Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Eylül '07

 
Kategori
Öykü
 

Beyaz nergis

Beyaz nergis
 

Ardında kalan yeşil vadiye son kez dönüp baktı. İçinden “Epeydir yolda olmalıyım” diye geçirdi .“Öyle olmalı... çünkü; buraya başka türlü varmış olamam” diye devam etti. Etrafta kendinden başka bir yaşam izi bulabilme ihtimalini araştırmak için, sorgulayan gözlerle bir daha göz gezdirdiyse de; ne bir patika, ne yaşayan
başka bir varlığa ait olabilecek türden bir ize rastlayamadı...

“Peki ama burası neresi?” Sesli bir şekilde düşünüyor ve bir yandan da otomotik hale gelmiş olduğunu o an fark ettiği, eylemini sürdürüyordu. “Yürümek...” .

Gittiği yönde ne kadardır yürüdüğüne dair hiç bir fikri olmaksızın sadece yürüyordu. Bunu fark ettiği anda “durdu”. Ve durduğu o anda zihninde yeni bir düşünce belirdi: Bulunduğu bu vadiyi kat edip şu an ki noktaya varıncaya kadar geçmiş olması gereken zaman dilimine ait hiç bir bilgi, onun hafızasında kaytlı değildi. “Sadece iki renkli bir rüya gibi bu, bende orta yerinde rüyaya dahil olmuş gibiyim” ... Aklından geçenleri mırıldanırken yürüyüşüne devam ediyordu. Şimdi adımları daha ahenkli olsa da yürüyüşü de biraz daha yavaşlamış gibiydi.

"Mırıldanmak" bu eylem bulunduğu ucsuz bucaksız boşluğun bir yerlerinde ona eşlik eden ikinci bir varlığın görevini üstlenmiş gibi görüyordu. Düşünceleri dudaklarından dökülürken böylelikle kendi sesi, ona yoldaşlık ediyordu.

Ufuk çizgisine kadar uzanan vadiye bakarak “belkide bu yeşil boşluk tüm gezegeni kaplıyordur” derken, bu düşüncesi yüzüne kadar tıranarak yumşak bir tebessüme dönüştü.

“Mavi ve yeşilden oluşmuş bir dünya bu dünyanın bir yerlerinde küçük adımlarla yürüyen, ben.” ...“Ben” diye yineledi. Bu iki renki rüyanın ortalarında bir yerinde aniden beliren bu kız kendisiydi. Onu tanıyordu. Yada, şimdilik sadece bunu böyle kabul edecek kadar bilgiye sahipti.

Ya bulunduğu yer neresiydi?
Ne kadardır buradaydı?
Ve buraya nasıl gelmiş olabillirdi?
Bunlar hakkında hiç bir bilgisinin olmayaşı, onu hızla fikir yürütmeye zorluyordu. Belliki bu “hızla fikir yürütmek” alışık olduğu bir davranıştı.

Kendi hakkında, geçmişine ait fazlaca bilgiye de sahip olmadığını da o an kavradı. Gözünün gördüğü, içinde hissettiği, beyninin kıvrımlarında oluşan her bir duyumsama ve düşünce onun anılarıyla bağlantı kurmasına neden oluyordu. Ama geriye dönük düşünmeye çalıştığında, beliren hiç bir olay veya hatıraya da rastlayamıyordu.

Hafızası silinmiş olabilir miydi? Öyleyse, bu mavi göğün çatısı altındaki bu uçsuz bucaksız gibi görünen vadinin belirsiz bir noktasında ve hep aynı yöne doğru nedenini bilmeksizin yürüyerek o neyi amaçlıyor olabilirdi?

Tek bildiği şu an hipnoz altında verilen komutlaraı uygularcasına yerine getirdiği bu görevi tuaf bir itaatle sürdürdüğüydü... İçi ürperdi ve işte şimdi yavaş yavaş sorgulamaya başlayan aklının ona gösterdiği en tuaf şeyi fark edecekti: Tanıdık gelen tek şey olan “ben” dediğini hakkında da pek de bir şey bilmiyordu...

Ve daha da ilginci; bunu fark etmiş olmak, onda duygusal anlamda fazlaca bir reaksiyona neden olmadı. Böylelikle olan bitenle alakalı hemen hemen hiç bir ön bilgisi olmadığı kabulüyle hareket ederek, gözlemlemeyi denemek gerekiliğine vardı.

Şimdi bir bilgiye daha erişmişti. Daha farklı bir değişle; şimdi o ana bir bilgi daha ulaşmıştı: “Hızlı yürüyorsun, hızla düşünüyorsun”... Yavaşlamaya ihtiyacı vardı.

“Yavaşladıkça tanıyorum” Bunu fısıldayan da kimdi? Anlaşılan yavaşladıkça kendi kendiyle yaptığı sohbete, biri daha katılmıştı. Bir tek bulutun olmadığı tek bir kuşun dahi kanat çırpmadığı bir gökyüzü altında mı? . Anlam veremedi. Bilemediği bir zamandan beri bilemediği bu vadide yürüyordu. “Gökyüzünde tek bir bulut bile yok, bir tek bulut bile...” diye iç geçirdi.

Yürüdükce uzakda belli belirsiz bir yapı seçilmeye başlamıştı. Bu bir kemer olabilir miydi? Evet bu gördüğü bir kemerdi. Engin yeşilliğin orta yerinde, taştan yapılma son derece heybetli bir kemer... Yaklaşdıkca bu kemerin bir başka bina veya herhangi bir yapıyla bağlantısı olmadığını da gördü. Sadece kemerin orta yerinde ona ait olduğu anlaşılan, tahtadan bir kapı vardı. Üzerinde ne bir kapı tokmağı ne bir işaret, hiç bir bariz iz yoktu.

Ve ne kapının ardını görebiliyordu, ne de nereye kadar yükseldiğini. Çünkü bu kapıyı gördüğünden beri, her yanını sarmış olan bembeyaz bulutlar bu devasa kemerin ve kapının bir silüyetten ibaret algılanmasına neden oluyorlardı...

İyice yaklaşmıştı artık ve şimdi tek bildiği bir sis perdesinin içinde yürüdüğüydü. Hala her yeri bembeyaz bulutlar çevreliyordu. Şimdi o artık, göğe doğru göz alabildiğine yükselen bu kemerin yanıbaşında, kapının tamda önündeydi.

Arkasından veya yanından dolanarak vadi boyunca yürümeyi, yada kapıyı görmezden gelip geçip gitmeyi denemeyi bir an için aklından geçirdiyse de bunu yapamadı. Duraksadı.... kararsızdı.

Yolda ilerlemelimiydi? Yoksa önüne çıkan bu kapının ardında ne olduğuna bakmak mı gerekiyordu? Sonra aklından geçen bu düşüncenin nedenini fark etti ve kendine sordu? Sorusu yanıtsız kalmadı.
Gelen yanıt şuydu: "Bu vadide bulunma nedenin bu kapının ardında. Karar senin. Ya geçip gidersin, yada kapıyı itip belirsizliği belirli hale getirirsin."

Tahta kapıyı usulca itti. Kapı ağır ağır aralanmaya başladıysa da hala ardını görebileceği kadar değil. Kararsızlığını içinde ki bilgeye teslim ederek, kapının eşiğinden tüm cesaretini giyinerek; tek bir adım attı...

Ve o anda bulutlar hızla dağılmaya başladı. Şimdi görebildiği tek şey “ışık”dı. Ve bir de her yeri kaplayan nergis kokusu. "Nergis" en sevdiği çiçekti...

Etrafı saran bu ışık da, en az onu sarhoş edecek denli bariz olan bu harika nergis kokuları kadar kuvvetliydi. Gözleri kamaştıran, içini ürperten onu mutlulukdan sarhoş eden bu diyara nasıl gelmiş olabilirdi ? Bunu hala bilmiyor olsa da; artık yaşadığı tek duygu hazza ve huzura teslimiyetti..

İçinde yeni yaşamının ona sunduğu armağanın sukunetiyle ile yavaş yavaş ışık huzmeleri arsına sızarak gözden kayboldu...

Bu, onun bedensiz yaşamının ilk gününün gün batımıydı...
Ötelerde gün batımları böyle oluyordu demek ki: "Dağılan bulutlar arasından yayılan nergis kokuları eşliğinde etrafı saran ışığın doğuşu" bu alemde ki ilk günün son anlarıydı. Şimdi yeni bir yaşam onu bekliyordu.

Farklı bir zaman mekan boyutunda ise, olanlar bambaşkaydı...
Göğün yedi kat altında, onu uğurlayanlar, tüm sevdikleri bir yandan gözyaşı dökerken, öte yandan da gül ağacından yapılmış olan tabutunun üzerine beyaz nergislerden yapılma o zarif buketi usulca ve saygıyla bırakarak son görevlerini yerine getirmiş, batmakta olan akşam güneşin eşliğinde, mezarlıkdan ayrılmak üzereydiler...

Sevgi ve ışıkla,
Ayna

07 Nisan 2006

 
Toplam blog
: 268
: 1969
Kayıt tarihi
: 15.09.06
 
 

Var olan her oluş ve bozuluş hakkında gözlem, tahlil ve sonuca varma sürecindeki yolculuğumu, siz..