Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Ağustos '17

 
Kategori
Öykü
 

Bilinmez Bir Hal Var Sende

Bilinmez Bir Hal Var Sende
 

Hazar Gölü


https://www.youtube.com/watch?v=HDwW9V85NOE

  Kadınları anlamaya erkekleri tanıdıkça başladım. Bir kadının yaşamdaki duruşu, kadınlığını sevmesi hatta gözlerinin feri bile hayatına giren erkeklerin ona olan tutumu nispetindeydi. Erkekleri tanımak gibi bir istek içinde hiçbir zaman olmadım. Onlar tarafından beğenilmek hoşuma gidiyor, gururumu okşuyordu bunu inkâr edemem. Zeki erkeklerden etkileniyor ama bu etkiyi onlardan hoşlanmaya dönüştüremiyordum. Bazen deli gibi seven bir arkadaşımın sarhoş edici aşk hikâyesini dinlemek ya da yolda, kampüste sarmaş dolaş iki âşık görmek beni sevmeye özendirse de hevesim çabuk kaçıyordu. Meşguliyetlerim de fazla olunca konuyu unutuyordum. 

Sonra ansızın bana ilan-ı aşk eden biri sayesinde bu konu tekrar su yüzüne çıkıyor, zamanla ben de severim, bir şans vermeliyim diye düşünürken, maşuku değil bana olan aşkı seviyor buluyordum kendimi. Olmuyordu. Dünyaya sevgi dolu yaklaşan ben, bir erkeği sevemiyor, âşık olamıyordum. Kimseyi kendi içimdeki özel dünyama alamadığım için de erkekler hakkında hiçbir fikrim oluşmuyordu. O'nunla tam da aşk mevzularını rafa kaldırmış, erkekleri hiç tanımıyorken karşılaştım.

   Elazığ’ın Maden ilçesinde binmişti minibüse. Her Cuma hafta sonu için Diyarbakır’dan memleketime, Elazığ’a giderdim.  Başka türlü çekilmezdi Diyarbakır’da öğrenci olmak. Babam her pazar üşenmeden yazıhaneye benimle gelip yüzümü ellerinin arasına alıp tasasız gözlerimi öper, hadi kızım varınca ara, meraklandırma beni derdi.  En çok da Maden’in kartal yuvası gibi dağlara oyulmuş evleri, virajlı yolları, terör belası korkuturdu onu. Askeri kimlik kartını üniformalılar dışında kimseye gösterme derdi. Orduevinde kalmasam giderken vermezdi ya, misafirhaneye giriş-çıkış için gerekliydi. Küçük bir çocukmuşum gibi şoföre beni gösterip; bir bitirseydi okulu hayırlısıyla, dikkatli kullan, aman gözünü yoldan ayırma diye tembihlerdi. Beni öne şoförün yanına oturtur, minibüs hareket ettikçe arkada küçülen bir karartıya dönüşürken, bana olan düşkünlüğü, sevgisi nereye gidersem gideyim üzerimde büyüyen bir gölge olurdu.

  Elazığ, kendi halinde sıradan bir Anadolu kenti olduğu halde her defasında yüreğim burkula burkula çıkardım dört yanı dumanlı dağlarla çevrili A’ziz şehrimden.

  Elazığ’dan çıktıktan 30 dk. sonra Mastar ve Hazarbaba Dağlarının mor göğsüne yaslanmış bazen sakince duran, bazen hiddetlenen o mavi ışıltıyı, Hazar Gölünü, görmek bunca karasallığın içine sızmış mavi bir umut olurdu benim için. Ölüm virajı da denilen kıvrımlı yol göl boyunca başlar, göl geride kalıp manzara ıssızlaşınca kıvrımlarını hayalet bir kent gibi görünen Maden İlçesine yaslayarak devam ederdi.

  Alnımı sıkıca ellerime dayayıp, gözlerimi kapattığım için minibüsü kimin durdurduğunu göremedim. Minibüs durunca gözlerimi açtığımda şoför arka kapının açılmasını bekleyen yolcuya ön tarafı yanımdaki boş koltuğu gösterdi. Yaz bile olsa akşamüstü serin olurdu Maden. Üstündeki deri montu o yüzdendi. Küçük kırmızı bir çanta vardı elinde. Çantasını ayaklarımızın önüne koyarken bana rahatsızlık vermesin diye özenle yerleştirdi. Acı bir sigara kokusu sinmişti üstüne. O öksürdükçe alkol kokuyor, ben dişlerimi sıkıyordum. Oluk oluk tükürük akıyordu ağzıma. Kokular, yol, şoförün virajı alırken karnıma değen dirseği midemi bulandırıyordu. Sık dişini dedi şoför az ilerdeki çeşmede duracağım. O zaman başını çevirip ilk kez baktı bana. Gözlerimiz birbirine değdi. Sapsarıydı gözlerinin beyazı, içinde kahverengi minik lekeler vardı. Çocukken beni de tutardı yol. Geçti şimdi dedi. Cebinden naneli şeker çıkarıp bana uzattı. Al dedi iyi gelir. Konuşursam kusacağımı bildiğimden elimle istemediğimi belirttim. Güldü. Şekeri soyup kendi ağzına attı. Okaliptüs kokusu bulantımı biraz bastırdı. Çeşmeye gelince minibüsü sağa çekti şoför. Çabucak kapıyı açıp atladı. Elini uzattı bana. Soğuktu elleri. Islak gibiydi. Suyun gümbürtüsü yüksek dağlara çarpıp serin serin kulağına doluyordu insanın. Buz gibi akan suda elimi uzun süre tutamıyor, nefesimle ısıtıp tekrar suyun altına götürüyordum. Ben yüzümü yıkarken gelip yanımdaki iskemleye oturdu. Çantasından sigara çıkardı. Şoföre uzatıp yaktırdı. Benim biraz rahatladığımı görünce öğrenci misin sen dedi? Başımı salladım. Hangi bölüm? Diş Hekimliği dedim. Vay! Dedi. İyi olacak hastanın ayağına gelirmiş doktor. Dişimde koca bir oyuk var. İçine alkollü pamuk bastırdım da biraz rahatladı. Namussuz akşamları beynimi oyuyor. Yapabilir misin? Öğrettiler mi? Öğrettiler, yaparım dedim. Üstümde deneme ha! Biliyorsan geleyim. Son sınıftayım. İki yıldır deniyorum hastalarda. Güldü, oooo! Dedi, elin alışmıştır, tamam. O benden önce davranıp kurulanmam için elindeki kâğıt mendil paketini uzatırken, yanımızda ayakta duran şoför Mastar Dağının suyunu içene bir şey olmaz. Bu virajlı yolları, bu suyu, bu havayı hiçbir yere değişmem, hadi bakalım diye konuşmasına devam edip, eliyle minibüsü gösterdi. Az kaldı senin şu okulunun olduğu, düz ova, sarı sıcak memlekete, yola devam edelim. Sigarasını ayağının ucuyla ezip, önümden geçip kapıyı açtı. İstersen sen cam kenarına otur, daha rahat edersin dedi. Önce o bindi. Uzattığı eli ılıktı, kaygandı, yumuşaktı şimdi.

  Bundan sonrası yol düzleşir Diyarbakır’ın ilçesi Ergani’ye varılıp yaklaşık bir saat sonra da Diyarbakır’a ulaşılırdı. Yolculuğun bu kısmı araba sarsılmadığından benim için rahat geçerdi. Ben cama dönmüş Diyarbakır’ı seyrederken o şoförün torpido gözündeki kasetlerini karıştırıyor, şoförle sohbet ediyordu.  Minibüsün son durağı Dağ kapıya kadar öteki yolcular inmiş sadece ikimiz kalmıştık. Dağ kapıda şoför bagajda annemin onu da yersiniz, bunu da yersiniz diye arkadaşlarımı da düşünüp hazırladığı koca yiyecek kolisini indirirken o kırmızı çantasını eline almış, kenarda bekliyordu. Hemen oracıkta ilk iş babamı arayıp, vardığımı söyledim. Derin bir oh çekti. Eğilip koliyi kaldırmayı denedim. Bir hayli ağırdı ama orduevinin giriş kapısı için yolun karşısına geçip biraz yürümek yeterliydi. Sonrasında nöbetçi asker taşıması için resepsiyondan bir kat görevlisini çağırırdı zaten. Öğrenciliğin bu kuruma girdikten sonra ayrıcalıklı geçen kısmı işleri kolaylaştırsa da hemen bir adım dışındaki hayatla arasındaki derin uçurum bana garip gelir, saltanatı elinden alınmış bir Sultan gibi her defasında bocalardım. Ben taşırım sen merak etme dedi arkamdaki sesi. Ama hemen gitmen şart mı?

  Dönüp arkama şaşkınca baktığımda akı sararmış gözlerinin içinde insanın yüreğine dokunan bir bakış vardı ki; yıllarca saklı durmuş acı sızacak bir yol arıyordu sanki.

Gitme hemen, dedi. Şurası orduevi zaten, şurda dibindeyiz. Ne zaman istersen kalkarız, Denizkızı Pastanesinde oturalım biraz. Ben Mardin’e gidiyorum. İki saat vaktim var. Tek başıma burada oturup seni düşüneceğime, birlikte oturalım da seninle konuşayım.

  Cebinden cüzdanını çıkarıp kenarları kırmızı bir kimlik uzattı. Mardin’de asteğmenim. Hem biliyor musun? Ben de diş hekimliğini kazanmıştım. Dicle’de bir yıl okudum. Baktım dayanamıyorum, olmuyor tekrar girdim sınava. İstanbul’da mühendislik okudum. İstersen orduevinde de oturabiliriz ama bunalıyorum askeri ortamlarda. Hafta sonu göle kaçıyorum, o yüzden ordan bindim minibüse. Mardin’de de yapacak hiçbir şey yok. Konuşabileceğim kimse yok. Şey vardı, siz de… Asistandı bizim zamanımızda. Emrah Abi. Severdi beni, elim çok iyiydi, yetenekliydim de ben sıkıya gelemiyorum. Özgür olmalıyım. O yüzden bıraktım okulu.  

 Hala var, ben de çok severim Emrah Abiyi. Ne çok ortak noktamız varmış dedim.

 Akşam güneşi Diyarbakır’ın eski ihtişamını kaybetmiş mahzun surlarından şehri soldurmaya başlamışken, belki zamanın bu saatlerdeki hüznü belki de yolculuğun üzerimde bıraktığı sarsıcı tesirle;  iyi oturalım dedim. Öyle sevindi ki; boynuma sarılacaktı neredeyse.  Bir eliyle çantasını ötekiyle benim koliyi rahatça kaldırdı. Birkaç adım ötedeki Denizkızı Pastanesine yöneldik. Oturur oturmaz da ne istersen ye, benden. Sen öğrencisin çekinme bak dedi. Ben ısrarlarına rağmen bir şey istemeyince, garsona iki çay söyledi.

  Beni buraya oturttun, Eeee! Konuş neymiş derdin diyorsun değil mi? Dedi. Biraz korkuyorsun. Ama az ötemizde sipere yatmış nöbet bekleyen askerler, bu pastanenin her zaman kalabalık oluşu, benim bırak tehlikeli olmayı insana hasret, çaresiz bakan gözlerim, yol boyunca rahatsızlığına gösterdiğim ilgi değil korkunu azaltan. Şimdi öğrendiklerinle; askerliğimi yapıyor olmam, şu an okuduğun okulda bir zamanlar okumuş olmam ve şu son altın dokunuş Emrah Abi -gülümsedi- seni biraz korkundan uzaklaştırdı. İnsan belki de yaşayacağı şu kısa anlar için uzun hazırlıklardan geçiyor hayatta. Sırf seninle biraz oturup konuşmak için bir yıl okumuş olabilirim Diş Hekimliğinde. Istırap vericiydi ama bak değdi işte.

Peki, ben neden hiç tanımadığım bir yolcuya hadi eyvallah diyeceğim halde tutup biraz oturalım dedim, ben ona nasıl güvendim? Benim seninle neden konuşmaya ihtiyacım var? Yolculukta tanırmış insan insanı derler ya, aslında duygularını en çok yolcuyken açık eder insan. Yol öyle bir etkiye sahiptir ki; insanı sessizleştirir, maskeleri düşürmeye zorlar, ta en içiyle baş başa bırakır. Başlangıç noktasından uzaklaşıldıkça yola birer birer dökülür yükleri. Sadece bedeni mekân değiştirmez, o mekândaki algısı, mantığı terk eder insanı. Belki de bu yüzden yollarda yeni kararlar verilir, daha önceden alınan kararlardan dönülür.  Sen de kimse de görmediğim bir hal var. Sanki başka bir dünyadan gelmişsin buraya. Buradaki insanların kaygıları, ihtirasları, huzursuzlukları, taşkın neşeleri, bayağı duyguları sana çok yabancı. İnsan seni görünce bu sıradanlıklardan uzak o hale, tasasız, huzur dolu, kötülüklerden emin kılan o dünyaya sığınmak istiyor. Biliyor ki; sığındıkça hor görülmeyecek, kötü bile söylese itilmeyecek, saydam bir ruh anlatılanlara içlenip kendi dünyasının sınırsızlığında saklayacak. Anlattıkça arınacak insan, yaraları kapanacak, kabuk bile bağlamadan, izi bile kalmadan yitip gidecek.

  Söylediklerimle sağaltan bir yanın olduğuna inandırdın kendini değil mi? Özel hissettin, bakışlarını senin içine çevirmiş biri hayranlık uyandırdı sende. Kendine de hayran oldun. Hakkında duydukların herkesin görebileceği cinsten değil. Ben görebildiğime göre sana ötekilerden daha yakın olmalıyım hatta benzerin olmalıyım, belki ruh ikizin. Şimdi gönlümden gönlüne görünmez bir yol açıldı değil mi?   Senin hep içini anlattım sana. Ruhunun gizlerini. Eğer buna dışını da eklersem kadın olarak da seveceksin kendini… Vücudun, mesela yüzün daha güzelleşmeye başlayacak. Yumuşamış karın kasların toparlayacak. Göğüslerin, omuzların daha dikleşecek.  Kendini umutlu hissedeceksin. Yaşamak için elle tutulur bir nedenin olacak. Beş duyu organından fazlası var insanda gerçekte. Bunlar süratle artacak. Bunlar sayesinde görülmeyeni görmeye, duyulmayanı duymaya, her zaman hissedilmeyeni hissetmeye başlayacaksın.

Seninle ilgilenmeyi bırakınca, az önce yavaşça açılarak bütün güzelliğini ortaya çıkaran bir gül gibiyken, yapraklarının uç kısmı tazeliğini yitirecek, kapanmaya, kokunu yitirmeye başlayacaksın. Seni anlamaya, tanımaya, yaralarının her birinin üzerinden şefkatle geçmeye hevesli kimsenin olmadığını gördükçe algıların zayıflayacak, dünya heyecanlı bir yer olmaktan çıkıp, günlerinin birbirinden farkı olmayacak. Vücudun diriliğini yitirip gevşeyecek.

İnsan sevilmeye kendi için ihtiyaç duyar.

  Güldü. Seni hiç konuşturmadım. Öyle güzel dinliyorsun ki; susmak istemedim. Ağzım kurudu. Dişim bu saatlerde kendini hissettirmeye başlıyor. Soğuk bir şey içesim var ama vızıldandığımı görürsen çekersin alimallah. Ben çay isteyeyim tekrar. Sen ne istersin?

 Sohbetin çok güzel ama sanki lütfen şurada oturup konuşalım diyen sen değilmişsin de benmişim gibi konuşuyorsun. Hep benden bahsediyorsun. Varmak istediğin sonucu anlayamadım.

 Hiç âşık olmadın değil mi? Nerden anladın dersen, erkekleri tanımadığın çok belli. Çünkü henüz davranışlarının, duygularının üzerinde bir erkeğin etkisinin olmadığı anlaşılıyor.

Onun çayını, benim suyumu getiren garson uzaklaşınca konuşmayı kaldığı yerden sürdürdü.

 Hiç düşündün mü bunca kadın içinde erkekler neye göre seçim yapıyor? Düşünmedim ama herkesin kendine göre bir cevabı olmalı bu soruya dedim. Tek bir cevabı yoktur herhalde. Bilemedin dedi. Tek bir cevabı var. Erkek canı kiminle yatmak isterse ona göre seçer bunca kadın içinde birini.

   Sen belki de bu yüzden kimseye âşık olamadın bunca sene. Bu kadar ucuz bir nedenle seçilmiş olmak istemedin. Hiç aklıma gelmeyen bir cevap yüzünden mi? Dedim. Her şey akla gelmez ki! Dedi. Kalpte bilinen bekletilen sırlar vardır. Akıl sırasını beklemek zorundadır. Kalbini hiçe sayar tecrübe etmek istersen, aklın sırası gelmiş olur. Bundan sonra tecrübe ettiğini tekrarlamayı kalbinle değil, aklınla istemezsin. Akla danışmak heyecanı yitirmek demektir. O yüzden tecrübesizler, gençler daima heyecanlı olurlar. Aşka dönecek olursak;

Aşk bir yanılsamadır. Kadınlar için, erkeklerin yarattığı bir yanılsama.

Zihnimde netliğini yitiren bu sohbet nasıl bitmişti hatırlamıyorum. Gerçekte bir yolcuyla böyle bir sohbet yapmış mıydım yıllar geçtikçe daha da şüphe ediyorum.

Hatırladığım şu ki; her yolculuk sırasında çıktığım noktadan uzaklaşıyordum. Yıllarca o virajlı yolları gidip gelmek bana çekilip atılan bir dişin geride kalan yarasına deva olmayı öğrettiği gibi yaşadığımız yanılsamaların kendini anlamak, anladığını yapıp bozmak için bir fırsat olduğunu öğretti. Bunların içinde en unutamadıklarımız yaralarımızı acımasızca kanırtanlardı. Aşk yarası hüznü seviyordu. Hüzün insanı onaran, ona kendini anlatan yegâne duyguydu. Hayal mi, gerçek mi emin olmadığım bir yolculukta erkekleri tanıyınca kadınları anlamaya başlamıştım.  

 

 
Toplam blog
: 110
: 1076
Kayıt tarihi
: 26.05.14
 
 

Dünyanın kirletemediği bir lotus... ..