Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Ocak '13

 
Kategori
Anılar
 

Beyoğlunda bir dönem

İstanbul ve Çanakkale Boğazlarında hükümranlık hakkının paylaşılmasını ve Kars, Ardahan, Artvin vilâyetlerinin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine bırakılmasını tehdidle şart koşan Rus notasının reddinin ardından bekleyiş sürüyordu...  1946 ilkbaharında, Türk Deniz Kuvvetlerinin Çanakkale’den karşıladıkları ilk USA savaş gemisi İstanbul’a geliyor, Kabataş önlerinde  demirliyordu.  Aman ne itibar! Caminin iki minaresi arasına gerili mahyada, Kızkulesine takılı bandırolda, ta uzaktan görülecek büyüklükte ingilizce ‘Hoşgeldiniz’yazılı.  Rıhtıma halk toplanmiş, Türk Amerikan bayrakları yanyana. Belli ki Türkiye’yi ‘kara liste’ye alanların, Rus notasından sonra, gerçekleştirdikileri  bu ziyarete gözterilen itibarı haklı kılıyor. Gemi ince ve uzun ama heybetli, Amerikan  6. Filosunun gözdesi ‘Missuri’ zırhlısı. Yüksek güvertenin kenarına tek dizi halinde sıralanan denizciler, bordaya kurulu merdivenden inerek motorlara doluşuyorlar. Motorlar gemiyle rıhtım arasında mekik dokuyor.       Meraklılar, neyin neysi  dercesine, kayıtsız gözlerle olan biteni izlerken, içlerinden birkaçı ‘Coni’lere el sallayıp ‘Hello, welcome you’ diye çığırdıkca, ‘Coni’ler de onlara el sallayıp ‘Hello, hello’  diyorlar. Deniz piyadeleri ince yapılı, şişman olanlar elenmiş, beyaz üniformaları, başlarında kepleri , Taksim’e doğru gidiyorlar. Anlaşılan ‘Coni’ler revaçta(1)         

Taksim’den  Tünel’e, yüksek kaldırımın başlarına  kadar uzanan caddenin iki yanındaki ticaret erbabı  ‘Here speak English’ (Burada ingilizce konuşulur), ‘Welcome you’ (Hoşgeldiniz) levhaları  ve çeşitli ebatlarda USA bayraklarıyla bezenmişler. Bu ilk turist akını bir başka... Bir defa süresi kısa, dört gün. Turistler asker ve onları ilgilendiren alışverişden çok içkili yerler, pavyonlar ve genelev kadınları. Gene de olumlu sonuç sayılabilir mi, bilmem. Bu dört gün içinde Beyoğlunda yabancı dil bilmeyenlerin verdikleri ingilizce sınavı ve dolarla tanışmaları bir ilk.

Bu ilk tanışmanın ardından, USA 6. Filo gemilerinin İstanbul ziyaretleri sıklaşıp, deniz piyadelerinin  sayıları arttıkca, Beyoğlundaki içkili lokanta ve eğlence yerleri zaman zaman yerli müşterilerine yüz çevirir oldular. Amerikalıdan çıkar elde etmeği düşünmeyen, yerli müşterilerini lâyıkıyla ağarlayan örneğin Tokatlıyan Otelinin kıraathanesi, nargilenizi popurlatıp, gazetenizi okuyabilirsiniz. Çiçek Pasajına gelince, onu da müdavimleri dolduruyor, içkinin yanında mezeler gelip giderken, orada günün yorgunluğunu gidermek için çakırkeyf olunup, yüksek sesle konuşuluyor.

Çiçek Pasajı, biz öğrencilerin harcı değil. Bizim tercihimiz, cep harçlığıyla erişebileceğimiz  ‘Levent’in kaşar peynirli, sucuklu sıcak sandviçleri, anında pişirilen sahanda yumurta ve de nefis Rus salatası.  Amerikanın askeri turizm hareketi daha da sıklaşınca, kaçınılmaz değişim onun da başına geldi. Bir gün baktık ki ‘Levent’in vitrininde iştah kabartan meşhur Rus salatası, o da ad değiştirmiş, ‘Amerikan salatası’ oluvermiş.

 

Nasılki bizde Mehmet adının çokluğundan Türk askerinin ortak adı ‘Mehmetcik’dir, onlarda da ‘Coni’ ve ‘Bob’,  Amerikalı askerlerin John ve Robert adlarının kısaltılmışı. Amerikalı erkeklerin bol ve rahat elbiseleri  resimli dergilerde ve  Hollywood filmlerinde görüntülenince, bizde de, bazılarında, bir özenti doğuyor: onlara  benzemek!  ‘Bob’ gibi giyinirsem, farklı olurum’,  ‘Bob Stil’ modası. Bol uzun ceket giyeceksin, bazen dizlere kadar, pantalonun dar ve paçası kısa, çorabın görünecek, pabuçların yüksek, paran varsa altı kauçuk, saçlarını uzatacaksın, ensen kapanacak ve bol briyantin süreceksin, ve kendini hafif kamburlaştırıp, öyle yürüyeceksin. Bir de şarkısı var ‘Bob stilim sen misin /benimle gezer misin/aşkını ispat için/kalbime girer misin/...’ Bu garibanlar ortalıkta dolaşırken, gelip geçenler onlara hayret ve ibretle bakarlardı. ‘Bob’ stilerin Taksim, İstikâl caddesi ve Karaköy hattı dışında rahatça dolaşabildiklerini hiç sanmıyorum.

 

Beyoğlunda olup biten genişmelerin tam ortasındayız, ama dışındayız. Çünkü cumartesi pazar dışında okulda kalıyoruz. Çarşamba ziyaret günü, 17-18 yaşında da olsalar çocuklarından beş gün bile ayrı kalamayan  bazı  ana babalar onları görmeye gelirlerdi.  Bu ziyaretlere hiç aksamadan hedef olan Muammer Ekonom ve Çetin Altan. Muammer’e babası  şeker ve çukulata getirmiştir; az sonra oparlörler Çetin Altan’a seslenir  ‘Çetin Altan anneniz geldi, sizi bekliyor, paketiniz var’. Bu her defasında böyle seyreder ve öğrencilerde gülümsemeler...

 

Savaş sonrası, Avrupa edebiyatında başlatılan güçlü düşünce akımlarını merak ediyor, izlemeye çalışıyorduk.  Bunlardan en çok etkilenip tartıştığımız Jean-Paul Sartre’ın savunduğu ‘L’Existentialisme’ (Varoluş) teorisiydi  ‘Je pense donc  j’existe’  (Düşünüyorum demek ki varım). Güzel de ‘ego’nun, yani  ‘bencilin’ tek değer olarak kabulü, giderek insanı toplumun ortak değerlerinden kopup salt benciliğe kadar götürmez mi? Nitekim, Sartre’ın ‘Existentialism’ teorisi ,‘Hippie’lerin türemesinin ve toplumun baskıcı değerlerine isiyan niteliğindeki  1968 gençlik hareketinin yabancısı değil.                                

Bizde de savaş sırası ve sonrasında,  edebiyatta güçlü akımlar doğdu. Şiirde ‘düz yazıyı’, konuşma dilini benimseyen, halkın günlük yaşam tarzını ve toplumsal sorunları yansıtan yeni bir akım ‘Garip’ (1941). Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet üçlüsünün birlikte hazırladıkları ‘Garip’ adlı kitap, şiir türünde yepyeni bir anlayışın başlangıcı oldu. Şiirde alışıla gelmiş tüm kaydeleri reddeden bir örnek Orhan Veli’den:

‘Ne atom bombası,

Ne Londra konferansı ;

Bir elinde cımbız,

Bir elinde ayna;

Umurunda mı dünya!’

 

Ayna ile cımbız küçük hanımın kısır dünyasının en kısa yoldan temsili...

Orhan Veli Kanık sıradan insanlardan farklı yaratılmış: şair ruhlu, insana, tabiata, yaşama iç dünyasından bakıyor, öyle görüyor. Şairi tutup ta, efkafta memur, fabrikada işçi yapamazsınız, cendereye sokamazsınız. ‘Garip’ akımının üçlüsünden avare hayat örneğinin hemen hepsi sanki Orhan Velide toplanmış. Parasızlık, çatı altındaki bakımsız odası, içki düşkünlüğü Orhan Veli’nin nasibi.  İnanırmısınız  ona da özenen,  şairin avare hayat tarzını taklitle şair olunabileceğini sanan bazı aklıeveller türemişti. Ama Amerikalı ‘Bob’un  giyisisini taklitle Amerikalı olunamayacağı gibi, şairin avare hayatını taklitle de şair olunamıyor.

Orhan Veli Ankarada kaldırımda yürürken, Belediyenin açtığı bir çukura düşümüş, kafasını fena halde vurmuştu, az sonra da öldü. O yüzden mi, başka sebepten mi  bilinemiyor. Cahit Sıtkı Tarancı’nın ’Yaş otuz beş’ şiirindeki  ‘Yaş otuz beş yolun yarısı eder. Dante gibi ortasindayız ömrün.’  dediği doğruysa eğer, Orhan Veli ömrünün ortasındaydı, yitirdik. Otuz beş yaşını doldurmuş, otuz altısına yeni girmişken.

Onun hayal alimini yansıtan ilk şiirlerinden ‘Masal’:

‘Çocuk gönlüm kaygılardan âzade,

Yüzlerde nur, ekinlerde bereket,

At üstünde mor kâküllü Şehzade;

Unutmaya başladığım memleket.

 

Şakağımda annemın sıcak dizi,

Kulağımda falcı kadının sözü,

Göl başında padişahın üç kızı,

Alaylarla Kaf dağına hareket.’

 

 

 

(1)    Sonradan,  Amerikalıya özenti  husumete dönüşmüş. 1960’larda gençler ve öğrenciler uyguladıkları metodlarla deniz piyadelerini hırpalamaya başladılar. ‘Go home Yankee’ sloganları, kepleri alınarak kafalarının çıplak bırakılması, üzerlerine boya dökülmesi  ve hatta bazılarına deniz suyunun tattırılması gibi.

 

 

             

 

 

 
Toplam blog
: 48
: 480
Kayıt tarihi
: 02.04.09
 
 

10 Şubat 1931'de Ankara'da dogdum. Ilk, orta ve liseyi "Galatasaray" Lisesinde tamamladim. Isviçre, ..