar için, çiçek”, sözlerinin başlık yapıldığı ve daha çok Karaveli’nin özelinde gelişen olaylara, abartıya kaçmadan, tekrara düşmeden, yalın, lirik, akıcı, şiirsel bir anlatımıyla, “Berlin’in Yalnız Kadınları” ve insan ilişkilerine ayrılmış.  İlk bölümde, Hitler’in başrolde olduğu ve onun çevresinde olup bitenlerden dünyayı kasıp kavuracak felakete, Türk-Alman ilişkilerinden Atatürk’ün ölümüyle başlayan Türkiye’deki yeni sürece ilişkin bilgileriyle de bizleri, hem bizim hem de yakın geçmişiyle dünyanın tarihine, dönüp bakmaya çağıran farklı bir yapıtla buluşturuyor Karaveli bizleri, “Hitler ve Savaş” ana başlığı altında, şu bölümler var: “Başarının sırrı kitapta değil hitaptadır”, “Kristal Gece ve Atatürk’ün ölümü”, “Hitler ve kadınlar”, “Almanca olmayan bir Almanca nutuk!” ile“İnönü ve Hitler” Değişik olay ve olgular, yazılı ve görsel belgeler ışığında derinliğine ve can alıcı noktalara vurgu yapmasıyla da, kendisinden çok söz ettirecek.

“Hitler ve Savaş” bölümünün ana teması, Karaveli’nin de belirttiği “(…) Almanların kollektif bilinçaltını anlamak biraz da Hitler’i anlamaktan geçiyor…” düşüncesinde dile geliyor. Günümüzü anlamak ve Türkiye’nin yakın geleceğine ilişkin önemli ipuçlarıyla çıkarımlar yapmak isteyenler için bu kitap, bir bellek yenilemesi ve ezbere karşı bir panzehir. Karaveli bunu hep yapıyor. Tarihimize değil yalnız, dünya tarihine de ışık tutuyor. Ortak akıl ülküsü Mustafa Kemal Atatürk’ü ve devrimlerini özümsemesi ve daha çekirdekten aldığı bu terbiyeyi (eğitimi), dizgeli ve örgün yapı içinde olmasa da, yaygın olarak geriye düş(ür)meden devam ettiriyor, yapıtları aracılığıyla. Alın size kitaptan Karavelice, birkaç can alıcı soru, günümüze ışık tutan:

“…Nasıl olmuş da edebiyatta, bilimde, sanatta, ekonomide, sanayide, müzikte, mimaride ve askerlikte büyük hamleler gerçekleştirmiş; Goethe’ler, Beethovan’ler, Immanuel Kant’lar ve daha nicelerini yetiştirmiş Alman toplumu, ezici çoğunluğuyla üstelik körü körüne ve ölümüne böyle bir adamın peşinden gidebilmiştir? Onun Nazi Partisi’ne demokratik  plebisitinide oyların yaklaşık yüzde 90’ıyla onu kendisine “Führer ve Reichkaanzler” yani cumhurbaşkanı ve başbakan seçebilmiştir?” (S. 27, 28).

“(…) Alman milletinin, 1920’li yıllardan başlayarak hedeflerini böylesine korkusuzca yazıp  ortaya koymaktan ve uygulamaktan çekinmeyen bir adamı iktidara taşıması günümüzün demokrasi görüntüsü altındaki faşizan gelişmeler açısından da düşündürücü değil mi?” (s. 34)

Orhan Karaveli’nin bu sorularının yanıtları, Hitler’den alıntıladığı ve yukarıya da aldığım sözlerinde saklı. Kitaptan, bugüne ve tarihsel bu denkleşmelere birkaç örnek:

 “Kristal Gece ve Atatürk’ün ölümü”…

Bu başlık altında anlatılanları okuyanlar, 1955 yılında, başta İstanbul, İzmir ve Adalar’da Rumlara ve diğer gayrimüslimlere karşı büyük bir linç ve yağma hareketinin başlatıldığı 6-7 Eylül olaylarını, tanık olanlar yeniden yaşayacak; olayları sonradan öğrenenlerse, yabancısı olmadıkları bilgileri yenilemiş olacaklar belleklerinde adeta. İki gün süren bu olaylarda birçok gayrimüslim yaralanıp içlerinden bazıları yaşamlarını yitirdiler, çok büyük boyutlarda maddi kayıplara uğradılar. Tüm dükkânları, kiliseleri yağmalandı. Devletin kolluk kuvvetlerinin gözü önünde, önceden haberdar oldukları halde, herhangi bir müdahalede bulunmayıp olayları izlemekle yetinmeleriyse, bu olayın tek sorumlusunun adeta devleti yönetenlerin olduğunu gösteriyordu... Olayların ardından birçok Rum ve gayrimüslim, sahip oldukları her şeyi geride bırakarak doğdukları bu toprakları terk etmek zorunda bırakıldılar. Dahası, olayların tarihsel gelişimi, bu haliyle, devleti ele geçiren gerici güçlerle, yükselen bu yeni yapının, yeni sahiplerinin çıkarlarının örtüştüğünü de gösteriyordu.  

Nutuklarında “sapan yerine kılıçtan”, “savaşın gözyaşlarından geleceğin hasadını toplamaktan” söz eden Hitler, daha çocuk yaşlarda zekâsını kurnazlığa, sezgilerini canavarlığa hazırlayan, bastırılmış bir kişilik.  Viyana Akademi Jürisi, kişiliğinin bu yanını sezmiş olsalardı, akademi sınavında, başarılı olan Oscar Kokocha’yı değil, Hitler’i seçip, dünyayı da bu büyük beladan kurtarmış olurlardı. Kaynağında, Akademi Jürisi, Hitler’in resim alanında yaratıcı olamadığını görmüşler görmesine ve sanat için gerekeni de yapmışlar. Ne yazık ki, Akademi Jürisinin bu seçimleri, dünyayı kan gölüne çevirecek, insanlığı da büyük acılara boğacak, bir felaketin mimarını hazırlamış oluyorlardı böylece. Akademi sınavını kazanamayan Hitler, “Yıkılmış bir durumdaydım. Viyana kenti benim için kaygı ve üzüntü dolu beş yıldan başka bir şey değil…” deyip başarısızlığını özetlerken, öte yandan, ona, başarı basamaklarını teker teker tırmandıracak, en büyük güç kaynağını da şöyle getiriyordu: “Açlık artık benim için her şeyi paylaştığım bir dost gibiydi…” Çoğumuz, Hitler’in bu başarısızlığından habersizdi. Dahası, Hitler’in, T. B. M. M’ne gönderdiği başsağlığı mesajını içeren mektubundan, Atatürk ve günümüz Türkiye’sine ilişkin ilginç ve önemli saptamalarından da.

“Hayata gözlerini sonsuza dek kapatan ve halkının kendisine ‘Atatürk’, yani ‘Türklerin Babası’ payesini verdiği Mustafa Kemal arkasında büyük ama aynı zamanda zor bir miras bırakmıştır. O, halkının özgürlüğe ve yükselmeye giden yoldaki önderiydi…” dedikten sonra, gelecekteki endişesini dile getiren ve adeta bugünü işaret eden sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bugün ise ülkenin tek kaygısı şudur: Temel taşları konulmuş bu yapıyı bitirebilmek için ülke gençliği yeterince eğitilebilecek miydi?

Kaderciliğe, yani İslam’da tavsiye edilen ‘her gelişmeyi Tanrı’nın taktiri’ sanıp bir şey yapmadan oturup izlemekle yetinmeye karşı ‘Atatürk’le başlatılan savaşa ara verilmeden sürdürülebilecek miydi?”(s. 38-39)

Orhan Karaveli’den, bir ailenin içinden (Bir Ankara Ailesinin Öyküsü. Doğan Kitapları) bakarak, bir toplumun, çağdaş ve uygarlık alanında yeniden inşası ve yükselişini, tarihe ışık tutan başka ve sıradışı kişiliklerin yaşamöykülerini, ülkemizin bugünlere getirilişinin tarihsel tanıklıklarıyla dolu başka yapıtlarını da okuduk. Bu kez Karaveli, farklı bir alana, “anı/belgesel” tarza yönelmiş. İyi de etmiş. Anı/belgesel bireşiminden yeni bir anlatı türünü denediği, içinde; tarih, bilim, sanat, müzik, eğlence, siyaset, hatta başka coğrafyaların mutfak kültürlerine değin, ilgi alanlarına değinen bir çalışma koymuş ortaya. Gereksiz yinelemelere düşmeden, küçük ayrıntılarıyla, büyük ve derin olayları öykü tadında sezdiren bir dil örgüsüyle yazmış, “Berlin’in Yalnız Kadınları”nı. Dahası, Karaveli, fotoğraf ve belge arasından, alt yazılarını teker teker kendisinin hazırladığı ve hiçbir yerde yayımlanmamış 155 adet görsel/fotoğraf kullanmış. Karaveli, görselleriyle zenginleştirip, sinematografik anlatım ve kurgusuyla, sizde salt kitap okuma duygusu uyandırmıyor. Örneğin bir sinemada ya da tiyatroda, herhangi bir konser salonunda, hatta sokakta yürürken, konser kuyruğunda beklerken ya da sevgilinizle bir yemekteyken, kuru ekmekleri hardala bandırıp yiyen kadınların yaşadığı drama tanıklık ettiriyor. Değişik insan hallerini görüyor, geçmişe dair yaşamadığınız heyecanları hissediyor, o tarihi anda, olayların hızlı  ve heyecanlı akışında içinde o anı yaşıyorsunuz adeta. Kitapta değişik insan hallerinden sahnelere, portrelere, resimlere, film karelerini aratmayan görüntülere yer verilmiş.

“Blumen für die Damen”…

Doğrusu beni kitaba daha çok bağlayan bu bölüm oldu. Karaveli 1955-53 yılları Berlin’inde yaşadıklarına ve tanıklıklarına ayırmış bu bölümü. Ana teması “aşk!” Özellikle Karaveli, bu bölümde bizi, kendi duygu ve düşünce dünyasında yolculuğa çıkarıyor. Beş yıllık Berlin yaşantısında derin izler bırakmış üç ayrı kadın ve onların çevresinde gelişen ilişkiler, değişik portreler, olay ve olguların yer aldığı, bir anlamda insanın kendisine dönüp bakmasını sağlayan ve kendi duygu dünyasının derinliklerine yolculuğa çıkaran sımsıcak bir bölüm.

Berlin Müzesi. 56 yıl önce. Hildegard ile Orhan Karaveli. Aralarında geçen konuşma bugünü anlatır gibi. Zeus Sunağı’nın Bergama’dan alınıp Almanya’ya getirilme hikayesidir. Karaveli’nin hüzünlendiğini fark eden Hilde, adeta bugüne ilişkin kehanette bulunan şu sözleriyle Karaveli’yi teselli etmeye çalışır: “Üzülme Orhan… Bu görkemli eser sanırım bir daha Türkiye’ye dönmez ama bir gün sayısız Türk Berlin’e gelip bu müzede onu hayranlıkla seyrederlerse hiç şaşmam…” (s. 90). Öyle sanıyorum ki Hilde, Orhan Karaveli’ye bakarak, bu güçlü önsezilerle dolu sözlerini ederken, bir Doğulunun, akıl-inanç çatışmasında, inanca teslim oluşunu görememiş. Dahası, bütün Türk kentlerin Berlin, bütün Türk insanlarının da Orhan Karaveli gibi en az iki üç dil bilen ve kültür (üreten) insanları olduğuna da, o değin inanmış. Oysa Türkiye gerçeği Almanya gerçeğinden, gençliği de, Orhan Karaveli’nin kişiliğinden çok gerilerdeydi, o vakitler (Hoş şimdi o dönemden çok daha gerilere düşmüş durumdayız ya!). Adım gibi eminim. Hilde bu sözleri ederken Orhan Karaveli’nin, büyük yarasını da kaşıdığını bilmiyordu ve bunu ona da hissettirmemiş Karaveli. Şundan da eminim ki, Hilde, 1955 yılında Berlin’e gelen Türk siyasi heyetindeki milletvekillerini görüp tanımış olsaydı eğer, Orhan Karaveli’nin Türk olduğuna da asla inanmazdı. Kaynağında, Hilde’nin önsezilerinde, bir konu hariç, haklı çıktığını söylemeliyiz. Evet, bugün Berlin’de yüz binlerce, Almanya’da milyonlarca Türk yaşıyor. Bunda haklı çıktı Hilde. Benim merak ettiğim konu ise, 56 yıl önce görüp kendisine aşık olan ve ondan bir parçayı alarak kayıplara karışan Hilde’nin, bütün Türkleri Orhan Karaveli gibi kişilerden olduğunu düşünmüş olması değil, bugün Almanya’da milyonlarca, Berlin’de yüzbinlerce yaşayan Türk’ün, kaçta kaçının Bergama’dan parça parça sökülerek götürülüp Berlin Müzesi’ne konulan Zeus Sunağı’nı görüp görmedikleridir? Orhan Karaveli’yle karşılaşırsam şunu da soracağım: “1954 seçimleri sonrasında, büyük çoğunluğunu DP’den ve gerisi muhalefetten oluşan Almanya gezi grubundaki milletvekillerinden kaçta kaçı, Berlin Müzesi’ne gidip de, bizim olan Zeus Sunağı’nı gördüler?” diye.

Son olarak: Kitapta, yeri geldi, Karaveli’nin, Almanlara dostluk dersi verdiği… (s. 87-88) Yeri geldi,  Hilde ile bütün tehlikeleri göze alıp Doğu Berlin’e geçerek yemek yedikleri anlarda… (s. 92-93) Artur Rubinstein’dan  (1887-1982) Ukraynalı David Fyodoroviç Oyştrah (1908-1974) ile oğlu İgor Oyştrah’a; Yehudi Menuhin’den (1916-1999) Hindistan’ın efsane sanatçısı Ram Gopal ve kalabalık dans grubuna ve Antonio Ruiz Soler’e… (1921-1996) (s.94-95) Can yakıcı dramıyla sizi baş başa bırakacak, Hilde ve Karaveli’nin, KaDeWe’deki yemek yedikleri an ve karşılaştıkları tabloya… (s. 102) Yeri geldi, Berlin’in yeni konser salonunun açılışına davet edilen New York Flarmoni Orkestrası’nın gala gecesi konseri için Hilde’nin Karaveli’ye sürprizi ve büyük aşklarının doğduğu o mutlu an öncesi, sırada beklerken Orhan Karaveli’nin, herkesi şaşırtan ve Hilde’nin, Karaveli’ye karşı kadınca ördüğü duvarları yerle bir eden jestini sunduğu anlara ve sonrasına… (s. 111…) Yeri geldi Hilde’nin yaşadığı ve  hayalkırıklığına uğradığı evlilik ve savaş yıllarında yaşadığı acı dolu anlara kapılmanıza… (s. 121…) Yeri geldi, Hilde’nin, bir anda ortalardan kayboluşu ve Karaveli’nin yaşadığı, aşk acısı dolu anlara… (s. 129) Yeri geldi, yüreğindeki aşk acısının yerini sevince, yüzündeki hüznün yerini gülümsemeye bıraktıran Karaveli’nin “Gazetecilikten dönerciliğe” adım atacağı anlara… (s. 127); Alman edebiyatı, dili, müziği, sanatı, kültürü hakkında, kısası, o yıllar Berlin’inde, hem Hilde’nin gidişiyle beraber, Karaveli’nin duygu dünyasında oluşan boşluğunu, daha çok da onun entelektüel gelişiminde, bilinçlenmesinde Judith’in nasıl etkili olduğunu hayranlıkla okuyacaksınız. Bereht’in “Kafkas Tebeşir Dairesi, Cesaret Ana ve Çocukları, Galilei ve Aturo Uİ’leri!” ünlü oyunlarını izlemesini, onu kuliste Bereht’le tanıştırdığı ve “Ah… Siz Türkler, Nâzım’ı nasıl da anlamadınız!...”diye Karaveli’yi eleştirdiği anın heyecanını bugünmüş gibi yaşayacaksınız adeta... (s. 142) Dahası, bir Alman erkeğinin, Eşi Judith’nin, “milyonlarca benzeri savaş çocuğu” hemcinsleri gibi uğradığı tecavüz olayını, sonrasında olup bitenleri, kendisiyle tanışmasından sonra eşinin nasıl değiştiğini… Bir yabancıdan, eşi Judith’le olan arkadaşlığını sürdürmesi için ricada bulunduğunu ve daha ilginci, eşinin hamile kaldığını öğrendiğinde duyduğu sevinci… (s. 150…)

Bütün bunlara tepkiniz “ne şekilde ve nasıl olur” bilemem, ama bu kitap bizi kendimize getirmek, ülkemizde olup bitenleri görmemiz ve Türkiye’mizde ağır aksak yürüyen demokrasimizin, layik cumhuriyetimizin, avuçlarımıza aldığımız su gibi ellerimizden kayıp gittiğini anlamamız bakımından, belki de son uyarılardan biridir. Denk gelmişken anımsatayım: 1 Eylül 2011 tarihli Sözcü gazetesinde Emin Çölaşan ve Bekir Coşkun’un, birbirleriyle yaptığı röportajı okuyanlar yeniden, okumayanlar bulup okumalılar. Nasıl bir durumla karşı karşıya kaldığımızı yeniden görmek açısından…

Bana ilginç gelen ise şu: Bu kitapta anlatılanlar ve yer alan görsellerden yansıyanların, yirmi birinci yüzyıl Türkiye’si ile büyük benzerlikler içermesi. Yeni Türk halkı da tıpkı Almanlar gibi, en azından yüzde 50’si seyrederken; her kafadan her sesin çıktığı diğer yüzde 50’si de, örgütsüz kaldığından, bu sürece katkı sağladıklarının farkındalar, farkında olmasına, ama gidişatın bilincinde değiller. Kaynağında, bu durum, öteki yüzde 50’nin, kendi diktatörlerini yaratırken, kendi sonlarını değil yalnız, hepimizin sonunu hazırladıklarının bilincinde olmadıklarıysa çok açık, bu durumda.

Kitap, salt Almanlar ve Berlin’in yalnız kadınlarını anlatmıyor elbet. Değinilmemiş konuları gün ışığına çıkarmasıyla çok önemli tarihsel bir görevi yerine getiriyor Karaveli. Kitap, gerek tarihi olaylara eğilirken, gerek karakterler çizilip anlatılırken ve gerekse ikinci bölüm itibariyle Karaveli’nin yaşadığı özel ilişkileri anlatırken, gereksiz ayrıntılara ve yinelemelere düşmeden, ana temayı kavratan özetlemeleriyle, şiirsel bir dil, lirik bir anlatımla sizi alıp o zamanlara götürüyor. Karaveli, kitabın bitişini, bir Türk geleneğine bağlı kalarak yaşadığı anısıyla yapıyor. Yazının boyutlarına sığdıramadığım birçok anıları içeren bölümler gibi bunu da okuyucuya bırakmak, biraz da onları meraklandırmak gerek. Deyim yerindeyse, ipin ucunu yakalatıp, çorabı sökme işini okuyucuya bıraktıran, yepyeni bir tarz...

İyi okumalar.

 

 
Toplam blog
: 36
: 110
Kayıt tarihi
: 20.06.18
 
 

Günümüz şairlerinden. 1961 Erzincan doğumlu. Öğretmen şair. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fak..