Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Ekim '07

 
Kategori
Felsefe
 

Bilgi nedir?

Bilgi nedir?
 

Daha önce detaylarıyla ele aldığım “Kavramlar ve Değerler” başlıklı 5 bölümlük blog dizisinden hatırlanacağı üzere, biz insanlar dünyayı, zihnimizde oluşturduğumuz kavramlar vasıtasıyla anlarız. Beynimizde bir fikir jimnastiği yaparken, iki şeyi – örneğin “elma” ile “armut”u - birbiriyle karşılaştırırken ya da kıyaslarken, zihnimizde oluşan onların imgeleri değil kavramlarıdır. Dünyayı zihnimizde kavramlaştırış şeklimiz, yani dünyayı kavrayış anlayış biliş şeklimiz, bizim bilincimizi belirler. Nasıl ki bizler, genetik şifremiz tarafından belirlenen organik yapılarımız nedeniyle birbirimizden farklı vücut yapılarına sahipsek, benzer biçimde, içinde yaşadığımız dünyayı zihnimizde kavramlaştırış şekillerimizle ve bu konudaki farklılıklarımız nedeniyle de farklı bilinçlere sahip oluruz. Bilinçsel farklılıklarımız oranında da, farklı zihinsel yapılara sahip oluruz. Bilincimiz, dünyayı biliş şeklimizdir. Bilincimizin yapı taşları da “kavramlar” dır. Kavramlar ise birer bilgi bütünlükleridir. Yani kavramlarımızın yapı taşları da “bilgi” dir.

İçinde yaşadığımız dünya ve “insan” arasındaki ilişkiyi:

Dünya => bilgi => kavram => dünyayı anlayış şeklimiz => dünyayı değerlendiriş şeklimiz => insan

olarak tanımlamak mümkündür.

Bu nedenle de zihinsel, bilinçsel olarak bakıldığında bizi biz yapan şeyin önce çevre koşulları, yani içinde yaşadığımız dünya, ama ondan hemen sonra da o dünya hakkındaki bilgi birikimiz olduğunu düşünebilir ve doğal olarak da, dünyayı anlayış şeklimiz ve dünyayı değerlendiriş şeklimizin bizim “yaşam biçimimiz” i oluşturduğunu kabul edebiliriz. Buna göre de; günümüz bilgi çağının insanını ve yaşam biçimini, örneğin ortaçağ insanından ve yaşam biçiminden ayıran yegâne özelliğin de, insanın kendisi değil, onu bu gün ne ise o yapan bilgisi olduğu sonucuna varırız. Çünkü insan olarak tanımladığımız doğanın en becerikli ve en yetenekli canlı varlığı;

Dünya => bilgi => yaşam biçimi => insan

nedensellik dizgesinde bilgisini arttırabildiği ölçüde evrimleşmiş, kendi kendisini geliştirebilmiş bir varlıktır. Kısacası insanın evrimi; yalnızca geçirdiği organik bedensel evriminin değil aynı zamanda, insanın sahip olduğu bilgilerinin ve insanın bilincinin evriminin de doğal bir sonucudur. Bütün bu nedenlerle de insanı insan yapan şey, onun doğumundan ölümüne kadar geliştirdiği bilgi birikimdir.

Peki, “bilgi” nedir?

Bilgi her şeyden önce sözel bir tanımlamadır ve biz bilgi vasıtasıyla bir şeyin; kimyasal ve biyolojik, yani “yapısal” olarak ne olduğunu, fiziksel olarak “nasıl ve ne şekilde devindiğini, hareket ettiğini, varlığını sürdürdüğünü”, yapısı ve fiziki özellikleri itibariyle “bizim için ne ifade ettiğini”, yani ondan bize fayda mı, zarar mı gelebileceğini, onu nasıl ve ne şekilde değerlendirmemiz gerektiğini anlarız ve bu anlatıların, tanımlamaların her birisi de bir “bilgi” dir. O halde bilgi; var olan her şeyin ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu ve en önemlisi bizim için ne tür bir değer ifade ettiğini, bir işimize yarayıp yaramadığını, bir zararı dokunup dokunmayacağını anlatan, açıklayan bir tanımlamadır. Bir örnek vermek gerekirse ağacın bilgisi; ağacın biyolojik ve kimyasal yapısının, nasıl yaşadığının, varlığını nasıl sürdürdüğünün ve bizim ağaçtan ne şekilde istifade edebileceğimizin tanımlamalarını içeren çeşitli ayrıntıların her biridir. Bu nedenle de; “ağacın yaprağı vardır”, “ağacın kökü vardır” veya “yaprak yeşildir” gibi tanımlamalarının her biri birer bilgidir.

Bilgi bizim için hayati öneme haiz bir değerdir, çünkü çevremizde doğada var olan her şeyin gerek yapısını gerekse fiziksel özeliklerini ne kadar detaylı ve eksiksiz bilirsek, onun yapısal veya fiziksel özelliklerinden faydalanmamız da bir o kadar mümkün olur. Bu açıdan bakıldığında da; bizim yaşayabilmemiz, varlığımızı sürdürmemiz, yaşam biçimimizi geliştirmemiz, daima sahip olduğumuz bilgi birikimi ile doğru orantılıdır.

Bir örnek vermek gerekirse biz bir dünyada yaşadığımızı ve çevremizde bizim dışımızda bir dolu şeyin var olduğunu biliriz. Ama bunların sadece varlığının bilinmesi bir şey ifade etmez, örneğin yaşadığımız ortamın iklim koşullarını, “sıcak mı yoksa soğuk mu” olduğunu da bilmemiz gerekir. Çünkü eğer bunu bilebiliyorsak o ortamın birbirinden farklı sayısız özelliklerine karşı nasıl bir tepki vermemiz gerektiğini de bilebiliriz. Soğuksa ve biz onun soğuk olduğunu, soğuğun bizi hasta edebileceğini ama soğuğa uygun bir şekilde giyinerek soğuğun zararlı etkilerinden kendimizi koruyabileceğimizi biliyor isek, uygun bir şekilde giyinerek üşütmeye karşı önlem de alabiliriz demektir. Bilgimiz artıkça kendimizi iklim koşullarına göre daha rasyonel bir şekilde koruyacak yöntemler geliştiririz ve buna paralel olarak da yaşam biçimimiz değişir durur. Eskiden öldürüp etini yediği hayvanların derisine bürünerek kendisini koruyan insanın, bugün klimalı konutlarda müreffeh bir hayat sürebiliyor olması: bilgi => bilinç => değerlendirme biçimi => yaşam biçimi nedensellik dizgesinin basit bir sonucudur. İnsanın bilgisi arttıkça, bilinci gelişir, bilinç geliştikçe de dış dünyasını değerlendirme biçimi ve dolayısıyla da yaşam biçimi değişmiş olur. Doğada var olan her şey bir doğa nimetidir, doğal bir hammaddedir. Ancak insanın aletler yapmaya başlaması, çakmak taşının sert ama biçimlenebilir bir hammadde olduğunun anlaşılması ile mümkün olabilmiştir. Çakmak taşının sert ve biçimlenebilir bir hammadde olması da, insanın evrimini mümkün kılan en önemli bilgilerden birisi olmuştur.

Bizim bir bilgiden faydalanıp faydalanamamamız tamamıyla o bilginin, gerçekçi yani doğru veya yanlış olması ile ilgili bir durumdur. Yanlış bilgi, sahte para gibi sahte bir değerdir ve bu nedenle de gerçek dışı tanımlamadır, doğal olarak da hiç bir işe yaramaz. Yanlış bir bilgiden insanın faydalanabilmesi ve onun vasıtasıyla yaşam biçimini geliştirebilmesi olanaksızdır. Dolayısıyla insanın varlığını ve var oluş biçimini geliştirebilmesi, sahip olduğu bilginin doğru olup olmamasıyla orantılıdır. Çünkü biz ancak doğru olan bilgiler vasıtasıyla bize yararlı olabilecek fikirler ve yöntemler geliştirebiliriz. Örneğin “limon insan için faydalıdır” diyebilmemiz için: limonun başta C vitamini olmak üzere bir çok yararlı mineral ve vitaminler ihtiva ettiğini, bu mineral ve vitaminlere de insan vücudunun ihtiyacı olduğunu ve bunları bir şekilde alması gerektiğini biliyor olmamız gerekir. Limonun içinde insana zarar verebilen her hangi bir kimyasal bileşen olsaydı, o haliyle insan için yararlı bir bitki olduğundan söz etmemiz mümkün olamazdı. Çünkü bizim yaşam biçimimizin rasyonel bir şekilde gerçekleşebilmesi; bunu belirleyen değerler sistemimizin, dünyanın ve bizim gerçekliğimiz ile mutlak bir nedensellik ilişkisi çerçevesinde gelişmiş olmasına bağlıdır. Kısacası bize yararı dokunamayacak her hangi bir şeye, onun iyiliği ve faydalılığı ile ilgili olarak ne kadar değer ve anlam yüklersek yükleyelim, onun gerçekliğini değiştirerek zararlı bir şeyi yararlı kılmamız olanaksızdır.

Bilginin en karakteristik koşulu; onun mutlak bir şekilde “ait olduğu şey” in olması gerektiğidir. Her bilgi mutlak bir şekilde var olan bir şeye aittir, yani her türlü bilgi bir şekilde bir “şey” ile ilişkilidir. Bilginin ait olduğu “şey” bir maddedir, bir nesnedir, bir bitkidir, bir insandır, bir kurumdur, bir toplumdur ama mutlaka ve mutlaka bir şeydir. Hiçbir şeye ait olmayan bir bilgi türü yoktur veya tersinden okuyacak olursak; bir şeye ait olmayan bilgi gerçek bir bilgi değil, hayali ve varsayımsal bir bilgidir. Bu tanım belki çoğumuza garip gelecektir ve hatta hiçbir şeye ait olmayan bilgi türleri bulma çabası içine girilecektir hemen. Örneğin yer çekimi veya sıcaklık gibi bilgilerin kendi başlarına var olduklarını, bir şeye ait olmalarına gerek olmadığını düşünebiliriz. Oysa madde olmadan yer çekiminin veya bir sıcaklığın olamayacağını, fizik bilimi çok açık ve net bir şekilde açıklar. Yer çekimi ya da sıcaklık veya ne tür olursa olsun fiziki bir özellik, daima bir şeye aittir. Bu açıdan bakıldığında yer çekimi de dünyaya aittir, güneşe aittir veya bunlar gibi kâinatta var olan herhangi bir gök cismine aittir. Benzer bir şekilde kışın evimizi ısıtan sıcaklık, her hangi ısı kaynağına aittir ve onun yaydığı ısı ile ısınırız. İhtiyaçlarımızın bile bilgisi vardır, çünkü onlar da bize aittirler. Netice olarak, bilginin ait olduğu bir şey daima vardır ve tanımı da ait olduğu şeyle ilgilidir. Buna karşılık; her hangi bir şey ile ilgili bir bilgiden söz ediyorsak, fakat o varsayımın ait olduğu şeyi hiçbir şekilde tespit edemiyorsak, bu durumda o şeyin gerçekliğinin de söz konusu olamayacağını kabul etmemiz gerekecektir. Örneğin melekler hakkındaki her bilgi bir varsayımdan öteye gidemez, çünkü melek olarak tanımladığımız şeyin varlığı şimdiye kadar hiçbir şekilde tespit edilebilmiş değildir. Bu nedenle de hem kendisini, hem de onun hakkında duyduğumuz bildiğimiz her şeyi, gerçekliği olmayan bir varsayım olarak kabul etmemiz gerekir.

Bilginin doğruluğu veya yanlışlığını belirleyen en önemli etken bilginin kaynağıdır. Bilginin kaynağını iki kategori altında inceleyebiliriz ki bunlar;

1.) Bilginin üretildiği kaynak

2.) Bilgiyi üreten kaynak, yani bize onu bilgi olarak sunan kaynaktır.

Bilginin üretildiği kaynak, daima ait olduğu şeyin kendisi olmak zorundadır.
Örneğin limonun bilgisini sadece limonun kendisinden çıkartabiliriz. Çünkü ancak bu şekilde: “bilgi = ait olduğu şey” nedenselliğini kurabiliriz ve bu nedensellik sayesinde de bilginin gerçekliğini sağlayabiliriz. Bilgiyi üreten kaynak ise daima bir insandır. İnsanlar çevrelerinde gördüğü her şeye tarih boyunca kendilerince çeşitli anlamlar yüklemişler ve sonrasında da bunları gerçekmiş gibi kabul etmişlerdir. Melek örneğinde de olduğu gibi, melekler her hangi bir şekilde tespit edebileceğimiz bir şey olmadığı için, onlarla ilgili bilgilerin meleğin kendisinden çıkartılabilmesi hiçbir şekilde mümkün değildir.

İnsan beyni, dış dünyasında var olan hiçbir şeyin gerçekliğini olduğu gibi duyumsayamaz ve bu nedenle de onları oldukları gibi, kendi gerçeklikleri çerçevesinde algılayamaz. Buna karşılık insan aklı her zaman; hayal etmek, tasavvur etmek, varsaymak gibi, duyumsadıklarına kendince anlamlar yüklemek olanağına sahiptir. Bu nedenle de insan aklı tarafından beyinde üretilen bilgiler, doğruluğuna güvenilmemesi gereken bilgilerdir. Hal böyle olduğu için de; varlığı hiçbir şekilde tespit edilemeyen şeylere ait bütün bilgiler, kendi gerçekliği esas alınarak değil, insan aklının kendi beynindeki hayal gücü, tasarımları ve varsayımları doğrultusunda üretilmiş bilgiler olabileceği için, bunların doğru ve gerçekçi olacağını söylemek de mümkün değildir. İnsanın kendi salt kendi aklına dayanarak bilgi üretebilmesi için, onun önce o bilginin ait olduğu şeyi yaratabilmesi gerekirdi. Bu ise ait olduğu şey maddi bir varlık olduğunda söz konusu olamayacağına göre, onun bilgisini üretmek de söz konusu olmamalıdır. İnsan aklının var edebileceği şeyler sadece kavramlar ve yaşamı kolaylaştırmak için kurduğu, geliştirdiği sosyal kurumlardır. Din, devlet, hukuk, adalet gibi kavramlar ve kurumlar ise daha önceki kavramlar ve değerler konulu bloglarda da açıklandığı gibi insanın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kavramlardır. Bu nedenle onların da insan tarafından yaratıldıklarını varsaymak gerçekçi ve doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü onların var oluş nedenlerinin insanın aklı değil, insanın ihtiyaçları olduğunun kabul edilmesi gerekir.

Varlığı tespit edilemeyen şeyler için elbette ki onların var olmadıklarını, kesinlikle yok olduklarını iddia etmek mümkün değildir. Öte yandan, varlığı tespit edilemeyen şeylerin bilgilerinin de; onların kendi gerçekliklerinden üretilmesi söz konusu olamayacağına göre, insan aklının kendince ve göreceli olarak ürettiği bilgiler olabileceğini söyleyebiliriz ancak, ne var ki bunların “doğru bilgi” statüsüne sahip olacaklarını söylemek ve bunu kabul etmek mümkün değildir.

Her insanın sahip olduğu bilgi birikiminden kaynaklanan bir hayal gücü, var oluş tasarımı, dünya anlayışı ve çeşitli varsayımları vardır. Onun kendi zihinsel altyapısınca ürettiği bilgilerin de mutlaka art niyetli olarak uydurulduğunu ileri sürmek de mümkün değildir. Hatta bu tür bilgilerin göreceli olarak, kendince doğru olduklarını bile düşünmek mümkündür. Ancak bu doğruluk, yalnızca göreceli ve sadece onun için geçerli bir doğruluktan ileri gidemez. Oysa bir bilginin “tüm zamanlarda ve herkes için geçerli doğru” statüsüne sahip olmasını istiyorsak bu bilginin, bilginin ait olduğu şeyin kendisinden kaynaklanıyor olmasına özen göstermek doğal bir zorunluluktur. Bu zorunluluğa göre de, varlığı tespit edilemeyen şeylerin yok olduğu varsayımının da yanlış bir tespit olacağı kendiliğinden ortaya çıkar. Örneğin meleklerin varlığı tespit edilemiyor diye, yokluğu tespit edilmiş sayılmaz. Çünkü melekler yoktur diyebilmek ve bu tespitin de doğru olabilmesi için yine meleğin kendi gerçekliğinden yola çıkmak gerekirdi, oysa bu da mümkün değildir. Bu nedenle de biz melekler hakkında sahip olduğumuz bütün bilgilerin yanlış olduğunu, doğru olmadıklarını ileri sürebiliriz, ama melek yoktur demek mümkün değildir.

Tanrı da, varlığı veya yokluğu tespit edilemeyen bir kavramdır. Ancak içinde yaşadığımız ve nedensellik yasasının hüküm sürdüğü evrende, bir “ilk neden” olma zorunluluğunu yok saymamız hiçbir şekilde mümkün değildir. Bu yüzden, Tanrının varlığı da yokluğu da tespit edilemiyor bile olsa, “ilk neden” olarak kabul ettiğimiz Tanrının varlığından yola çıkmamız yanlış olmaz ve gerekir de. Ancak Tanrının varlığından yola çıkmak kavramsal ve teorik bir zorunluluk olsa bile; onu duyumsayamadığımız için ve bu nedenle de onun kendi varlığından bilgiler çıkaramayacağımız için, onla ilgili olarak en azından günümüz koşullarında bilgi üretemeyeceğimiz muhakkaktır. Bütün bu nedenlerle de, bu güne kadar Tanrı ile ilgili ürettiğimiz bütün bilgilerin “gerçek ve doğru” niteliğine haiz olduğunu iddia edemeyeceğimiz gibi, Tanrı ile ilgili olarak bildiğimiz, bildiğimizi sandığımız her şeyin bilgisinin kaynağının insanın kendi beyni olduğunu kabullenmek de ayrı bir zorunluluk olacaktır.

İşte bütün bu nedenlerle de, doğruluklarına güvenebileceğimiz bilgilerin sadece bilimsel yöntemlerle edinilmiş, üretilmiş bilgiler olabileceği kendiliğinden ortaya çıkar. Çünkü incelenen, araştırılan, bilgisi üretilen şeyin bilgisini de ait olduğu şeyin kendisinden çıkartmak sadece bilimlere ve bilimsel dünya anlayışına has bir özelliktir. Bilimsel yöntemlere göre yapılan araştırmalarda; araştıranın yani bilim adamının dünya anlayışı ve değerler sistemi, üretilen bilginin niteliği üzerinde her hangi bir etkinliğe sahip değildir. Bu da zaten bilimsel bilgileri göreceli olmaktan kurtarıp, herkes için tüm zamanlarda geçerli doğru bilgiler haline getiren yegâne yöntemdir.

09.10.2007

Kavramlar ve değerler 1-2-3-4-5

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=39589

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=39759

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=40383

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=41161

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=42580

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..