Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Mart '12

 
Kategori
Anılar
 

Beyoğlu... Beyoğlu... 1

Beyoğlu... Beyoğlu... 1
 

21.Mart.2012- Çarşamba (Sabah)

Milliyet Blogun olağanüstü toplantılarından birinin daha (Hiç olağan toplantısı olduğunu duymadım ki ben…) İstanbul Beyoğlu’nda yapılacağını duyunca  huylandım. Daha doğrusu yerimde duramaz oldum. Koca bir kış üzerimizden silindir gibi geçmiş. Bizi mahvetmiş… Odalara mahkum olmuşuz… Mesut Bey taa İzmir’den geliyor, Beyoğlu’nda bir toplantı düzenliyor. Gitmemek olmaz… diye düşündüm.

Ama yine de ikircikliyim; bir yandan da gözüm, “İstanbul Hava Durum”unda… Yani, İstanbul’un havası şeye benzer, derler. Onun için pek fazla güven olmaz. Hop bir bakarsın iyi, hop yağmur şakır şakır indirivermiş… Hava da hala soğuk üstelik. Ne giyeceğiz?

Bir sürü sorgu sual kendi kendime, bir de bizim Stepne’ye … ondan da olur aldıktan sonra… Bavulumu hazırlamaya başladım. Koy Allah koy…(Nasıl olsa benim bavulu hanım taşıyacak..) adetidir, sağolsun, bana hiç taşıtmaz…Daha doğrusu. Acır! Canım..!

Bir gün önce  biletimiz alındı. (Çarşamba gidiş- Perşembe dönüş) Biletçi’ye, eğer hanıma pencere kenarından yer vermezsen benim kafamı kırar.. dedim. Adam bunu duyar duymaz kahkahayı bastı:  “Tamam abi… hiç merak etme, en sotalı yeri size ayırdım…”dedi. Sağolsun. Dünya’da hala halden anlayan iyi insanlar var.

Akşam’dan hazırlıklarımızı yaptık. Planlarımızı hazırladık. Biz böyle hanımla her yolculuktan önce bir kurgulama  yaparız. Ama tabii bir de İstanbul’daki kızımıza soralım dedik… “ Biz geliyoruz, bir gece kalmak istiyoruz. İzniniz, yeriniz (keyfiniz..) var mı ?” diye… Kızım telefonda duyar duymaz . “Olur mu ya..!” yı çekti. Sağolsun, “Ben sizi bir hafta bırakmam..” dedi. Neyse Cumartesi’ye anlaştık… Eee.. şimdi ne oldu? Hani biz hemen ertesi gün için bilet almıştık. (Neyseki ben alışkınım, böyle her yolculuktan önce 50 kere bilet değiştirmeye..!) Bu kez hanıma: “Bu kez sen değiştireceksin…”dedim. Bir “Olur mu ya…”da, o bana çekti . (Görürsün bakalım, olur mu olmaz mı?)

Ertesi sabah 5.30’da ikimiz de ayaktaydık. Ondan sonra, “şunu unuttuk mu.. bunu unuttuk mu… faslı başladı. Ve bitti. Nihayet 6.30.’a  doğru sokağa çıktık. Caddenin taa ötesinde olan Taksi kulubesine doğru acaip hareketler yapmaya başladım. Görsünler de, gelsinler diye… Çünkü ellerimizde bavullar, mavullar… Neymiş.. İki saatlik yola, İstanbul’a gidiyormuşuz… neyse Şoför arkadaş uyku ile uyanıklık arasında fark etti de, arabasına atlayıp bizi almaya geldi.

Şoförün adı Mustafa, ben öne oturdum. Gideceğimiz yeri söyledik. Baktım, tam önünde açık vaziyette bir kitap duruyor. “Abi, ne okuyorsun…” diye sordum. “Zülfü Livaneli’nin Seranad’ını okuyorum Hocam…”dedi. “Nasıl, beğendin mi?” diye sorunca …Bana Zülfü Liavneli’nin hayatını anlatmaya başladı. Kitaplarından hangilerini okuduğunu söyledi.. ve Serenad’ı bir güzel eleştirmeye başladı… “Abi sen bu kitabı okudun mu?” diye sorunca… Bereket iskeleye gelmiştik. Parasını verdim… Utanarak,”Okumadım…” dedim. Peşimden seslendi… “Abi mutlaka oku… çok beğeneceksin…” Tabii de… biz böyle holdur holdur gezersek okumaya ne zaman, zaman bulacağız? Söyler misiniz? İşte bu da kötü bir “Özür” oldu ama… Ne yapalım gerçek bu!

Hareketten 20 dakika önce rıhtımdaydık. Ben bileti değiştirmesi için hanımı itekledim. Biraz sonra, gişeden bağırışlar çağırışlar geldi. Her halde Gişe memuru bugün işe geldiğine pişman olmuştu… Benim hanım ver veriştir ediyordu… Geldiğinde  “Mesele ne?” diye sordum. Meğer böyle bilet değişimlerinde “fark” alıyorlarmış. Benim hanımın bütün feryadı figanı bu fark üzerine imiş… Adamın da dert anlatana kadar herhalde göbeği çatlamıştır… O mesele de halloldu… Yaşasın…

Neyse. Burak Reis, adlı  deniz-otobüsüne bindik. Tam sabah saat 7.30’da hareket etti.  Bandırma mendireğini  döndük. Deniz Feneri’ne el salladık. Uzaktan rüzgar türbinlerinin pervanelerine el salladık. Eskiden üç dört taneydi… Şimdi artık sayamıyorsun… Kâr kârdır.!

Yolculuk iki saat onbeş dakika sürüyor. Çok rahat. Ben gazetelerimin bilmecelerini tam bitirmiştim ki, hop saat tam 9.00’da Yenikapı’da İstanbul’a ayak bastık… Tam biz iniyorduk ki TV’da “Dağ başını duman almış…” Marşı  çalıyordu… Ne alaka…!

Bir de baktık ki karşıdan Bizanslılar elde kılıç bizi karşılamaya geliyorlar… Şaka şaka… bu kadar şaka da bizden, işin tuzu biberi olsun..!

Neyse. Biz genellikle bu noktada Mecidiyeköy otobüsüne bineriz, Taksim’de ineriz . Oradan , metroya biner Hacı Osman’a gideriz… Plan öyle. Taksim’de indik. Asansöre binmek için kontür yüklettik kartımıza… Sonra oradan asansörle aşağıya , metroya ineceğiz. Benim biraz böyle yerlerden çekincem var..(Korku demeye çekiniyorum. Ayıp olur..!) Asansör’e bindik.. Yanımızda da bir çok Arap vatandaşla birlikte sıkış tepiş… Asansör inmeye başladı. İndi .. indi… Hop bir anda durdu… Işıklar söndü… Anneee..!

Bağırmadım… Bağırmamak için kendimi zor tuttum.. Ama biraz titriyorum… Nefes almakta güçlük çekiyorum… Araplardan birisi halime acıdı… “Amca korkma, biraz sonra jenaratör devreye girer..”  der demez, gerçekten ışıklar yandı. Asansör inmeye başladı… Herhalde yedi kat yerin dibine iniyorsun. Metro iyi, hoş da o yedi kat yer altında olduğun duygusu var ya… O çok kötü…Neyse anlatırız yine… Görenlerin görmeyenlere anlatması farz oldu..!

 
Toplam blog
: 2579
: 848
Kayıt tarihi
: 24.10.10
 
 

Mesleğim eğitimcilik… Şimdi artık emekli bir vatandaşım… biraz şairlik, biraz hayalcilik, biraz s..