Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ağustos '11

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Beyaz Rusya ( Belarus ) Gezi notları

Beyaz Rusya ( Belarus ) Gezi notları
 

minsk. nezalezhnastsi ( özgürlük) caddesi


Meraklısı için notlar: 

1 € = 7004 BLR ( Belarus Rublesi ) Korkunç enflasyondan dolayı her saat değişebilir. 

Ulaşım; 

Vilnius – Minsk ( otobüs ) 185 km. 45.00 Lt. 

Minsk – Vilnius ( tren ) 51848 BLR 

Minsk – Dudutki ( otobüs ) 40 km. 5500 BLR 

Konaklama: Pr. Nezalezhnastsi 15-18 17 €/gece 

29.05.2011 VİLNİUS - MİNSK ) 

Üç gecedir rahat uyuyordum. Bu akşam yeni gelen üç Fransız, çevrelerine de Fransız olunca, ortalık şenlendi birden. İçtikleri votka arttıkça, ses volümleri de arttı. İkram ettikleri votkayı almayınca, beni soğuk bulmuş olmalılar, diğer köşede yaygaraya devam ettiler. Anladığım kadarıyla, gece kulübüne gittiler sonra, kahkahasız kaldı mekan. Yanımdaki Japon kız, gezmekten perişan olmuş anlaşılan, hemen uyudu. 

Sabah erken uyanıyorum. Beyaz Rusya’ya, Minsk’e geçeceğim bugün. Herkesin henüz uykuda olduğu saatte, gürültüsüz, sırt çantamı derleyerek, sabahın köründe, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında çıkıyorum. Sokakta kimseler yok. Arkamda, akşamdan kalma üş serseri beliriyor, ısrarla bana sesleniyorlar. Aldırmıyor yürüyorum. Allahtan, otobüs terminali çok yakında. Fazla ıslanmadan, peronun altına sığındıktan sonra, gelen otobüs, hareket saati olan 06.40’da gecikmeden kalkıyor. 

Favori otobüs firması Eurolines’tan almıştım biletimi ( 45 Lt ), ama; dökülüyor otobüs. Başta, şoförün koltuğu olmak üzere, her girdiğimiz kasiste, gıcırtılar başlıyor. Minsk’e 185 kilometre yolumuz var. Sınıra yaklaştıkça, korkunç bir TIR kuyruğu başlıyor. Otobüsler imtiyazlı olmalı; özel araçlarla beraber, gecikmeden pasaport kontrolüne alıyorlar. 

Otobüstekilerle beraber, sevimsiz bir salonda, küçücük bir kulübede oturan pasaport polisinin önünde kuyruk oluyoruz. Evet; pek çok sınır kapısında olduğu gibi, burada da, sorun çıkıyor. Zaten, netameli bir yer olan Beyaz Rusya’ya sorunsuz girersem şaşardım. Yeşil Pasaportu, üzerinde Special yazdığı için çözemiyorlar. Diplomat mısın diyor, ben, kimlere yeşil pasaport verildiğini anlatıyorum. Normal pasaportlara vize isteyen polis, benim vizesiz girme isteğime takılıyor. Suçlu gibi, sert bir hareketle, bir köşeye alıyorlar beni. Otobüstekiler de, yakalanmış canlı bomba gibi, “ oh olsun “ dercesine bakıyorlar. İngilizce bilen başka bir polis geliyor. İsrail girişinden beter, ahiret sualleri bombardımanına uğruyorum. Neden gidiyorum, ne zaman döneceğim, nerede kalacağım, arkadaşım var mı soruları peş peşe geliyor. 

En az yirmi kez, anlamsız şekilde, pasaportun tüm sayfalarını çeviriyor, sanki; isyan ederek, geri dönmemi bekliyorlar. Sonra, “ go back “ diyor İngilizce bileni, kendimi kaybedip “ ne “ diye bağırıyorum. “ Sonra, düzelterek, “ ne zaman geri döneceksin “ e çeviriyor. “ Bu kapıdan mı döneceksin “ e de, sakin cevap vermeye çalışıyorum. Anladığım kadarı ile, telsizle bir yerlerle konuşup, cevabını bekliyorlar. Neden sonra, hem giriş formuma, hem pasaportuma, kafama vururcasına, damgayı patlatıp uzatıyorlar. 

Diğerlerinin işi bitmiş, otobüste beni bekliyor. Geldiğimi görünce, potansiyel terörist yargısının, acıma duygusuna bıraktığını okuyorum gözlerinden. İnsanlar, her yerde aynı tepkiyi, aynı duyguyu yaşıyor. İyi mi, kötü mü bilemem. 

Hareket ederken, giderek bulutların dağıldığını, güneşin, inatla kendini göstermeye çalıştığını hissediyorum. Yollar güzel, yemyeşil tarlalar, geç kalmış bir baharı hatırlatıyor. 15 kilometre sonra, Grodno’ya geliyoruz. Sağlam bir yağmurla yıkanmış, tertemiz ve kimsesiz sokaklar, sessizlik, yol boyunca, eski evler, gözümde, nedense, bir hüzün kenti yapıyor Grodna’yı. Artık, her levhada karşıma çıkan Kiril harflerini çözmeye çalışıyorum, yeni okumaya başlayan çocuklar gibi. Bakalım, gezi öncesi yaptığım egzersizler işe yarayacak mı ? 

Bir kamu dairesinin önünde, iri bir Lenin heykeli var. Minsk’e 116 kilometre uzak. Yollar bozulmaya başlasa da, güneş altında, uzanıp giden yemyeşil tarlalar, daha da güzelleşti. Grodno’da yolcular indikten sonra beş kişi kaldı koca otobüste. Sarsıntıdan uykum geldi, oyalanmak için, sağ ön koltuğa geçiyorum. Şoför, el hareketleri ile Rusça bir şeyler söylüyor, orada oturmak yasak anlaşılan. Belarus’a yaklaştığımız, yasaklara bismillah dememizden belli. Hindistan’da da; en öndeki iki koltuk, şoförün arkadaşları ve biletçiler için ayrılırdı. 

Hava ve asfalt zeminin ısısını gösteren panolar görüyorum sık sık. Çetin kış şartlarında, kazaları önlemek için olmalı. Akaryakıt istasyonlarında, fiyatlar, sırası ile sterlin, dolar ve belarus rublesi ile yazılı, ışıklı levhalarda. 

Minsk’e on kilometre kalınca, trafik belirgin şekilde artmaya başladı. Grodno’dan buraya kadar, başka hiçbir yerleşimden geçmedik, tarlaların arasındaki küçük göletlerde, oltaları ile balık bekleyen insanlar görüyorum. 

Eyvah, uzaklarda, kule vinçler, devasa inşaatlar görünmeye başladı. Doğanın büyüsü bozuldu artık. Beton tankerleri ile yan yana ilerliyoruz Minsk’in merkezine. 

Şoför nalet birisi. Son durak, Vostochny otobüs garajı. Tren garında inersem, kalacağım yere, yürüyerek onbeş dakikada gideceğimi biliyorum. “ Train Stotis “ diyorum, “ Ploshad Lenina “ diyorum, adam duvar gibi. Anlaşıldı, son durakta indirecek beni. 

İner inmez de ilk Kiril alfabesi şokunu yaşıyorum. Hiçbir şey anlayamıyorum harflerden. Neyse, İngilizce bilen bir genç kız da aynı yöne gidecekmiş, peşine takılıyorum. Önce, garajın önündeki caddede bulunan otobüs durağından 8 nolu otobüse biniyoruz. Vilnius’tan aldığım 10 € karşışlığı rubleler, ilk hengamede işime yaradı. Bir de, para bozma sıkıntısı yaşanacaktı. Otobüste, sırt çantamı gören, benden de yaşlı bir adam kalktı, iniyor sandım. Meğer, bana yer vermiş adamcağız. Karşımdaki genç kıza, neden yer vermiyorsun diye sitem ediyor anladığım kadarıyla. Eski tüfek, sosyalist tedrisattan geçmiş insanlar bunlar, giderek nesli tükenen. Sonra, bitmez tükenmez alt geçitlerde, insanlarla çarpışarak Oktyabrskaya’ya götürecek metroya binmek için, Nezalezhnastsi ( Özgürlük ) meydanının altındaki metro istasyonuna geliyoruz. Her yer insan, her yer kuyruk dolu. Pazar günü olduğu için, herkes sokakta anlaşılan bugün. Ben bir istasyon sonra iniyorum, kıza teşekkür ederek. 

Dört gece geçireceğim Minsk’te, Oksana isimli bir kadının dairesinde kalacağım. Kentin ana arteri, Nezalezhnastsi Caddesi üzerinde, Sovyet mirası Gum alış veriş merkezinin karşısındaki bir apartmanı arıyorum, metro istasyonundan güneş ışığına çıktıktan sonra. E- maillerde tarif ettiği üzere elimle koymuş gibi buluyor ve kapıyı çalıyorum. Genelde olduğu gibi, daire sahibinin yaşlı bir kadın olacağını beklerken, karşımda, kelimelerle anlatılamayacak güzellikte, derin mavi gözlü bir genç kadın görünce resmen dilim tutuluyor. Slav ırkı bütün cömertliğini Oksana’ya yüklemiş anlaşılan. Minsk’te birkaç Sovyet mirası otelden başka konaklama, ancak, dairelerde mümkün. Geceliği 50 € ‘dan başlayan fiyatlar ve genelde, kadın ve kumar trafiğine hizmet ettiği inancı ile, Hostelworld kanalı ile irtibat kurduğum Oksana’nın dairesinde kalmayı tercih ettim ( 17 €/ gece ). İki odalı küçük dairenin bir odasında iki katlı ranza ile bir çekyat var. Ranzanın altında ben, karşıdaki çekyatta İsviçreli bir kadın kalıyor. Polonya üzerinden gelmiş, ” sınır geçişlerinde felaket yoruldum “ diyor. 

Bir ara 100 € ’ya 700000 BLR ( Beyaz Rusya Ruble si ) aldığını söyleyince, “ olamaz, daha 0n gün önce, 400000 civarındaydı “ diyorum. Oksana’nın bilgisayarını açıyoruz. Evet, 10 €= 70039 BLR. Bu kadar kısa zamanda, inanılmaz bir değer kaybı. 

Çok geçmeden Minsk caddelerine çıkıyorum. Nezaleshnastsi caddesine dik Lenin Prospekt’inde ( cadde ) buluyorum kendimi. Uzaklardan gelen zil ve çan sesleri giderek yaklaşıyor. Beyaz cübbeli din adamlarının ardında, ikonlara tutunmuş, yaşlı genç binlerce kişi, yürüyor, tam karşımdaki Virgin Mary Katolik ( Bakire Meryem ) Kilisesinin önüne yürüyorlar, burada toplanacaklar anladığım kadarıyla. Gölge bir bankta, Gum’ dan aldığım sandviçimi yerken, araç trafiğine kapatılıyor cadde, müminler, kaldırımdan, Lenin caddesine taşıyor, güçlü hoparlörlerden yükselen, yürek titreten ayin müziği yankılanıyor, caddenin etrafını çeviren Stalinist büyük binaların duvarlarında. Hemen herkesin elinde dağıtılmış kağıtlarda, okunan dua ve ayinlerin metinleri yazılı. Herkes, saygı duruşu ile ayine eşlik ediyor. Binaların üzerindeki kızıl yıldızların gölgesi, yer yer, ikonların üzerine düşüyor. 

Benzeri tablo ile Laos Demokratik Halk Cumhuriyetinde, Vientian’da karşılaşmıştım, yıllar önce. Sabahları, Budist rahipler, her direkte asılı, çekiç oraklı bayrakların altında yürüyerek, dilenme ritüeline gidiyorlardı. 

Nezalezhnastsi caddesi boyunca, yine Nezalezhnastsi Meydanına doğru yürüyorum. Amacım, tren garına giderek, 2 Haziran için, Vilnius’a dönmek üzere tren bileti almak. Sağda, Sovyetlerin kötü mirası olarak anılan, devasa KGB binası yükseliyor. Baltık ülkeleri, anti-Sovyet görüşlerini açıkça dile getirip, geçmişin izlerini silmekten çekinmiyorlar. Henüz, tam anlamasam da; Lenin heykelleri, çekiç oraklı panolar, en azından Sovyet rejiminin nostaljik olarak da olsa unutulmak istenmediğini gösterir gibi. 

Caddenin tam karşısındaki küçük parkta da, KGB’nin kurucusu Felix Dzerzhinsky’nin bir büstü duruyor. Diğer ülkelerde KGB binalarının duvarlarına, kurbanların isimleri kazınmış oysa. Ezici mimarisi ve geçmişi ile ürperme duyguları uyandırıyor KGB binası.. Tipik Sovyet bloklarının sıralandığı caddede, trafik tıkanmadan akıyor, araç sayısı fazla değil, karşıdan karşıya geçişlerin çoğu, yeraltı geçitleri ile yapılıyor. Alışkanlık eseri, yollar boş diye, her noktadan karşıya geçme istediğinin, her adım başı rastladığım polislerin hoşuna gitmeyeceği kesin. 

Caddeler, insan kaynıyor, ama, genç kızlar çoğunlukta. Bugün pazar olduğu için, alışveriş ve piyasa amaçlı caddelere, mağazalara çıkmış herkes. Tanrım, bu kadar güzel, baştan çıkarıcı kadınları, başka ülkelere de adil serpiştirseydin ne olurdu ? Gerçi, ortalama evlilik yaşı 25 olmasına rağmen, boşanma oranı da % 50. 

Cadde boyunca insanları, binaları inceleyerek diğer adı Ploshad Lenina olan Ploshad Nezalezhnastsi’ye yürüyorum. Ploshad, meydan demek. Korkarım, çat çut Kiril Alfabe bilgim de işe yaramayacak burada. Zira; her adresin neredeyse bir Rusça, bir Belarusça adı var. Belki, aralarında büyük fark yok ama, çözemediğim zaman paniklemeye yetiyor. Beyaz Rusça konuşan pek yok, üniversiteler dahil eğitim dili Rusça. Bazen, birbirinden dağlar kadar farklı olabiliyor meydan ve metro adları gibi, cadde ve bina adları da. Örneğin; kaldığım eve en yakın ve en büyük meydanın Rusça adı; Oktyabrskaya, Belarusça ise Kastrychnitskaya- Kupalauskaya ! 

Sağda, büyük bir Lenin heykeli ve ardında, ilk görüşte, insanın idrak sınırlarını zorlayacak büyüklükte Hükümet Binası ve kuzeyinde Devlet Üniversitesi yer alıyor. 

Lenin Meydanından sola dönünce, ileride tren istasyonu binasına geliyorum ( Voksal ). Kente hakim Stalinist binaların aksine, tren garı, cam giydirme ile daha sıcak bir görüntüye sahip. 51846 BLR ( Beyaz Rusya Rublesi ) ödeyerek, Litvanya’nın merkezi Vilnıus’e gitmemi sağlayacak tren biletimi alıyorum. Rakamın büyüklüğüne aldanmayın, bugünün kuru ile yaklaşık 7.5 €. Privaksalnaya ( tren garı ) Meydanında, her türden Minsk’li görmek mümkün. En çok da, sıcak ve alkolden duman olmuş, etrafa bom boş gözlerle bakan alkolikler göze çarpıyor. Ellerinde kiloluk bira şişeleri ile dolaşıyorlar. Taşkınlık yapmadıkları, başkasını rahatsız etmedikleri müddetçe, bir polis kenti olan Minsk’te, polisin müdahalesi olmuyor. 

Türkler için Minsk, kadın ve kumar demek. En büyük kumarhane, İstanbullu bir iş adamının. Kurnaz müteşebbüsler, Minsk’te satın aldıkları ( belki de, kiraladıkları ) daireleri, internette ilan vererek, Türk çapkın ve kumarbazlara kiralıyorlar. Minsk, kiralık kelimeleri ile arama motorunda karşınıza çıkan alternatifler şaşırtacak kadar çok. 

Dönüşte, Hükümet Binasının yanında, kırmızı tuğla duvarları ile hemen ayırt edilen Sn. Simon& Elena Katolik Kilisesinin önüne geliyorum. Burada da, caddeden içeriye kadar kırmızı halı serilmiş, anlaşılan önemli bir din adamı geldi. Şimdi, pek kalabalık olmasa da, önündeki meydandan ilahiler yükseliyor. Belarus’luların % 80 ‘i Ortodoks olduğu halde, bugün Katolik Kiliselerin etkinliklerine rastladım. Ateizmin de yaygın olduğu ender ülkelerden biri burası. 

Oktyabrskaya Meydanına kadar yürüyor, sonra, Svislach Nehrine doğru, yine aynı cadde boyunca ilerliyorum. Hava, aniden ısındı. Nehir, her ne kadar bir büyük havuza benzese de, debisinin düşüklüğü yüzünden, nefes almak, serinlemek için güzel bir alan. Janki Kupaly Parkı’nın, temiz, bol banklı ve iri ağaçlarının neredeyse, ürperten gölgesinde dinleniyor ve banklarda oturan, kitap okuyan Belarus’ luları seyrediyorum bir müddet. Sonra, nehrin kenarına iniyorum. 

Gençler, deniz bisikletleri ile dolaşıyor, çaktırmadan da sevişiyorlar. Yanki Kupaly Park içinden nehir boyunca yürüyüp, karşı tarafa geçiyorum sonra. Öncelikle, J.F.Kennedy’i öldüren Lee Harvey Oswald’ın, bir müddet yaşadığı evi görmek istiyorum. Bu kısmı biraz detaylı anlatacağım. Dünya tarihinde, eşine az rastlanan suikasta ait olduğu için. 

Haritada, Kamyunistycnaya sokak 4 numaradaki evi bulmam zor olmuyor. Sessiz sakin bir sokakta, tipik bir Sovyet apartmanı burası. Lee Harvey, 1959 yılına kadar, Amerikan Ordusunda, deniz piyadesi olarak görev yapar. Sonra, ayrılarak, enteresan bir şekilde Minsk’e yerleşir, evlenir ve çocuk sahibi olur. Enteresan; çünkü, bu yıllar Amerika ile Sovyetler Birliği arasında soğuk savaşın kıyasıya sürdüğü yıllardır. Pentagon’da Rusça öğrenen Oswald, muhtemelen Amerikan ajanı olarak yetiştirilmişti. Ne olduysa, Belarus’ta oldu. 1962’de Amerika’ya döner Pentagon’da işe başlar, bir yıl sonra KGB ajanı olduğu için işten atılır. Aynı yılın sonlarına doğru da, Amerika Başkanı J.F.Kennedy’i üç el ateş ederek öldürür. Kurşunların ikisi, sırtına ve başına isabet eder başkanın. Ne var ki; otopside, sekiz yara izi bulunur cesedinde. Olaydan iki gün sonra, Marilyn Monroe’nin sevgilisi Jack Ruby tarafından öldürülür. Cinayeti gören kırk yedi kişinin tamamı trafik kazaları ve kalp krizleri sonucunda ölmüş. Sonunda, Yahudi lobisinin ağırlığı olduğu iddia edilen bir komisyon, cinayetin tek kişi tarafından işlendiğini ve organize olmadığını açıklamış. Şimdi, Lee Harvey Oswald’ın, Kamyunistycnaya sokak 4 numaradaki evi, en çok rağbet gören kiralık daireler arasındadır. İşte, böylesine ilginç olayların faili olan birinin, işin düğüm noktası olabilecek yılları geçirdiği evi merak etmemin nedeni bu idi. 

Şaşılası bir disiplinle uyuluyor trafik işaretlerine ve yer altı geçitlerine. Trafik lambası olmayan yerlerde, yaya geçerken, polis araçları da dahil, zınk diye durup, yol veriyorlar. Nezalezhnastsi Caddesi, Peramohi ( Zafer ) Meydanında, Zafer Anıtı ( Victory Obelisk ) ile kesiliyor. 2. Dünya Savaşı galibiyeti anısına dikilmiş, üzerinde kızıl yıldız bulunan, taşlardan örülü bir sütunun önünde de, sonsuz ateş yanıyor. Peramohi Meydanının altındaki yer altı geçidinde de 1941-1945 yılları arasında savaşta ölen Kızılordu Askerleri için kompozisyonlar hazırlanmış. 

Sonunda, nehir kıyısında dizili evlerin bulunduğu eski şehir karşısındaki Cesaret ve Hüzün Adasına geliyorum. Buraya, Gözyaşları Adası da deniliyormuş. Sovyetler Birliğinin çok anlamsız bir şekilde Afganistanı işgale yeltenmesi ile başlayan savaş, on yıl sürmüş ve Kızıl Ordu, sonunda çekilmek zorunda kalmıştı. 

Anlamsız demem, Marksist Leninist eğilimli Afgan Hükümetinin çağrısı ile harekete geçmesinden. Afgan Ordusundan 55000, Kızıl Ordu’dan 115000, Batı dünyasının ve Arap ülkelerinin desteklediği Mücahidler’den 250000 kişi savaşa katıldı. Çılgınca süren savaş sonunda, Kızıl Ordu 15000, Mücahidler 75000 kayıp verdiler. İşte, Kızıl Ordu saflarında ölen, Belarus’lular için, yapılmış Gözyaşları Adası. Küçük bir köprü ile geçilen küçük bir ada. 

Yemyeşil çimlerle kaplı adanın ortasında, gözü yaşlı analar, sevgililerin, kayıp yakınları için hüzünlü yüzleri, çok anlamlı ve güzel işlenmiş. Kubbenin altında, kapalı mekanda, , duvarda kandiller yanıyor, kapanmamış yaraların anısına. Ölenler, gencecik çocuklar, ciğerleri dağlanan anneler, arka planda siyaset, çirkin menfaatler, yıllar süren savaş, yıkımlar, bizlere ne kadar tanıdık. 

Gözyaşı Adası, beni, kıyım cehennemine götürürken, bir yandan da, Minsk’i kuşatan inşaat salgınını gözümün önüne serdi. Adeta, bir hayvan ordusunun kente saldırısı gibi, ilerleyip, yükseliyor inşaatlar. Adanın köprüsü üzerinde bir gençle sohbet ediyorum; “ Crown Plaza Otelde çalışıyor, 300 $ maaşı varmış, İsveç’e gitmeyi düşünüyor, gerçekleşirse 2-3 kat fazla maaş alabilecekmiş. İsveç’ liler, Belarus’ lulardan nefret ediyormuş. Belarus’un Rusya ile birleşme isteklerini Rusya, ekonomisi riskli olduğu için kabul etmiyormuş. “. 

Sohbet iyi güzel, bir yandan da bulutları gözlüyorum. Korkunç bir sağanak yağmur başladı başlayacak. Hava serinledi bir anda. Oysa; az önce, önünden geçtiğim Opera ve Bale Akademisi’nin önündeki havuzda, sıcaktan bunalmış gençler keyifle yüzüyorlardı. Derken, beklediğim yağmur başlıyor. Ortalık karmakarışık oluyor bir anda. Az önce, makyajları, yüksek ökçeli ayakkabıları ile sükseli yürüyen zavallı genç kızlar, yüzlerine akmış makyajları, kıvırdıkları paçaları ve ellerine aldıkları ayakkabı ve sandaletleri ile şaşkın yürüyor, kuytu köşelere sığınmaya çalışıyorlar. 

Bir saat kadar, sığındığım evin sundurmasında yağmurun dinmesini bekledikten sonra, odama geliyorum. Bu akşam, üçüncü oda arkadaşımız da gelecek. Muhtemelen, Oksana’nın bir arkadaşının aracı ile görülmeye değer yerlerden Mir ve Nyazvish’e gideceğiz. 

Dinlendikten sonra, bir daha ıslanmamak için yağmurluğumu alıp, tekrar, dairenin bulunduğu apartmanın önünden iki tarafa da uzanıp giden Nezalezhnastsi Prospekt boyunca, kuzeye yürümeye başlıyorum. Niyetim, kentin favori restoranlarından Lido’ya gitmek. Oksana’nın apartmanı 18 numara, Lido 49 numarada. Alışageldiğimiz düzende, birkaç yüz metre sonra bu numaralı binanın önünde olmam gerekir. Fakat, cadde boyunca uzanan, Sovyet mirası binalar öyle büyük ve geniş ki; ancak; iki kilometre sonra, Lido’nun önüne gelebiliyorum. 

İki litre bira ( 46000 BLR ) , şiş, pilav, lezzetli peynirli börek ( 52000 BLR ) alıyor ve 16 € civarında ödeme yapıyorum. İran gezimde de, aynı duyguları yaşamıştım. Onbin, yüzbin riyallerle ifade edilen yemekler, alışana kadar, çok pahalı gibi görünmüştü. Oldukça lüks görünen Lido’da da, ilk anlarda, bunu yaşadım. Sonradan fark ettim ki; bu atmosfer ve işletmeye göre, hele hele 1 €= 7140 BLR olduğu düşünülürse, gerçekten yabancılar ilgi göstermekte haklılar buraya. 

Keyifli bir atmosfer ve yemekten , tüm günün yorgunluğundan rehavet basmış bir halde ( iki litre bira rehavet nedeni olabilir mi ? ), gecenin karanlığına çıkıyorum. Geniş caddede, tek tük geçen araç farlarından başka hareketlilik yok. İnsan hiç yok. Oysa, daha saat 21.00. Önümdeki dar yolda, yaya geçidi işareti ve trafik lambası olmaması dikkatimi çekiyor. Yağmur da başladı, 10 metrelik yolu geçtikten sonra, sert bir sesle irkiliyorum, elinde bir copla polis beliriyor yanımda. Kızgın, bir şeyler söylüyor. Yabancı olduğumu anlayınca; yavaş yavaş; “ neden yer altı geçitinden geçmedin “ diyor. Meğer, çıktığım restoran kapısının arka tarafında kalıyormuş, yer altı geçidinin girişi. “ bugün geldim, fark etmedim “ cevabını veriyorum. Gözlerini dikerek; “ Minsk’te yer altı geçitlerini kullanmayı öğren “ diyor, adamakıllı eziyor beni. Aslında, yanlarında taşıdıkları çantalarındaki evraklarla ceza yazdıklarını, itiraz edenleri polis merkezine götürdüklerini duymuştum. Teşekkür ediyor ve “ dikkatli olacağım “ diyerek ayrılıyor, evin yolunu tutuyorum, iki kilometre daha yürümek üzere. Bu arada, Belarus’un Avrupa’da idam cezası uygulayan tek ülke olduğu geliyor aklıma. 

Skype’den kızım, eşim, oğlum ve torunumla görüşüyor, sonra uykunun insafına sığınıyorum, ranzama çekilerek. 

30.05.2011 ( MİNSK ) 

Gece, bir oda arkadaşım daha oldu. Uyku sersemi, kocaman bir sırt çantası ile genç bir kadının içeri girdiğini, Oksana ile konuştuğu hissettim, sonra uyumuşum. Cadde üzerinde, büyük bir süper market keşfettim. Sabahları, içinde kokulu otlar, baharatlar bulunan peynirli börekleri fırından çıkarıyorlar. Yanına da nestea alarak, geniş, sessiz ve serin Horkaha Parkında kahvaltı yapıyorum. Koca parkı, temizlikçi kadınlar, resmen, baştan aşağı süpürüyorlar, ev temizler gibi. 

Tam karşımdaki meydan, Cumhurbaşkanı Aleksandr Lukoşenko muhaliflerinin gösterileri ile ünlü. 

Konu Lukoşenko’ya gelmişken, gerek Belarus, gerek Minsk hakkında bilgi aktarayım biraz; 

6. ve 8. yy’larda Beyaz Ruslar bu topraklara yerleşerek, Fin- Ogur kökenli kavimlerle harmanlandılar. 1237 ‘de, bu coğrafyadaki Slav ırklarının çoğu gibi Moğol kökenli Altınordu İmparatorluğunun vassalı oldular. Yani vergi ve asker vermek yükümlülüğüne girdiler. 12. yy’ın başlarında, Avrupa’nın en büyük gücü olan Litvanya Grandüklüğü işgal etti sonra bu toprakları. Ne var ki; Moğolların hakimiyetinden kurtularak, gittikçe palazlanan Rus Beylikleri, Moskova Büyükdüklüğünü tesis ederek, 1535 yılında Vilnius’a kadar geldiler. Litvanya’nın kankası Polonya’nın hücumları ile bu topraklar 1634 yılına kadar el değiştirip durdu. Sonra, Rus Kazakları, Rus Çarlığı ve İsveç’liler girdi devreye. Dama taşı gibi, ordular harman dövdüler bu topraklarda. Başta ekonomik menfaatler, kinler, mezhep ayrılıkları da körükleyip durdu, her savaşta yüzbinler yok oldu. 1. Dünya Savaşı'nda Alman işgaline uğrayan ülkede, 25 Mart 1918'de Alman güdümünde Beyaz Rusya Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Alman orduları 1. Dünya Savaşı'nda yenilip çekilmek zorunda kalınca, Brest Litovsk Anlaşması'nı geçersiz ilan edip Rusya'nın 1915-1918 arasında kaybettiği bölgeleri geri almak isteyen SSCB'nin saldırısıyla, ülkenin doğusu 1919'un başında SSCB'nin güdümündeki Beyaz Rusya Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti'nin eline geçti. Sovyet'lerin elindeki bölge yine Litvanya'nın Sovyet işgalindeki bölümüyle 17 Şubat 1919'da birleşip başkenti Vilnius olan Litvanya Beyaz Rusya Sovyet Cumhuriyeti'ne dönüştü. Polonya ve SSCB uzun görüşmelerden sonra 18 Mart 1921'de imzalanan Riga Anlaşması'yla Beyaz Rusya'nın batısı Polonya'ya verildi. Ülkenin geri kalanı da SSCB'ye bağlı bir cumhuriyet oldu. Polonya'nın elindeki Batı Beyaz Rusya, merkezi Brzesc Litewski (Bugün Brest) olan Polesiye, Bialystok, Nowogródek (Navahrudak) ve Wilno illerine bölündü. 

Bu dönemde Beyaz Rus azınlığa genel olarak karşı baskıcı politika uygulandı. 1939'daki Almanya'nın Polonya'yı istilasını takiben gizli Molotov-Ribbentrop Anlaşması uyarınca 17 Eylül'de savunmasız kalan Polonya'nın doğu sınırına giriş yapan Kızıl Ordu, bölgeyi Beyaz Rusya'ya kattı ve bu topraklarda Belostok (Bialystok), Grodno, Baranovichi (2 Kasım 1939-4 Aralık 1939 arası Novogrudok) ve Molodechno (2 Kasım 1939-26 Temmuz 1941 ve 3 Temmuz 1944-20 Eylül 1944 arası Vileyka) oblastlarını kurdu. Oblastlar, özerk cumhuriyet kavramından sonra gelen ve Sovyet Meclisinde temsil edilen, eyalet veya bölge anlamında kullanılırdı. 

Ama 1941 Haziran'ında Almanya'nın saldırısına uğrayan ve bir ay içinde işgal edilen Beyaz Rusya, merkezi Königsberg (Kaliningrad) olan Bialystok (1941 Kasım'da başkenti Reichskommissariat Ostland'ndan alınan ve 1942-1944 arası Garten adını taşıyan Grodno buraya bağlıydı) ilçesi hariç, Reichskommissariat Ostland (Doğu Bölgesi Komiserliği)'a bağlandı. Yüzlerce köy yakıldı, iki yüzden fazla toplama kampı, iki milyondan fazla Beyaz Rus ve Yahudinin ölümüme neden oldu. 

3 yıllık işgalden 1944 Temmuz'un sonunda büyük yıkıntıyla kurtulan Beyaz Rusya, 1945'te Polonya'ya geri verilen Belostok civarı haricinde Batı Beyaz Rusya'yı topraklarına kattı. 

1991'de Belarus bağımsızlığını ilan etti. Belarus'un başkenti Minsk'te Bağımsız Devletler Topluluğu kurulmuştur. Türkiye; Belarus'u tanıyan ilk ülke olmuştur. 25 Ağustos 1991 ‘de bağımsızlığını ilan etti, 1994 ‘den beri de, eski bir kolhoz yöneticisi olan, nostaljik kömünist Aleksadr Lukoşenko başkanlığında yönetilmektedir. Avrupa’da son tiran diye isimlendirmişti, Condoleezza Rice, Lukoşenko’yu. 

Bugün, on milyon kişinin yaşadığı bu ülkede halkın % 82 si Belarus, % 12 Rus, % 4 Polonyalı’dır .Türkiye normlarından yirmi sene geridedir. Hangi normlardan derseniz ? Serbest piyasa cambazlığı, üç kağıtçılık, maniplasyon henüz yeterince bilinmemektedir. Bir şeyler satın almak için girdiğiniz mağazadaki soğuk ilgi şaşırtabilir sizi, Sovyet mirasının tipik bir göstergesidir bu. Yoksa, suç oranları, yasalara riayet, insanların karşılıklı saygısı gibi insani konular ele alınırsa neo- liberal ahlak ( sızlık ) bu ülke değerlerinin çok ama çok gerisinde kalır. 

Bu ülkede; düzen, insanlarının mutluluğu ve güvenliği üzerine kurulmuş. Buraya: dünyanın en güvenli ülkesi demek mümkün. Güvenlik üst düzeyde. Gecenin bir yarısı, sokaklarda, yalnız başınıza, güvenle dolaşabilirsiniz. Şehirde, asla darp-gasp olaylarına rastlanılmıyor. Çünkü: şehirde yaşayan insanlar, resmi giysili polisten çok, sivil giysili polis bulunduğunu biliyorlar. Bunun yanında, polis’e saygı da var. Ama, tüm bunların yanında: sizler, asla herhangi bir suça karışmayın. Çünkü: turist olmanız nedeniyle, bütün suçun size kalabileceğini unutmamalısınız. 

Şehir merkezi gayet modern ve planlı. Özellikle; trafik konusunda: herhangi bir yoğunluk yok. Yollar: 4-4 şeritli ve gayet geniş. Asla araç korna sesi duyulmaz. Asla; trafik kazası olmuyor. İçkili olarak, asla araba kullanmıyorlar. Yollarda: trafik hiç aksamadan akıp gidiyor. Yer altı geçitleri ve çarşılarda: seyyar satıcı ve dilenci yok. Sokaklarda: başıboş dolaşan hayvan görülmez. Rüşvetle iş yaptırmak, asla mümkün değil. 

Minsk; tam bir kültür mabedi gibi. 16 müze, 11 tiyatro, 20 sinema, 139 kütüphane var. Özellikle, hafta sonlarında: parklar, kiliseler, sinagoglar dolup taşıyor. Pazar günleri ise, bir bakıyorsunuz; her yer gelin-damat dolu. Çünkü: düğün törenleri, sokaklarda kutlanıyor. Ne yazık ki; Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından, pek çok ülke gibi Beyaz Rusya da girdiği ekonomik krizden ahlaken olumsuz etkilenmiş ve giderek ülkede, kumar ve fuhuş düzeni, yaygınlaşmış. Sonunda, evinde gık’ı çıkmayan Türk erkekleri buralarda, kendilerini ispatlama yarışına girmişler. 

Evet, Horkaha Parkın’da sabah kahvaltımı yaparken, Nezalezhnastsi Caddesinin diğer yanındaki Oktyabrskaya Meydanının, 2006 Martında en önemli protestonun yani; “ kot devrimi “ ‘nin yapıldığı Lukaşenko muhaliflerinin mekanı olduğunu söylemiştim. Arkasında, Cumhuriyet Sarayı var. Konser, konferans salonu olarak kullanılıyor. Önemli bir toplantı olmalı bugün, zira; meydan Belarus bayrağının renklerini içeren flamalarla bezenmiş, ellerinde telsizleri ile rambo yapılı sivil polisler cirit atıyor. 

Sağ tarafta ise, onarlı sıralar halinde dizilmiş sütunlar ve mitolojik kahramanların heykellerini andıran frizi ile Ulusal Sendikalar Kültür Sarayı var. Dikkatle bakıldığında ise bu heykellerin Sovyet kahramanları olan işçi, emekçi, mühendis ve sporculara ait olduğu fark ediliyor. Sadece 2 € ‘ ya, pek çok opera, tiyatro ve konserin sergilendiği bir sanat sarayı aslında. Tipik bir Reel Sosyalist bir mimari ile alın frizi ve heykelleri ile ayrılıyor hemen. 

O kadar fazla yer altı geçidi var ki; iniş ve çıkışlar bezdiriyor insanı, günümün çoğu, bu yer altı geçitlerinde karşıya geçerken harcandı sanırım. Bir başka sıkıntıyı da para öderken yaşıyorum. Büyük banknot ile ödeme yapmak kolay, ama, geri verilen küçük paralar o kadar çabuk çoğalıyor ki; kısa süre sonra. Kasa önünde bunları toparlayıp, kasiyere uzatmak dakikalar alıyor. Banknotları, sık sık, büyükten küçüğe dizerek istiflememe rağmen, kasa da karma karış oluyorum. Dikkat ediyorum, bu sıkıntıyı, genelde Minsk’in yaşlıları da çekiyor. 2320 BLR değerinde bir şişe suyun bedelini, tedavülde olan 20-50 ve 100 BLR ‘lik banknotlarda ödemenin nasıl olacağını tahmin edersiniz. Bir ara 1000 BLR ‘ lik demetler yapmayı denedim, parkta otururken. Önümden gelip geçen bir Allah’ın kulu kafasını çevirip bakmadı bile, kucağımdaki yığınla banknota. Yığınla dediğime bakmayın, dün 50 € bozdurmuştum, onca harcamadan kalanlar bunlar. 

Mink’te turistlerin en rağbet ettiği, yüz numaralı otobüs, hat numarası 100 yani. Havaalanı ile Moskovski Otobüs Garajı arasında çalışıyor ve Minsk’in önemli yerlerini, özellikle Nezalezhnastsi Prospekt’i baştan sona geçiyor. Evin önündeki duraktan biniyorum, dola boşala ilerliyor, itişme kakışma yok, gürültü yok. Henüz, kulağına ı-pad kulaklığı takıp, koltuğa yayılmış, kendinden geçmiş gençler de yok. 

Sonunda geniş bir meydanın önünde Moskovski otobüs terminalinde iniyorum. Minsk’in, üç otobüs terminalinden birisi burası. İlki, Vilnius’den gelirken son durakta indiğim Vostochny, diğer, tren garının karşısındaki, devasa Stalinist Binaların arkasında imiş, uzun zamandır bakımda, sanırım, kentin göbeğine de bir daha sokmazlar. 

Karşımda resimlerinden tanıdığım Milli Kütüphane Binası’nı görüyorum. Geniş bir parkın içinde. İlerliyor, köşedeki kapısından giriyorum. Ben mi müşkülpesentim bilmiyorum, işlevselliği bir yana, üçgen ve kare yüzeylerden meydana gelen ve rhombicuboctahedron denen prizma şeklindeki mimarisi için çok mu kafa yordu, Mihail Vinogradov ve Viktor Kramarenko isimli mimarlar. Hele itici cam giydirme cephesi ve renkleri bu devasa binayı olması gereken güzellik ve zerafetinden koparıp atmış. Dış yüzeyi oluşturan cam paneller, geceleri, LED aydınlatma animasyonları ile Belarus bayrağı ve değişik oyunlarına sahne oluyormuş. Ocak 2006 yılında hizmete giren kütüphane , 23 kattan oluşan, 72 metre yüksekliğinde, 2000 okuyucu, 500 konferans izleyicisine hizmet verebiliyor. 

Önündeki devasa ve bakımlı park, bir anda içimi genişletiyor, ferahlatıyor. Tertemiz parkın, tertemiz banklarında ne bir çakı izi, ne kalp resmi ne de tosun edebiyatından cümleler var. Etrafını dolanan Slyepyanskaya göletine sarkan söğüt ağaçları, gökyüzünde pamuk kümeleri gibi bulutların su yüzüne düşen akisleri, sanayinin kirletmediği bir çevre ile ayrılmak istemediğim bir yer oluveriyor. 

Milli Kütüphanenin 23. katında seyir platformu var. 12.00’de açılıyormuş, iki üç dakika bekliyorum, içeri alıyorlar, koca bir bina, 4400 BLR ödeyerek gişeden bilet alıyorum. Ahu gibi bir kız, gişenin önünden beni alarak, asansöre bindiriyor, 22. kata çıkarken, bir şeyler anlatırken, benim dikkatim kızın kusursuz yüz güzelliğinde. Hayırlısı ile şu Belarus gezisini tamamlayıp, ayrılsam ne kadar iyi olacak. 

Son kat merdivenlerle çıkılıyor, çepçevre pleksiglas plakalarla kaplanmış alandan, Minsk’i kuş bakışı seyrediyorum. Sert iklim şartlarından, plakalar şeffaflık özelliğini kaybetmişler. Aralarda, bulabildiğim boşluklardan fotoğraf makinemi sokarak fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Yeşiller içinde bir kent Minsk. Kent içinde parkların bolluğu, dışında, yağmalanmamış ormanlar ne kadar güzel. Ancak; kütüphanenin arkasında başlayan dev inşaat, ormanın bir kısmını yok etmiş. Ama, belli ki; dokuyu bozmayacak bir yerleşim planı içerisinde yürüyor inşaatlar. 

Moskovski Otobüs Terminalinden, Dudutki’ye giden bir otobüs bulurum umuduyla içeri giriyorum. Dudutki, büyük bir çiftliğin içinde, interaktif ziyaret mekanları olan görülmeye değer yerlerden biri olmalı. Gişedeki kadın, motor gibi bir Rusça ile abandone ediyor beni. İki kelimeyi anlayabiliyorum. Vostochny Vaksal. Tamam, demek; Dudutki otobüsleri diğer terminalden kalkıyor. 

Yazmadan geçemeyeceğim; Bu kentte, sokaktan geçen kızlar içinden her on kız bir kenara çekilse, bizim dizi filmlerde baş rol oyuncusu olur. O kadar alımlı ve güzeller. Bizim, şımarık moloz sanatçıların da burnu sürter belki. 

Tekrar, 100 nolu otobüse biniyorum, üzerinde renkli önlük olan biletçi kadına 850 BLR uzatıyorum, bilet ücreti olarak ve “ Vostochny Vaksal’a gider mi ? “ diye soruyorum. Bir anda, herkes bana bir şeyler anlatma gayretine giriyorlar, ama kendi dillerinde tabii. Onca ilgiye rağmen sorumun cevabını anlayamıyor ve tren istasyonu yakınlarında iniyorum. Gençler genellikle İngilizce biliyor. Bir gence soruyorum, “ bilmiyorum, ama öğrenirim “ diyerek, otobüs durağında bekleyen kadınlara sorup, dönüyor. 8 nolu otobüsün geçtiğini söylüyor. Violin sanatçısı imiş, iki kez Türkiye’ye gelmiş, Lübnan ve İsrail’de de konserler vermiş. 

Epey bekliyorum, 8 nolu otobüsten haber yok. Direkte asılı bir listeye daha dikkatle bakınca, Rusça yazılmış olduğunu tahmin ettiğim geliş gidiş saatlerini çözebiliyorum. Yoğunluğa göre, otobüs koymuşlar anlaşılan, 12.00’ de otobüs geçmiş, sonraki 16.00’ da gelecek. Bir saat beklemek istemediğimden, odama dönüyor, dinleniyor, oda arkadaşım Maria ile laflıyor, yarın gideceğimiz Mir ve Nyazvish gezilerini planlıyoruz. 

Uzak oluşuna rağmen, akşam yemeğimi yine Lido’da yemek üzere, çıkıyorum. Akşam bolca yediğim yemekler rahatsız edince, çorba ve sebzeli pilavla yetiniyorum. Yemeklerin ve restoranın gerçekten göz doldurucu olduğunu ve fiyatların çok makul, hatta ucuz olduğunu söylemekle yetineceğim ( 33220 BLR ). 

Yemek sonrası, geri dönerek, metro istasyonunun yanından Lenin Caddesine giriyorum, gerçi; az sonra adı değişerek, Peramozhtsau oluyor. Niyetim, bu caddenin sonunda bulunan Belintourist’e giderek, Mir ve Nyazvish gezileri hakkında bilgi ve fiyat almak. Ayrıca, yakınlarda Holokost Kurbanları için dikilen anıtı görmek. Saat 19.00, turist ofisi kapanmış. Melnikayte sokağı boyunca yürürken, evlerine dönen yorgun, solmuş ama yine de dirençli Minsk’lileri izliyorum. Rakovskaya sokağı ile kesiştiği yerde, 2 metre yüksekliğinde, İbranice ve İngilizce yazılar bulunan Zaslavsky Yahudi Anıtını görüyorum. 1941-1943 yıllarında, Avrupa’nın her kentinden toplanan 100.000 Yahudi’nin, gettolara getirilerek tümünün öldürüldüğünü yakıldığını yazıyor. Minsk’te bulunan 5000 Yahudi de Naziler tarafından 2 Mart 1942 ‘de öldürülmüştü. 

Hava kararıyor, odama dönerken, akşam gelen sempatik İngiliz kızla tanışıp, bilgisayarlarımıza gömülüyoruz. 

31.05.2011 ( MİNSK - MİR - NYASVİZH - MİNSK ) 

Oda arkadaşlarımdan Maria, akşam, Aida’yı izlemek üzere Opera’ya gitmişti. Tam uyumak üzereyken döndü. Lukaşenko’yu görmüş salonda, heyecanla anlatıyordu. Aida izleyen bir diktatör, onu da şaşırtmış anlaşılan. 

Nancia; annesi Çinli, babası İngiliz olan sempatik bir melez. Benim rotama benzer bir rota ile Moskova’ya, sonrada Trans Sibirya Ekspresi ile Çin’e gidecekmiş. Altı ay çalışıp, topladığı parayla altı ay geziyormuş. Yarın 19.00 treni ile Vilnius’a geçecek, yarınki gezi sonrası treni kaçırmaktan korkuyor. Maria verilen 26 $ rakamı çok buluyor. Baktım iş uzayacak; “ Nancia, çantalarını arabaya koyar, dönüşte, doğrudan tren istasyonunda iner “ önerim kabul görüyor. 

Saat 09.00’da Oksana’nın arkadaşı Aleksandr, bizleri almak için geliyor. Kent çıkışında, iki gündür çekirdeğini gezdiğim kentin, patlarcasına büyüdüğüne şahit oluyorum, iki milyon nüfusu olan Minsk, korkarım, yakın gelecekte, on milyonluk Belarus’un büyük kısmına mesken olacak. 

Kent çıkışında, benzin almak için duruyor Aleksandr. Fiyatları görünce, nasıl bir insafsızlık uygulamasının olduğunu, bir kez daha anlıyorum Türkiye’de. 98 Oktan benzin 5950 BLR, 92 Oktan 3950, Dizel 3900 BLR. Devalüasyonlar ülkesi olan Belarus’ta, fiyatlar, neredeyse; 50 € sent düzeyinde. Akaryakıt istasyonlarında servis, bizzat araç sahipleri tarafından yapılıyor, çoğu Avrupa ülkesinde. Bizdeki magandalar, direksiyonu bırakmadan, kredi kartını uzatırlar pompacıya çoğu kez. Önümüzdeki lüks aracın sahibesi Lolita’nın, mini eteği ve pamuk elleri ile akaryakıt pompasına uzanmasına gönlüm razı olmuyor. Koşup yardım etsem ne der acaba ? Minsk dışına çıkmak ne zormuş, bir yığın yeni yol çalışmaları, inşaatlar arasından labirent gibi dolaşıyoruz. 

Doğu Avrupa’yı Moskova’ya bağlayan yolda, dümdüz bir arazide, 90 kilometre sabit hızda ilerlerken, dümdüz, yemyeşil arazilere bakıyorum. Yüz yıllardır, uygulanan konvansiyonel üretim sayesinde kirlenmemiş, zehirlenmemiş topraklar, gelişmiş ülkelerin iştahını nasıl kabartıyordur. Minsk ile Mir arası 85 kilometre. Ormanlarını korumuş olan Belarus’un bizon, tilki ve ayıları ün yapmıştı hatırladığım kadarıyla. Minsk’e adını veren Milka nehrinden geçiyoruz, kıyısında güneşlenenler, nehre girenler var. Yol boyunca, asfaltı süpüren, kuru otları kesen iş makineleri çarpıyor gözüme. 

Dümdüz, tekdüze yol uyku getiriyor, ben inatla ortalığı seyrederken, Maria ve Nancia uydular bile. Mir’e giriyoruz, Ortodoks ve Katolik olmak üzere iki kilisesi var. Katolik Kilisesinin önünde duruyor Aleksandr. Müştemilatı, küçük bir restorana dönüştürülmüş, bilinçli bir restorasyonla. Yemeklerinin iyi ve ucuz olduğunu söylüyor şoförümüz, menüden sipariş verip, Mir kalesini dolaştıktan sonra gelmek üzere ayrılıyoruz. 

1994 yılından beri Unesco Dünya Koruma Mirası Listesinde yer alan Mir Kalesi, 1300 yıllarında kurulmuş Mir Köyünün yanı başında, 16. yy’a tarihleniyor. Feodal Radziwill Hanedanına ait. Kalenin önüne geldiğimizde, üniformalı iki görevli, kapalı olduğunu söylüyor. Aleksandr bir şeyler konuşuyor, ağır, perçinli kapının bir kanadı açılıyor ardına kadar. 

Kale meydanında, bir zırhlı savaşçı heykelini görünce Maria, ısrarla, kollarının arasına itiyor beni ve boğazlanırken fotoğrafımı çekiyor gülerek. Küçük bir müze var köşede, kapalı. Kalenin önündeki göletten kalenin çok daha iyi görüneceğini, fotoğraf vereceğini tahmin edip, su kenarınca yürüyerek değişik açılardan kaleyi fotoğraflıyorum. Sonra, kalenin yanındaki küçük kilisenin önünde buluşuyoruz arkadaşlarla. Hiç de, rahibeye benzemeyen bir huri, kapalı işareti yapıyor. Ciğerlerimi açan, tertemiz hava içerisinde iki dolaşıyorum kalenin etrafında. 

Restorana dönüyoruz daha sonra. Sipariş verdiğim mantar çorbası nefis. Kocaman bir toprak kase içerisinde, bol mantar, soğan ve parça etlerle başlangıç yapıyorum. Sonra, maçanga, küçük toprak tencerede pişirilerek, ağzı kapalı olarak servis ediliyor, pankek dilimleri arasında soslu et parçaları ile Kilise müştemilatı gerçek bir ziyafet mekanı oluyor. Toplam 14940 BLR yani; 2.1 € ödüyorum bu nefaset için. Bu fiyata, ülkemde, sadece, jilet gibi incecik kesilmiş kaşar peynirli tost alabileceğimi düşünüyorum burukça. 

Yemek sonrası konuşmalarda; Aleksandr, ülkede kaos yaratmak isteyenlerin olduğunu, Minsk’te, Oktyabrskaya Metro İstasyonunda patlatılan bomba sonucu 22 kişinin öldüğü söylüyor. Ben de, bu olayın 11 Nisan günü gerçekleştiğini hatırlatıyorum. Bir anda şok oluyor herkes, herhalde, terörü bol bir ülkeden gelen bir Türk ile yemek yediklerini hatırlıyorlar. Oysa, ben, o tarihlerde, gezi planları yaparken Minsk’i çalıştığımı, olayın da bu günlerde meydana geldiği için unutmadığımı söyleyince rahatlıyorlar, ben de potansiyel terörist zannından kurtuluyorum. 

Belarus’un, Rusya ile birleşme arzusundan bahsediyorum. Lukaşenko’nun, bir ara Rusya’ya böyle bir öneri götürdüğünü, ancak; eşit şartlarda beraberlik istediği için, Rusya’nın sıcak bakmadığını söylüyor. Sonra da ekliyor Aleksandr: Belarus fare ise Rusya fil. Neden kabul etsin ki. 

Mir köyünün merkezine geliyoruz yemekten sonra. Mavi boyalı, soğanbaş kubbeleri, ahşap çan kulesi ile sevimli bir Ortodoks kilisesine giriyoruz. Tavandan sarkan üç ip dikkatimizi çekiyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Maria dudak büküyor, ben; “ çanı çaldıran mekanizmanın ipleri olmalı “ diyorum. İçeriden sesimizi duyan zangoç geliyor, haklı çıkıyorum. Zangoç, Aleksandr’a bir şeyler anlatmaya başlıyor, ben dışarı çıkıp, kilisenin kubbelerini fotoğraflıyorum. 

Dönüyorum, konuşacak birini bulmanın keyfi ile esir aldığı Aleksandr’ı kurtarıyorumzangocun elinden. 

2500 nüfuslu, ızgara düzenli sokakları, bahçeli, renkli ahşap evleri ile, huzur ve sükun vaat eden köyün içinde bir tur atıp Nyasvizh’e yola koyuluyoruz. Mir ile arasında 30 kilometre mesafe var, ama, genel ulaşım kolay değil. Bir ara epey incelemiş, Mir ve Nyasvizh’i otobüs ile bir günde gezmenin zor olacağını hissetmiştim. 

Dikkatimi çekiyor, küçük tarla görmedim hiç. Her biri yüzlerce dönüm büyüklüğünde araziler, üzerindeki ekin veya hasat düzeninden belli oluyor. Bir de, şehirler arası yolda bile, bisikletler için, ayrı şerit ayrıldığını şaşırarak fark ediyorum. 

Geniş caddeler üzerinde, bahçelerinden çiçekler fışkıran, her biri farklı renklerde boyanmış, sarı, yeşil, mavi ahşap evler, sıcak bir hoş geldin ile karşılıyor. Ayaklarının dibine, taze zambaklar, güller, plastik çiçeklerden çelenkler bırakılmış bir Lenin heykelinin önünden geçiyoruz. Lenin, unutulmamanın hazzı ile gülümsüyor sanki. Nyasvizh Kalesi de, Radziwill ailesine aitmiş. Bir feodal derebeylik savunma mekanı yani. Litvanya- Polonya kökenli bu ailenin tarihi 1363 yıllarına kadar gidiyor. Kasabanın meydanında büyük bir Polonya Katolik Kilisesi var. Belarus halkı, tarih boyunca, işgallerine uğradığı Polonyalıları sevmiyorlar. Maria, Polonya’dan Belarus’a girerken çok zorluk çektiğini anlatmıştı. 

Kalenin de içinde bulunduğu arazi, girişteki haritaya bakılırsa, küçük bir memleket kadar. Gölle çevrili kalede köklü bir restorasyon var. Burası da, Unesco Dünya Koruma Mirası Listesinde 2005 yılından bu yana. Etrafındaki hendekte iş makineleri harıl harıl çalışıyor. Meydanın büyük kısmı çalışma olduğu için ziyarete kapalı. Çok büyük bir araziye açılan demir kapıdan girerken, bir kız, önümüze geçip, bilet almamızı istiyor. ( 1500 BLR ). İçinde sazların, ördeklerin olduğu göl boyunca yürüyerek kale önüne gelebiliyoruz. İçerideki müzede ( 4000 BLR ) Radziwill Hanedanın geniş bir kütüphanesi, oturma ve çalışma mekanları, mobilyalar, demlenmiş saltanatın ip uçlarını veriyor. Litvanya, Polonya, Ukrayna ve Belarus’u kapsayan coğrafyada kurulmuş olan kaleleri görünce hayret ediyorum, duvardaki harita üzerinde. Nyasvizh Kalesinin 1583 yılında yapıldığı işaretlenmiş haritada. Feodal dönemin din-derebeylik dayanışması, din adına yağmalar, toprak işgalleri, serflerin boğaz tokluğuna çalışmaları, Marks’ın, Engels’ın, feodalite tahlilleri arasında kaybolur gibi oluyorum müzenin içinde. 

Kalenin etrafında, sık ağaçlarla kaplı orman içinde, güneş girmediğinden, yoğun bir rutubet ve toprak kokusu çekiyorum burnuma. Dört tarafı hafriyat dolu olduğu için güzel bir fotoğraf alamıyorum. Yürüyerek çizdiğimiz çember, ağaçların gölgesinde, 2. Dünya Anıtının önünde bitiyor ve kasaba meydanında, Aleksandr bir saat serbest zaman veriyor. Girişte gördüğüm sevimli sokaklara doğru yapıyorum hamlemi. Sessiz sokakların sakin bahçelerinde, çiçekleri, domates, soğan fideleri çapalayan yaşlılara selam vererek dolaşıyorum, rengarenk boyalı evlerin arasında. Bir saat çabuk geçiyor, buluşma noktasına dönerken, onbeş nüfuslu bir kasabada, akıl almaz mini etekleri, vay anasını dedirten kadınları izliyorum ister istemez. 

Yine dümdüz, monoton yollardan Minsk yoluna giriyoruz. Uyku hakim oluyor, yol arkadaşlarıma, ben; biçilmiş ot kokan, yemyeşil uzayıp giden tarlaları, dik çatılı, ahşap köy evlerini kaçırmamak için uykuya direniyorum. 

Minsk’e yaklaştığımız, kule vinçlerden anlaşılıyor, sonra da, alerjimi tetikleyen inşaatlar başlıyor. Aleksandr, kent girişinde bir çiğlik yaparak, bir metro istasyonunun önünde bırakıyor bizi, tabii, önce, paraları alıyor (26 $ ). Kızlarla birlikte metroya biniyoruz. Nancia telaşlı, Vilnius’a gidecek treninin kalkmasına sadece on dört dakika var. Biz Maria ile Oktyabrskaya Metro istasyonunda iniyoruz, Nancia, tren istasyonuna yakın olan, bir istasyon sonraki Nezalezhnastsi İstasyonunda inecek. Baştan söylediğimiz halde, Aleksandr’ın yaptığı terbiyesizlik karşısında; “ gavur olsa yapmaz “ deyimini hatırlıyorum, metroda, Nancia’nın tedirgin yüzüne baktıkça. Yetişeceğine umudumuz yok, “ akşama odaya bekleriz “ diye takılıyorum gerginliğini atması için. Vedalaşıp, Maria ile eve geliyoruz. 

Maria da, 21.00’de Moskova trenine binecek, Kazan’a gitmek için. Şu Batılılar ne kadar rahat, onun yerine ben heyecanlanıyorum. Lenin caddesinde, başka bir restorana gidiyoruz akşam yemeği için, bahane ile Lido farkını görmüş oluyorum. Aheste çantalarını topluyor ve treninin hareketine yirmi dakika kala, metro istasyonuna inen alt geçitte vedalaşıyoruz. Gum kapanmış, Mc Donalds’ın yanındaki süpermarkete giriyor, su ve muz alarak, yapayalnız odama dönüyorum. Nancia yok, Maria yok, üstelik Oksana da yok bu akşam. Ben de; “ herkes gitti yalnız kaldım meyhanede “ şarkısını mırıldanarak, bilgisayarımı açıyorum. 

01.06.2011 ( MİNSK - DUDUTKİ - MİNSK ) 

Akşam, yalnız kalmayı garipsedim biraz. Anlaşılan gece boyu Oksana da gelmedi. Zaten, arka taraftaki odasına ne zaman girip çıktığını anlamak zor. Erken kalkıyorum, Dudutki’ye gideceğim bugün. 323 nolu otobüs, tren istasyonunun karşısındaki Centralny Avtovaksal’ı bakıma girdiğinden beri, Vostochny Avtovaksalı’ndan kalkıyormuş. Evden çıkıp, Nezalezhnastsi caddesi boyunca yürüyerek onbeş dakikada tren istasyonunun karşısındaki otobüs durağına geliyorum. 8 hat nolu otobüsle, Vostochny’e gideceğim. 

Minsk’e geldiğimden beri dikkat ediyorum, cadde boyunca dizilmiş, Sovyet mirası binaların cepheleri bakımlı ve gösterişli. Ama, binanın içine, mesela Oksana’nın dairesine girmek için, gösterişli binadan yirmi adım attığımda, merdiven sahanlığında fayansları dökülmüş, sıvaları yer yer patlamış, perişan bir manzara ile karşılaşıyorum. Bakü’de de, bu teşhir politikasının arka planını görmüştüm. Haydi, enerji sıkıntısı olmadığı için Azerbeycan’da, tüm binalar ışıl ışıl aydınlatıyor, doğalgaz borcu yüzünden Rusya ile başı dertte olan Belarus’un, aynı şekilde, bonkörce harcadığı enerjiye ne demeli. 

Neyse; 8 nolu otobüs saatinde geliyor. Elimde 850 BLR, fosforlu yelek giymiş biletçiyi bekliyorum. Yok. Herkes elindeki bileti, kırmızı makinede delip iptal ettirerek yerine oturuyor. Hayret, bu otobüste sistem farklı. Oysa, ilk gün, aynı hatta, biletçi kadından bilet almıştım. 

Kaçak gidiyorum yani, tedirginim. Sonunda, otogarı tanıyorum ve ilk otobüs durağında, kontrolörlere çarpılmadan, yakalanmadan iniyorum. Dudutki’ye 09.40’da otobüs varmış. Dönüş için de 14.20 otobüsünü kullanabilirim, Dudutki’den ( 5530 BLR gidiş, 5460 BLR dönüş). 40 kilometrelik yolun gidiş dönüş bedeli 1.5€ yani. 18 nolu peronda yolcuları inceliyorum. Beyaz Rus kadınları da Türkler gibi, belli bir yaştan sonra, çabuk deforme oluyorlar, oysa, genç kızlar, kadınlar Allah vergisi olsa gerek manken gibiler. 

Tam saatinde perona giren otobüse, bir kadın ordusu hücum ediyor. Sanki Seda Sayan’ın kadınlar matinesine gidiyorlar. Üstelik, her durakta 5-10 kadın daha biniyor. Hepsi de yaşlı ve geveze. Nehrin kıyısında çimenler üzerinde uzanmış bikinili kadınlar, şimdiden güneşe teslim olmuşlar. Yemyeşil tarlalar ve onları bir çit gibi çeviren ağaçların arasından geçip giderken, eski otobüsün motoru oflayıp puflamaya başlıyor. Umarım, 40 kilometre yolu, bunca kalabalıkla aşmayı becerir. Geçtiğimiz köylerde, otobüs boşalmaya başladı. Yeşil tarlalar ve pamuk yığınını andıran bulutların oluşturduğu fon üzerinde, silik bir leke gibi Dudutki’nin yel değirmeni göründü. 

Hareket ettikten 1.5 saat sonra, Dudutki’ye varıyorum. Burayı ünlü yapan, Açık Hava İnteraktif Müzesi. İner inmez tamamen ahşap soğan başlı Ortodoks Kilisesini görüyorum, bakımlı bir bahçe içinde, oldukça estetik bir görünümü var. Giriş serbest anlaşılan, içeride yiyecek ve etkinliklere göre değişik programlar var. Her birinin ücreti farklı. Nostaljik bir ortam yaratılmış, önce bir çömlek atelyesine giriyorum. Sevimli bir ihtiyar, dirseklerine kadar çamur içinde, fotoğrafını çekip gösterince memnun oluyor. 

Sonra, ahşap oyma ve el işleme atelyesine giriyorum. Şişman ama sempatik kız, güler yüzle karşılıyor ve birkaç uygulama gösteriyor. Türk olduğumu anlayınca, Türkçe’nin zorluklarından, bir türlü öğrenemediğinden bahsediyor. Rusça ile pek çok benzer kelimeye sahip oldoğunu söyleyerek, “ semaver “ kelimesini örnek veriyor. Türkçe’ye bu ilgisinin nereden geldiğini soruyorum. Arkadaşı bir Türk ile evliymiş, belki de, onunda hayallerini bir Türk erkeği süslüyor kim bilir ? 

Bir ahşap ( gerçi burada her şey ahşap ) depoda, 1940 ‘lardan kalma, çok bakımlı otomobiller sergileniyor. Pony atlar, çıktıkları ahırdan merakla bakıyorlar. Öğretmenleri eşliğinde küçük çocuklar, keyifle, çığlıklar atarak dolaşıyorlar. 

Niyetim, çiftliğin hayli uzağında olan yel değirmenine ve en yakın köye yürümek. Önce, ahşap kiliseye giriyorum. 20007 yılına yapılmış. Yangına karşı alınmış, ihbar sistemlerinin çokluğu dikkatimi çekiyor. Girişte bankoda, güzel bir kız, ben dolaştıkça, göz ucuyla izliyor, yanlış bir şey yapmamam için. Ağaç kütüklerle çevrilmiş yemyeşil çayırda, atlar otluyor, mutlu, toprakta yuvarlanıyorlar. 

İleride, silüet halinde görünen yel değirmenin önüne kadar uzanan toprak patikaya giriyorum. Ahşap dişlilerin oluşturduğu mekanizmasını yakından görebilmek için, tepesine çıkıyorum. İlk defa, bir değirmen ile bu kadar iç iç içeyim. Gökyüzü giderek, bembeyaz bulut kümeleri ile doluyor. Yeşil çayır, mavi gökyüzü, beyaz bulutlar ve değirmenin silüeti pastoral bir tablo oluşturuyor. 

Hava adamakıllı ısındı, tekrar çiftliğe dönerek, gölgede kalmış bir salıncağa uzanıp, kestirirken, tavus kuşunun çığlıklarını, ağaçkakanların takırtılarını, kuşların cıvıltılarını izliyorum. Gökyüzünde, birleşen, birbirinden kopan bulut kümelerini izlerken, otobüsün hareket saati olan 14.20’yi bekliyorum. 

Kırk kilometre uzaktan gelen bir eski otobüs bu kadar dakik olabilir mi? Ortalığa hakim olan doğal sesler, motorun uğultusu ile kayboluyor. Salıncaktan ve miskinlik hallerinden koparak, bindiğim otobüs, yine, 1.5 saat sonra Vostochny garajına getiriyor. Niyetim, Lido’ya gidip, yemek yemek. Otobüs durağına gelen 30 nolu tramvaya biniyorum, bilet alacak bir yer göremedim dışarıda. Eyvah, bunda da biletçi yok, son üç günde mi değiştirdi bunlar uygulamalarını. Yine, kaçak gidiyorum. Hayırlısı ile yakalanmadan, rezil olmadan gideyim diye düşünürken, bir yandan da, otobüse binecek kontrollere bakıyorum. Binen olursa, ben hemen ineceğim. Bir el omzuma dokunuyor. Tombala. Süslü yelekli kadın, kontrolör bilet soruyor, elimde terden ıslanmış, 850 BLR ‘yi uzatıyorum, anlamazlıktan gelerek. Rusça bir şeyler söylüyor. Israrla duruyor başımda. Minsk’te biletsiz yakalanmanın cezası, bilet ücretinin on katı. Ben de ısrarla para uzatıyorum. Sonunda, pes edip, cüzdanının içinden bir bilet çıkarıp, makinede delip uzatıyor ve elimdeki 850 BLR ‘yi alarak, yanımdan uzaklaşıyor. Lenin Meydanında iniyorum. Dudutki’nin tertemiz havası, çarpmış olmalı, dayak yemiş gibi, halsizim. Yarım saat yürümek yerine, metroya biniyor ve Lido’nun yanıbaşındaki Yakup Kolasa Metro istasyonunda inerek Lido’ya giriyorum. 

Sonra, Lenin caddesinden aşağı inerek sağdaki Peter Paul Kilisesi önlerindeki parka geliyorum. Parka uzanmış iki genç Türkçe konuşuyorlar. Birisi; “ eninde sonunda sınır dışı edecekler oğlum bizi “ diyor. Kürt kökenli oldukları her hallerinden belli. Kiliseyi dolaşıp, daha sonra yanlarından geçerken takılıyorum; “ Biz Türk değiliz, Azeri’yiz “ diyerek, kestirip atıyorlar. Huzursuz etmemek için uzaklaşıyorum yanlarından. Cebimdeki son paralarla, meyve, su kartpostal alarak odama çekiliyorum. 

Hava sıcaktı, sanırım 28 derece civarında. Oda serinliğinde dinlenirken, çantalarımı topluyorum. 

02.06.2011 ( MİNSK - VİLNİUS ) 

Minsk’te kaldığım Oksana’nın evinde, geç saatlere kadar, yeni oda arkadaşım Fransız gençle lafladık akşam. Anladım kadarı ile profesyonel futbolcu ve bir futbol takım ile tanışıp anlaşmaya gelmiş Belarus’a. Bugün de, çok yürüdüm, çok yoruldum, deliksiz uyumuşum. 

07.45‘de Minsk’ten Vilnius’e götürecek olan trene biniyorum. Vagona baskın yaparcasına binen gümrük polisleri, ellerinde bilgisayarlarla, çabucak bitiriyorlar işlemleri, ikide bir beni koklayıp duran narkotik köpeği, ikna olup uzaklaşıyor sonunda. 

Medininkai sınır kapısı çıkışından Litvanya’nın Kena sınır kapısına kadar, oldukça geniş bir tampon bölge olmalı, epey ilerliyor tren. İçeri giren tombul Litvanya’lı polis kadın, pasaportuma bakıp bakıp dudak büküyor, anlaşıldı farz oldu artık pasaportumu çiplisi ile değiştirmem. Pasaportu uzatınca, “ hayır, bir de giriş damgası istiyorum. “ diyorum. Çıkışlarda, giriş kaydı olmadığı için pek çok sorun yaşadım şimdiye dek. Damgalayıp uzatıyor pasaportu ve tatlı bir sesle “ Litvanya’ya hoş geldin. “ diyor. 

Belarus polislerinin disiplini hemen belli oluyor, Litvanya polisi, arka sıralarda takıldı, konuşmalar, kahkahalardan sonra, kırk beş dakika geçiyor ve hareket ediyoruz. 

 

 

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..