Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Ocak '16

 
Kategori
Blog
 

Bir acı haber de benden, ışıklar içinde yatsın.

Bir acı haber de benden, ışıklar içinde yatsın.
 

Acı haber bana bu sabah ulaştı ama bu haberi size hangi sözcüklerle ulaştıracağımı bilemiyorum, dostlar!


Bir kifayetsizlik ki, sormayın gitsin!


Acım derin!


Üstelik başımda bir sızı!


Öte yandan, bu "acı haberi" sizlerle"paylaşmak" da pek içimden gelmiyor. (Alışkanlık diyelim.)
"Paylaşım" söylemine olan "alerjim" hepinizin malumu! En azından beni az çok tanıyanların bildikleri bir şey bu güzel sitede!


 Ne yapalım; benim de naturam böyle!


Dillere pelesenk olmuş ortak bir düttürüye lügâtımda hiç yer vermediysem bunu, geride bıraktığım uzun yıllara borçluyum.


Öğretiyorlar insana, hem de kafasına vura vura!


Sevinçlerin paylaşıldıkça çoğalacağına...


Elem ve kederin paylaşıldıkça azalacağına hiç ama hiç şahit olmadım ben!


Ateş hep düştüğü yeri yaktı, ömrüm boyunca!


Her iki durumda da çevremdeki insanların tedirgin olduklarını gözlemledim! Kendilerine ait olmayan ve kendilerini direkt ırgalamayan sevinç ve kederlere mesafeli yaklaşıyorlardı insanlar. Ve hemen "yedekteki" o mahut maskeleri bir güzel yüzlerine geçiriveriyorlardı. "Üzülmüş" veya "sevinmiş" gibi yaparak!


Ben ki çift çakmakla gezinirim, kimseye "Ateşiniz var mı?" diye sormamak için... Belki sigaramı yakarlar ama yüzlerindeki "Madem bu zıkkımı içiyorsun, çakmağını yanında gezdir be teres." ifadesini görmemek için... Adres soramam kimseciklere, onları meşgul etmemek için...


Ben de böyleyim işte!


Bakmayın yırtık ve "hoptirinam" bir görüntü verdiğime...


Söyleyemem derdimi kimseye ben ... Derdime derman olup olmayacakları için değil, herkesin çözümlemekte zorluk çektiği dertleri olduğunu ve bu dertlerle uğraşırken benim dert ve üzüntülerime pek fazla zaman ayıramayacaklarını az çok bildiğim içindir bu tutumum.


Acım büyük...


Yüreğimde bir sızı...


Maaşa yapılan minik bir zam bile, o zamdan nasiplenemeyen mesai arkadaşlarınızı sevindirmek bir yana derin bir kedere boğar her nedense... Sevinç ve neşemizin mutsuzluklara, dert ve tasalarımızın ise başka yüreklerde mutluluğa yol açtığını bilmem ifade etmem gerekir mi? Bu niye böyledir, ayrı bir tartışma konusudur bence.


Haksız mıyım, dostlar?


Bu durumda bordronuzdaki o minik artışın verdiği sevinci paylaşabilir misiniz? Sorarım size, bu kadar da gaddar mısınız?


Sonuçta insanız.


"Babam öldü" desek mesela... (Mesela dedik ama yazıyı göz ucuyla okuyup "Babanıza rahmet, size de sabırlar diliyorum Sayın Culduz" deme ihtimalleri de büyük, laf aramızda. Bu da yazılması gereken başka bir garabet.)


Ne değişecek?


Pek mi meraklısınız muhatabınızın yüzüne yerleştireceği o "üzüntülü" maskeyi görmeye?


Sırtınızdaki yükün bir nebze olsun hafifleyeceğini mi umuyorsunuz?


Kimsecikler taşımaz sizin yükünüzü... Kimsecikler!


Yaşamınızın hammalı sizsiniz!


Ve böyledir hayat!


İnsanı insan yapan şey acılarını/dertlerini tevekkülle ve yakınmadan tek başına yaşamasıdır! Hayatta "paylaşılmayacak" şeyler de vardır. Başkalarını üzmeden ve tedirgin etmeden...(Ki buna sevinçleriniz de dahildir, kimsecikleri üzmemek babında.)


Bundan daha soylu bir "paylaşım" olabilir mi, dostlar?


Toparlarsak...


Pek de uzak olmayan bir gün "emr-i hak vaki" olacak...(Şahsım adına konuşuyorum, lütfen üzerinize alınmayınız.)


Ama ben bu güzide sitemizdeki "felaket tellalarına" pek iş bırakmayacağım...(İyi niyetlerini bildiğim halde onlara bu zevki tattırmayacağım.)


İçimden bir ses, "Hadi bana eyvallah." deme gücünün benden esirgenmeyeceğini söylüyor.


Son ama son bir yazı muhakkak olacak! (Belki de bu yazı taslaktadır şimdiden, kim bilir?)


Kimsecikleri tedirgin etmeden, üzmeden ve sevindirmeden, kıyı kenar bir yerde kıvrılıp yatmaktır niyetim. (Taş maş da istemez hani.)


Ve fakat o gün gelesiye ben:


Yaşamın her şeye rağmen çok ama çok güzel olduğunu, yıldız tozlarına karışmanın ise pek öyle "felaket" bir şey olmadığını, bir sokak köpeğinin kirli başını okşamanın, akşamları poporospu, ama cana yakın bir kediyle didişmenin, yağmurlu bir pazar sabahı divana uzanarak sürükleyici bir kitabı okumanın, sevişmenin ve yürekten sevmenin, yatakta uzanan nazlı ve mahmur sevgiliye sabah kahvaltısı hazırlamanın,(Közlenmiş acı biber sever kahvaltıda, çayı da demli olmalı. Aman dikkat!) serçe, kuğu ve martıların dilinden anlamanın, bünye hâlâ kaldırıyorsa ucuz şaraplar ve biralar içebilmenin, o kafayla başını pencerenin buğulu camına yaslayarak yıldızları seyretmenin, kapıları çarparak çıkıp gitmenin ve "alayına rest" çekmenin, gecenin bir vakti mezarlıklardaki ıslak banklara çöreklenerek hayat muhasebesi yapmanın ve bütün bu olup bitenlerden sonra klavye başına oturup kimseciklerin ciddiye almadığı ve okumadığı yazılar yazmanın bile insanı (pek âlâ)mutlu edebileceğini dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım. (Öfff! Görüyorsunuz değil mi, yine edebiyat yaptım!)


Evet; bütün bunları yapacağım her zaman olduğu gibi!


İnsanı, sadece insanı yazacağım! Serçeler, kuğular, aslanağızları ve fesleğenler de bundan nasiplenecekler tabii ve size de tavsiye ederim.


Yalan değildir söylediklerim...


O gün gelince ne ben bir bilinmeze "gittiğimin" farkında olacağım, ne de siz bunun farkına varacaksınız.


Hayat bir şekilde devam edecek ve ben de "unutulanlar" kervanına katılacağım.


Hiçbir şey olmamışçasına.


Sanırım insanı gerçekten kederlendiren şey de bu!


Durumlar böyleyken böyle işte!


Gün gelir...


Dediydi dersiniz, dostlar...


Dediydi dersiniz.


Not: Yok benim sizlere verecek acı bir haberim, yazı başlığına aldırmayıp o beylik sözcüklerinizi de kendinize saklayın lütfen! (Tat vermiyor zira bu tiyatro.) Olsa da gönlüm pek el vermiyor zaten sizinle paylaşmayı o acı haberi, açıklamaya çalıştığım sebeplerden dolayı beni mazur görün, ne olur!

 
Toplam blog
: 312
: 1658
Kayıt tarihi
: 10.02.07
 
 

Önceleri konuşurdu insanlar, "yazmak", sonraların işi... Duygu ve düşüncelerimizin yanı sıra gözl..