Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Eylül '16

 
Kategori
Bilim
 

Bilime bakmak

Bilime bakmak
 

Albert Einstein


Özellikle kültür dahil ve ona ait kavramların bir tanım çerçevesinde açıklanması zor ve karmaşıktır. Örneğin, din, sanat ve felsefe gibi kültürel etkinliklerle ahlak, özgürlük ve hukuk gibi kavramların sözlük tanımları çoğu kez yüzeysel ve sınırlıdır. Entelektüel açıdan daha kapsamlı ve karmaşık bir etkinlik olan bilime basit bir gözle bakarak açıklamaya kalkmak ise boşuna bir çabadır.

Bilime kendine özgü entelektüel bir girişim, olgusal dünyayı tanımaya, açıklamaya yönelik bir arayış olarak bakabiliriz miyiz? Bilimi yine kendine özgü norm ve davranış biçimlerine bağlı, işbirliği ve iş bölümüne dayanan sosyal bir kurum olarak algılayabilir miyiz?

Kuşkusuz, bilime başka açılardan da bakılabilir. Bilim, doğruya giden tek yol, yanılmaz, kesin bilginin biricik yöntemi midir? Günümüzde, bilimi sıradan bir uğraş, bir ideoloji, daha da kötüsü kendine “bilim adamı” diyenlerin bir çıkar ya da ayrıcalık aracı sayanlar da var.

“Bilim” konu ve yöntem bakımından olgusal ve formel diye iki ana kümede toplanabilir. Olgusal bilimler, dünyada olup bitenleri betimleme, kuramsal önerme ile açıklama arayışlarıdır. Formel bilimler ise olgusal dünyaya değil, soyut nesne ve ilişkilere yönelik mantık ve matematiksel çalışmalardır. Olgusal içerikten yoksun önermelerin doğruluk ölçütü değişiktir. Mantık ve matematikte ise bir önermenin doğruluk değeri gözlem verilerine gidilerek yoklanmaz; önermenin olgusal doğruluğu değil, “ispat” denen mantıksal doğruluğu söz konusudur. Olgusal bilimler de kendi içinde doğa bilimleri (fizik, kimya, astronomi, biyoloji, vb.) ve insan bilimleri (psikoloji, sosyoloji, antropoloji, vb.) olmak üzere iki grupta toplanmaktadır.

Bilim, din, sanat, felsefe, hukuk gibi etkinliklerle karşılaştırıldığında kültür yaşamına katılımı oldukça yeni bir olgudur. Bir toplumda bir yandan otomobilden cep telefonuna, bilgisayara teknolojinin ürünü tüm modern araçlar yaygınlık kazanırken, öte yandan giderek artan sayıda “eğitimli” kişilerin büyücülere, falcılara, tarikat şeyhlerine koşması, üzerinde durulacak bir olaydır. Çağdaşlaşma yolunda hiçbir toplum, bilimin, nesnel, ussal ve eleştirel yaklaşımına ters düşen birtakım dogma, saplantı ve alışkanlıklara bağlı kalarak ilerleyemez. Bilimi sürgit dışlamaya olanak olmadığına göre, toplumların tek sağlıklı seçeneği yerleşik inanç ve davranışlarını gözden geçirmeye, geleneksel tutum ve kurumlarını bilimsel anlayışla bağdaşır biçimde yeniden düzenlemeye yönelmektir. Bilimsel buluşların hızla değiştirdiği bir dünyada geçmişin artık geçersiz olduğu bilinen inanç ve davranış kalıpları içinde kalmak, bir kültür çatlaklığına, dolayısıyla toplumsal şizofreniye düşmek demektir. Bunun bir toplum için ne demek olduğunu köktendincilerin hareketinde; Irak, Afganistan, Endonezya, vb. İslam ülkelerinde yaşanan olaylarda görmekteyiz. Düşüncede reform kaçınılmazdır; çağdaş dünyaya uyum teknolojik araçların kullanımını aşan, eleştiriye açık daha esnek ve ussal bir yaklaşıma girmeyi gerektirir. Bu ise ancak bilimin düşünsel bir yöntem olarak kavranması, özümsenmesiyle olasıdır.

Bilim, sıradan insanı aşan, “elit” denen küçük bir kesimin tekelinde bir uğraş değildir. Einstein gibi kimi seçkin bilim adamlarının da belirtmekten geri kalmadıkları gibi, bilimsel düşünme hepimizin paylaştığı günlük düşünmenin daha düzenli, tutarlı ve eleştirel bir uzantısından başka bir şey değildir. Bilim bir bilgi yığını olmaktan çok tartışmaya açık bir “deneme-yanılma-yanılgıyı ayıklama” yöntemidir.

Evrensel nitelik taşıyan bilim, pek çok kimsenin, bu arada özellikle Batılı çevrelerin gözünde, Avrupa kültürüne özgü bir gelişmedir yargısı doğru değildir. Bilim tarihine baktığımızda, bilimin beşiğinin Batı değil Doğunun olduğu görünür. Astronomi, matematik, tıp ve mühendislik çalışmalarında ilk önemli adımların Hint, Sümer, Mısır ve Babil uygarlıklarında atıldığı, Batı kültürünün temelini oluşturan Antik Yunan düşüncesinin de bir ölçüde Babil ve Mısır uygarlıklarının etkisinde atılıma geçtiği bilinmektedir. Son 400 yıl boyunca bilimin Batıda gösterdiği olağanüstü gelişme Rönesans sonrası bir olaydır. Bu atılımda klasik düşünceye dönüşün yanı sıra İslam dünyasının 8-12. Yüzyıllar arasına rastlayan dönemdeki bilimsel çalışmalarının da etkisi büyük olmuştur.

Ne var ki, bilimin gelişmesinde kültürel ortam çok önemlidir. Her şeyden önce, kültürün doğayı anlamaya yönelik, yeni arayışlara açık olması, düşüncenin dinsel ya da siyasal ideolojik öğretilerin buyruğunda tutulmaması gerekir. Özgür tartışmaya, akli eleştiriye kapalı bir kültür ortamında bilimsel arayışa olanak yoktur. Nitekim Avrupa’da gerçek anlamda bilimsel araştırma, Ortaçağ teolojisinin Rönesans’la başlayan saygınlık kaybıyla olanak kazanmıştır. Bunun ters yönde oluşan bir başka örneğini de İslam dünyasında görmekteyiz; 12. Yüzyıla gelinceye dek İran, Irak ve Mısır’da parlak gelişme ortamı bulan bilim, Gazali’nin felsefeyi, dolayısıyla özgür düşünceyi, tümüyle yok etmeye yönelik ortaya koyduğu bağnaz tutumun egemenlik kazanmasıyla sönmeye yüz tutar, çok geçmeden İslam ülkeleri bugün de içinden çıkamadıkları Ortaçağ karanlığına gömülür. Bilimin tekdüze bağnaz ideolojiler altında nasıl kısır bir konuma düştüğünü, çağımızda tanık olduğumuz totaliter yönetim deneyleri bize göstermiştir. Günümüzde dünyamız ve ülkemiz giderek büyüyen köktendinci bir ideolojinin tehdidi altındadır. Bu noktada, Goethe’nin “Hiçbir şey eyleme geçen cehalet kadar korkunç olamaz.” sözü çok önemlidir. Ülkemizi öyle bir tehlikenin baskısı altına düşmekten kurtarmanın en temel ve kalıcı önlemi özgür düşünce ve inanç ortamını hızla geliştirmektir. Bu ise en başta bilimsel anlayışın kültürümüzle kaynaşması, öncelikle aydın ve yönetici kesimlerin davranışlarına sindirilmesiyle olanak kazanır.

Karanlığa karşı tek silah; bilimin aydınlığıdır.

Nizamettin BİBER

 
Toplam blog
: 887
: 2743
Kayıt tarihi
: 06.06.12
 
 

Yeni dünya düzensizliğinde insan olmaya çalışan ve okuyarak ne kadar cahil olduğunu gören, olayla..