Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Haziran '20

 
Kategori
Öykü
 

BİR AĞA PORTRESİ

 

 

BİLGE AĞA

Bir köy var, uzakta çok uzakta değil de aslında çok yakın bir yerlerde. Hatta o kadar yakın ki, böyle köylere her yerde rastlanabilir. Bu köyse ilkel kalmış bir köydü.  Köyde ağa ve ağanın çocuklarından başka kimse okuma yazma bilmezdi. Hem köylü milleti, maraba okuyup da ne yapacaklardı.

Ağanın dediği dedik, çaldığı düdüktü. Sürekli baskı altında tuttuğu köylüye nerdeyse nefes aldırmazdı.

Aslında köylüye nefes aldırmayan hem diğerlerinin, hem de kendilerinin nefsiydi. Yani neticede bir durum olduğunda marabayı gidip ağanın kendisi bulup getirip falakaya çekmiyordu. Falakaya çekilecek kişiyi diğerlerine çağırtıyor, diğerleri de gönüllü olarak bu işi yapıyorlardı. Daha önce kendisini falakada döven birisini dövmekten daha zevk verici ne olabilirdi ki? Bir nevi rövanş şeklinde geçmekte olan bu cezalandırma geleneği devam ediyordu.

Sürekli haberciler köyde ne olup bittiğini ağaya iletiyordu, komşu köylerde de başka türlü ağalar olduğu için, kendi hallerine şükrediyorlardı. Bir söz, bir vecize olarak; “gelen gideni aratır” düsturundan hareketle yeni durum onları korkutuyordu. Yeni durumda zaten ağa olmasa millet birbiriyle bir anda kanlı bıçaklı olur, kan gövdeyi götürürdü. Bu durum onların da işine geliyordu, ağır aksak da olsa kendi düzenlerinde bir adalet mekanizması vardı. Aç kalmıyorlardı. Ağanın ailesinin eskimiş elbiselerini alıyorlar giyiyorlardı.  Ağanın iki hanımı dört kızı sekiz de oğlu vardı. Oğullarının dördü köy dışında okuyordu. Birisi babasının yardımcılığını yapıyor diğer üçü ise yapılan işleri denetliyordu.

Kızlarını okula göndermeyen ağa, konağına kızları için özel hocalar getiriyordu.

Devasa bir konak otuz odası olan bu yapı köy meydanında duruyordu. Köyde yüz hane ve toplam elli tane ihtiyar nine, dede yaşlılar da daha önce ağanın babasının marabasıydılar. Hepsi de ağaya eski ağaya duacıydılar. Her evin uhdesine verilmiş onar inek vardı. Bir de ağanın sahibi olduğu bin inek de ilave edildiğinde köyde her yıl neredeyse bin ineklik bir kapasite ve bu kapasitenin yarattığı sinerjiden üretilen süt, soğurt, ayran, tereyağı, peynir özenle işlenip satılmak üzere köyden uzak bir yere gönderilirdi. Köylü bunu bilmezdi. Bu işlerle ağanın oğulları ilgilenirdi. Ağanın ayrıca on bin koyunu vardı ve köylüler bu koyunlara bakarlardı. Devasa ağılları ile yazın yaylağa götürülen koyunların sütü özenle sağılır, haftalık yapılan peynirler toplanır aynı şekilde ağanın oğulları tarafından teslim alınır ve pazara götürülürdü.

Hayvancılık olunca tabi kapasite neticede arazi yapısı ve boyutları ile ilgilidir. Her yıl doğan kuzulardan seçilen, en iyiler ayrılır diğerleri yine aynı şekilde ağanın oğullarınca uzaklara götürülürdü.

Köylü sütsüz değildi, köylü kıtlık içinde değildi, emir komutalara riayet edenler çok çalışanlar elbette ödüllendiriliyordu da. Geçtiğimiz yıllarda Memiğin oğlunu uzaklara yatılı okula göndermişlerdi, büyüyüp okuyacak ziraat mühendisi olacaktı. Aynı şekilde kafası çalışan çocukları hâkim ve avukat olmak üzere seçip okula gönderdikleri de olurdu.

Zaman zaman köyden kaçanlar olurdu, güya işkenceye dayanamayan insanlar altı ay, bilemedin bir yıl demeden yalvar yakar olurlar, köye dönerler ağaya kendilerini köye almaları için yalvarırlardı. Böyle durumlarda kurallar kesindi, giden asla geri dönemezdi. Aksi halde kuralları bir kez yıkınca ortada uyulacak kural ve otorite de kalmayacağından kurallar yanlış dahi olsa uygulanırdı. Yanlış yoldan da bir hedefe ulaşılabiliyorsa, o yolun iyisi kısası bulunana kadar neden uygulanmasındı? “Tereddütle gidilen hangi yol insanı hedefine vardırabilmiştir ki? Diyordu ağa.

Otoritesini sağlamak için zaman zaman yanında tuttuğu iri yarı adamıyla güreş tutup onu devirdiği bile olurdu.

Köylünün göreceği şekilde önceden planlı güreşleri “Hacıyatmaz”  gibi hep kazanması ağayı en güçlü, en yenilmez, en sert daima ağa olurdu. Kimileri buna bıyık altından gülseler de seslerini çıkaramazlardı. Hele bunu alenen dile getirmek demek bunun hemen ağanın kulağına gitmesi demekti ki o zaman gelsin falaka cezası!

Köyde derin hoca da elbette sürekli ağanın şanını yükseltmekle görevliydi. Ağanın emirlerine uymamanın dinen haram olduğunu bunun da vebalinin öbür dünyadan cehennem ateşinde cayır, cayır yanmak demek olduğunu otoriteye başkaldırmanın anarşi demek olduğunu, anarşinin ise derin bir huzursuzluk kaynağı demek olduğundan dem vurur dururdu. Dinen de kendi konumunu güçlendiren ağa, maddi gücünü de artırdıkça artırıyordu. Ağaya isyan, Allah’a isyanla eşdeğerdi.

Zaman zaman ödüllendirme yoluna giden ağa, bu şekilde köylüyü birbiriyle yarış haline sokmuştu. Ondan izin alınmadan köyde yaprak kımıldamazdı. Köylülerin düğünlerini usulünce yapar, kendince mutlaka her düğünde baş konuk olurdu. Köyde imam, nikâhlarını kıyar, sonra gençler usulünce baş göz edilirdi.

Yine günlerden bir gün ağa bir adamını yanına çağırdı. Cebinden zarf çıkardı ve “şimdi atına biniyorsun, doğruca kasabaya gidiyorsun. Kasabada karakol komutanını bulup bu zarfı ona veriyorsun, tamam mı?” Köylü “tamam beyim” dedi. Ağa tekrar etti, bak kapıda diğerleri bu zarfı senden almak isteyebilirler. Bunu sakın komutandan başkasına verme. Eğer senden bu mektubu almak isteyen bekçiler, nöbetçiler emir erleri olursa buna itiraz et, sadece komutana vereceğini söyle tamam mı? “Tamam, beyim emredersin.”

Köylü zarfı aldığı gibi iç cebine koydu ve atına atladığı gibi doğruca kasabanın yolunu tuttu. Elbette zarfı açmayı aklından bile geçirmezdi, geçiremezdi. Hem emanete ihanet edilemezdi, hem de açsa da okuyamayacağından bunun da bir anlamı yoktu. Patikalardan dümdüz yollara oradan tekrar patikalara derken kasabaya ulaştı. Kan ter içinde kalmıştı. Kendine böyle göreve verildiği için kendini şanslı sayıyordu. O kadar insanın içinde o kadar marabanın içinde görev kendine verilmişti. Dolaysıyla şeytana uymaksızın doğruca karakol komutanını buldu ve arkasından ağa da atına binmiş, yanına kâhyasını da almış şehre doğru yola çıkmıştı. Buna bir anlam vermeyen kâhya, “bir şey lazımsa kasabaya giden köylüye söyleseydik ya ağam” dedi. Ağa “az önce aklıma geldi, şehre valiye bir telgraf çekmem lazım. Köye bir doktor göndersinler, çocuklar kırılıyor hastalıktan”  Kâhya ağaya “haklısın ağam, sen daha iyisini bilirsin” dedi. Kâhya içinden;  “ağam ne kadar düşünceli adam, köylüyü ve köylünün çocuklarını çok seviyor. Kendini adeta köylüye adayan ne temiz kalpli bir adam” diye düşündü.

Ağa ile kâhyası en yiğit atlarına binip, köylünün peşine düştüler. Köylü ise atını dörtnala sürerek hızlı bir şekilde kasabaya ulaştı. Ağa ve kâhyası da yeterince uzak bir mesafeden köylünün peşinden gidiyordu.

Köylü doğruca karakola gidip, ağanın emanetini iletmek üzere karakola gitti. Dışarıdaki erlere durumu anlattı. Erler zarfı alıp kendileri vermek istediler.

Köylü adamsa karakol komutanına bu zarfı bizzat vermekte ısrar etti. Aralarında bir itiş-kakış başladı ve tartışma seslerini duyan karakol komutanı dışarı fırladı. Erlere adamı bırakmasını istedi. Ağanın gönderdiği köylüyü ararken üzerinde buldukları zarfı buldular. Köylünün iç cebinde bir de hançer buldular.

Zarfı ve hançeri alan erler doğruca her ikisini de doğrudan karakol komutanına verdiler. Köylü ne yaptıysa derdini anlatamamış olsa gerek ki, komutan emir verdi; “yatırın falakaya şu adamı” Askerler, adamı aldılar ele, girdiler yola. Adamcağızın çığlıkları dışarıdan dahi duyuluyordu. Eşek sudan gelene kadar bir temiz dayak yiyen köylü şaşkın bir şekilde neden dayak yediğini bilmiyor, kendi kendine “nerede hata yaptım ben” diye düşünüyordu.

Çok geçmeden ağa ile kâhya da kasabaya ulaşmışlardı. Ağa ve kâhya yolları üzerinde karakol da vardı elbette! Tam karakolun yanından geçiyorlardı ki, içerden çığlıklar yükseldiğini duydular.

Ağa atının yönünü karakola çevirdi, kâhya ağasını takip etti. Karakolun önüne gelince durdular. Ağasını attan indirmeye yardımcı olan kâhya bulabildiği sekilere ataları bağladı. Ağa önde kâhyası arkada karakola doğru yürüdüler.

Ağa karakolun tam kapısına gelmişti ki adamının dövüldüğünü anladı. Bir hışımla kapıdaki nöbetçiyi kenara iterek karakola girdi. Bir de baktı ki gerçekten adamını iki asker yatırmışlar falakaya, ha-bire dövüyorlar ve karakol komutanı da olayı seyrediyor. Ağa kızgınlıktan rengi fena halde kızarmıştı ki, kâhyası dahi ağadan ürkmüştü. Ağa tok bir sesle karakol komutanına “sen nasıl olur da benim sana gönderdiğim köylüm olan adamımı falakaya yatırırsın” diye kükredi.

Askerler donakaldılar. İçeri giren diğer askerler de şaşkınlıkla bir karakol komutanına, bir ağayla kâhyasına bakıyorlar, duruma bir anlam veremiyorlardı. Komutan tamam bırakın manasında bir hareket yaptı. Askerler adamın ellerini ayaklarını çözdüler, eskimiş çarıklarını ve kıyafetlerini adama verdiler. Adamcağız çarıklarını dahi giymeden kendini dışarı attı. Ağa ise kâhyasına “git şunun yanına güzelce giyinsin, elini yüzünü yıkasın, ona bir güzel de yemek yedir, içir atına bindir köye gönder sonra atların yanında beni bekle!” Kâhyası aceleyle hemen “baş üstüne ağam” diyerek köylünün yanına koştu. Gaddar karakol komutanının köylüye yaptığını nasılsa ağam onun yanına bırakmaz diye düşünüyordu.

Kâhya, ağanın talimatlarını harfiyen yerine getirdi. Köylünün giyinmesine yardım etti, elini yüzünü güzelce yıkadı, birlikte doğruca bir et lokantasına gittiler. Karnı doyan köylü, az önce yediği dayakları unutmuş, keyfi iyice yerine gelmişti.

“-Bizim ağa ne büyük adam, o gelmese halim nice olurdu. Baksana hem koskoca karakol komutanı bile bizim ağanın karşısında süt dökmüş kedi oldu, ne büyük adamsın sen be ağam”

Bu sırada ağa ile karakol komutanı keyif kahvelerini yudumluyorlar, gülerek birbirlerine iltifatta bulunuyorlardı.

Ağanın “sayenizde komutanım” dediği duyulur gibi oldu, açıkçası neyin, ne sayesinde olduğu tam anlaşılamadı. Karşılıklı muhabbet ve güler yüzden işlerin yolundan olduğu anlaşılabiliyordu. Problem neyse çözülmüştü, ya da bir iş daha hakkıyla başarılmıştı.

            Zarfın içindeki pusulada ise neler yazdığını hala bilemiyoruz!

            Acaba pusulada yazılanlar… Kim bilir?

 

 

 

***

 

Ağa bir Mart sabahı erkenden kalkmış, çiftliği çevreyi kolaçan etmek istemişti. Aynı zamanda çalışanlarına ani baskın vermişti ki, bunu sık sık yapar, çalışanlarının asla gevşemesine izin vermezdi. Bu da yönetimin bir parçasıydı. Ağanın ne zaman baskına geleceğini bilememek insanlar üzerinde ölümün zamanını bilememekten daha güçlü bir etkiye sebep oluyordu.

Ölümün zamanı bilinmez, ne zaman öleceğimizi asla bilemeyiz. Bu yarın da bu yazı bitmeden de her an olabilir, ama kimin umurunda. Ölümün kesin olacağının bilmemize rağmen, birçokları patronlarından çekindikleri kadar inandıklarını dilleriyle söyledikleri Allah’tan korksalardı, dünya çok daha yaşanılır ve insanlığın değerinin bulunduğu bir dünyada yaşanılıyor olabilirdi. Tilkinin kümese bekçi tutulduğu dünyada tavuklara huzur olması uzak bir hayalden ibaret olabilir.

Ağa eve geri döndüğünde sabahın sekizini geçmişti, oğlu yeni kalkmış hizmetçiler kahvaltıyı hazır etmişler, ağayla oğlu bekleniyordu. Ağa elini yüzünü güzelce yıkadıktan sonra kahvaltısını yapmaya başlamıştı ki, ağanın oğlu masaya geldi. Yirmi yaşına basan delikanlı okul okumak için uzak diyarlara gitmiş, biraz rahatsızlandığı için köyüne baba ocağına “daha iyi bakılırım, biraz da dinlenirim” umuduyla dönmüştü.

Ağa ve oğlu kahvaltıda iken genellikle odada kendilerinden başkası olmazdı. Dinlenme tehlikesine karşın evlerinde bile sır niteliğinde olan şeyleri konuşmazlardı. Ne de olsa evde hizmetleri için köylü maraba takımı vardı ve onların duymayacağı şekilde sır olan şeyler baş başa ve mümkün olan en alçak sesle konuşulması gerekirdi.

Oğul zaman zaman bu kuralı unutur, söze başlayacak olurdu. Ağa ise konuşmak için genellikle genişçe bir düzlük seçer ve oğlunu tam karşısına alarak açık alanda konuşmayı seçerdi. O zamanın dinlenmeme kuralları da sessizce kimsenin duyamayacağı uzaklıkta bir mesafeye çekilirler öyle konuşurlardı. Özellikle de kimsenin duymasını istemediği şeyleri konuşmak istedikleri zamanlar…

Geniş düzlükte; sağdan soldan gelenler her açıdan net olarak göründüğünden birisinin saklanıp onları gizlice dinleme, dudaklarını çıplak gözle görme ihtimallerini de ortadan kaldırmak demekti. Rüzgârın hızı bile bu hususta önem taşırdı. Rüzgâra karşı konuşursanız, sesinizi karşıdaki duyamaz, rüzgâr yönünde konuşursanız ise duymaması gerekenler bile sizi duyabilir bu durumda başkasının duymaması gereken konuları başkaları duyarsa bir şekilde bu durum uzak ihtimal dahi olsa ileride probleme neden olacağından buna da dikkat etmek gerekirdi.

Genç adam, babasına bilir şeyler söylemek niyetindeydi ki; baba onun derdini anlamış olacak ki, “bugün seninle ava çıkalım, hem de dertleşiriz biraz” derken delikanlı da hem babasına meramını, kendisi ve köylüler için babasının söz verdiği okul hakkında konuşmak için fırsatını bulacağı için mutlu olmuştu.

Kahvaltılar edildi, kahvaltıdan sonra hazırlanan baba oğul silahlarını kuşanıp, atlarına binerek yola çıktılar. Yerler ıslak hava soğuk ve karlar henüz tam olarak bazı yerlerde erimiş, yükseklerde ve kuzey cephelerde ise hala kar ilk yağdığı zamanlardaki gibi duruyordu. Bir süre gittikten sonra atlarını durduran baba oğul atlarının dizginlerinde tutmuş, atları bağlayacakları bir ağaç ararken çok yakın bir yerde köpeklerin acı acı uluma ile havlama arasında çıkardıkları sesleri duydular. Bir köpek diğerini boğazlıyordu sanki. En azından delikanlı köpeklerin birbirini öldürmek üzere olduklarını sanmıştı ki, baba oğluna bakarak:

“-Şimdi sana ben ne düşündüğünü söyleyeyim. Sen köpeklerin bağırdığını ve birbirlerine zarar verdiğini düşünüyorsun ki gerçek aslında hiç te öyle değil. Aslında bu bir üreme seremonisi, yani şu anda köpekler nesillerinin devamını sağlamaya çalışıyorlar. Dışarıdan köpeklerin dilini, doğanın anlamını bilmeyen birisi, çok bağıran köpeğin ölmek üzere olduğunu zannediyor ki bu aslında diğer canlılara bir mesaj niteliği de taşıyor. Diğer canlıların söz konusu bölgeye gitmemesi, mahremine girmemesi için öyle bağırıyor ve bölgelerini öyle kesin çizgilerle çiziyorlar ki, onların huyunu bilmeyen insan haricinde hiçbir aptal o bölgeye içgüdüsel olarak gitmemesi gerektiğini bilir.”

Delikanlı:

“-Yani”

Ağa:

“-Demem şu ki, hayatın özü, gücün temelinde hile vardır. Köpeğin hilesi de budur. Sen acı çekiyor zannedersin, hâlbuki o zevk alıyor ve türünün devamını sağlamak üzere tabiatının gereğini yerine getiriyor”

Delikanlı:

“-Pek bir şey anlamadım baba biraz daha açıklar mısın?”

Ağa:

“-İlim, bilim bile çoğu zaman hile karşısında yenilgiye uğramıştır.”

Oğlu itiraz etti:

“-Bilimde kesinlikler vardır.”

Ağa:

“-Tamam, işte o kesin olan her şeyi araştırmak, o finansmanı sağlamak da güç işidir. Yani para gücü, en iyi elemanı bulup çalıştırmanı sağlar.”

Oğul yine itiraz edecek oldu ama vaz geçti, babası devam etti:

“-Aynı hile nice hükümdarların, devletleri, imparatorlukların sonunu hazırlamıştır. Unutma ki benim babam da benden önce ağa idi ve ben de senin gibi şehirlerde eğitim görmüş, mürekkep yalamış biriyim. İlim sadece ilimle başarıya ulaşamaz, siyaset gerekir ve bu siyasette hilesi en mükemmel olan daima kazançlı çıkar.”

Oğlu ise itiraz etti:

“-Hile yanlış değil mi?”

Babası:

“Hilesiz kazanç oldukça risklidir, hilesiz ve gerçekten savaşarak elde edilen kazanç ise son derece risklidir ve savaşlarda kesin sonuç alınacağı da garanti değildir. Şimdi sen diyeceksin ki baba şu köylülere okul getirsek, ilim irfan sahibi olsalar eğer böyle bir düşüncen varsa bunu derhal unutasın, zira sır ve uzmanlıklar diğerleriyle paylaşılmayacak kadar önem arz eder.” 

Biraz soluklanan ağa; “insanlara vererek mutlu edemezsin, bağımlı olurlar, onlara acırsan acınacak hale düşersin, onları yönetmenin en kolay yolu belki de şu gördüğün hayvanlardan, doğadan dersler çıkarmaktır. Misal yeniliyorken, yeniyormuş hissi vermek, kaçıyormuş gibi görünürken, saldırıya hazır olmak, güçlüyken zayıf, zayıfken de güçlü olmak, zevk alıyorken, acı çekiyor hissi veren şu köpeklerin davranışları dahi insanlara önemli dersler vermiştir ve birçok insan aslında davranışlarının kökenini asla bilmeden hayvanları taklit ederler. Kimi aslanı taklit eder, kimi atı, kimi eşeği, kimi kediyi, kimi de köpeği taklit eder. Onlara üstün gelenler, onların davranışlarının dilin çözebilenlerdir. Misal köylüye her şeyi dağıtsam sanıyor musun ki mutlu olurlar. İnan bana uzun zaman alıştıkları bu yönetim şeklinden dolayı yollarını şaşırırlar. Bu kendinin ne olduğunun bilincinde olmayana köyü emanet etmeye benzer. Kendini bilmeyene deli derler, divane derler ama asla yönetme erkini vermezler. Şimdi köyde aç var mı? Yok, kavga dövüş var mı? Yok. Otorite var mı? Var. Emin ol ki tarlaları bizzat sana verdiğim gibi onlar dağıtayım bir yıla varmaz, benim tarlam sulu, senin tarlan kuru diye birbirlerini vururlar. Bir söz vardır “ver Allah’ın verdiğine, vur Allah’ın vurduğuna.” Emin ol, sırrımıza hâkim oldukları anda bizi köy meydanında asarlar.  Bir kimse emin ol ki, fakir olması gerektiği için fakir, zengin olması gerektiği için fakirdir veya muhtaçtır. Haksız yere kazanılan zenginlik ise yürürken bir tepeye ulaşıp insanın bir an kendini dağlara hâkim olduğunu sanması gibi geçici bir duygudur. Tepeye hızlı çıkanlar, tepedeki rüzgâra, kara, dış ve iç tehditlere göre gerekli tedbirler almayı bilmezlerse kendilerini anında tepeden yuvarlanırken bulurlar. Bilirsin ki tepeden yuvarlanan bir cisim fizik kanunlarına göre sona yaklaştıkça daha da hızlı yuvarlanır ve kimse onu tutamaz. Sen sen ol, oğul ilim hatta ilimden de önemlisi hile öğren. Yapman şart değil lakin hileyle elinden kazancını almasınlar. Ben sana zamanını söylediğimde de ister köyün gel başına geç, istersen köyden ayrıl, sen bilirsin. Ama ağacın kökü, yetiştiği yerdedir bunu böyle bilesin.”

Oğul ise yine itiraz etti.

“Bu insanlar bizim çalışanlarımız, bunlar ne kadar iyi olursa üretim de o kadar iyi olur, çok olur. Klasik yöntem için evet haklısın ama modern sistemde böyle bir üretim modeli gelecekte yaşayamayabilir. O zaman ne yapacağız?”

Şu aşamada köyde yüz hane var, hepsine bağımsızlık versek arazilerini doğru dürüst ekecekleri garanti değil, her bir hane on inek bakıyor, onu da yapmazlar, hepsinde üretim araçları yok, çoğu o araçlara sahip olmak için varlarını yoklarını harcayacak borçlanacaklar, topraklarını bunlara versem yüz hane yüz traktör almaya kalkar, hâlbuki üç traktör bu işi görüyor, birbirleriyle yok yere yarışır dururlar. Sırf desinler diye boş yere para harcarlar, hatta birçoğu hasılatı alıp gidip şehirde çarçur edip evladını aç sefil bırakır.”

Ağa orada bulunan orta büyüklükte bir kayanın üzerine yaslandı. Kaya yerden yaklaşık elli santim yükseklikte üzeri eğimli yer, yer yosun kaplamış bir kayaydı. Üzerinde kim bilir ne faniler oturmuşlar dinlenmişler, sohbet etmişlerdi.

Dikkat ettin mi bu kayanın düz kısımlarında yosun yok ama eğimli kısımları yosun tutmuş bu da demektir ki kimse eğimli kısımlarına oturmamış. Düz kısımlarında ise senle ben gibi belki de dedelerimiz burada oturmuş sohbet etmiş. Âşıklar oturmuş üzerinde soluklanmış, belki de savaşlar olmuş bu kaya parçası bir askere siper olmuş kim bilir ne çok anısı olmuştur bu kayanın. Hâlbuki o burada oturuyor sabit. İnsanlarsa sürekli hareket halinde. İnsanların durumuyla biraz farklı olsa da onun da bir yeri var. Bu kaya birçok sırra şahit olmuş, birçok konuşmaları dinlemiştir.  İnsanları belki de insanlardan daha iyi tanımakta ama onlara kayıtsız kalmaktadır. O üzerine oturanı elbette seçemez, öyle bir iradesi yok yani insanlar da çoğu zaman bu kaya gibidirler. İradeleri yoktur, iradeleri olduklarını zannederler. Planları yoktur, planları var zannederler. Akılları vardır ama kullanmayı bilmezler o halde bu kayadan ne farkları kalır?

“-İyi de onların bir iradesi var. İstekleri hakları var dünya değişiyor.”

“-Elbette herkes kendi açısından haklıdır, kendi açısından…”

Oğul anlamadı:

“-Yani?”

“-Yani demek istediğim şu: kişinin kendini haklı sanması haklı olduğunu göstermez, kimsenin umurunda da değildir zaten bu. Herkesin bilgisi oranında uzmanlık gerektiren konularda fikir beyan etmesi esastır. Ağaç ve meyveler konusunda uzmansa adam, uzaktan toprağı görünce tanır. Aynı şekilde adam madenciyse, senin benim görmediğim detayı görür, altını gümüşü, değerli taşı her ne değerliyse onu diğerlerinden ayırır. Sarraf da öyle değil midir?”

“Herkes uzmanlaşmalı tamam, uzmanlaşanlar uzmanlaştıkları alanda konuşmalı tamam, diğerlerine söz hakkı tanımak çoğu zaman gereksiz zaman kaybına sebep olur. İşte bu yüzden herkesi alanında uzmanlaştırdık, kimi koyun, kimi sığır, kimi tarımda uzmanlaştı, ben ise yönetimde uzmanlaştım, sen de öyle olacaksın.”

“Kişiye uzman olmadığı bir alanda görev vermek işkencedir. Aynı zamanda kötü yönetimin işaretidir. O yüzden gün gelecek belki bu sistem sona erecek ama sanma ki insanlar çok da mutlu olmayacaklar. Tarlaları azalacak, birbirleriyle sürekli kavgalı olacaklar, birbirlerinin malını çalacaklar. Hır çıkacak, şimdi en fazla benim malımı çalabilirler o da yemek için olabilir. Bırakalım birazcık da yesinler.”

“-Biz çekilelim olacaklar aşağı yukarı bunlar olacak, çoğu köyü terk edecek. Sanma ki çok mutlu olacak, büyük şehirlerde başkalarının hizmetçisi olacaklar. Burada en azından güvendeler. Yönetimle ilgili konularda oy hakları yok doğru ama onların işi yönetim değil ki, uzmanlık alanları farklı. Sen dünyada gördün mü üretim, denetim, yönetim, imalat aşamalarının birbirlerinin yetkilerine karıştıklarını. Biz şu ana kadar yapılabilecek en adil sistemi yapıyoruz. Bunun dışında tüm dünyada öyle pek de adil bir sistem olduğu söylenemez. Köyde kaç yıldır birbirini öldüren duydun mu, kavga eden, kız kaçıran, birbirine hakaret eden ve de elbette aç açıkta kalan birini gördün veya duydun mu sen?”

Ağa oğluna söyleyecek söz bırakmamıştı, ikna edemezdi şu aşamada babasını, köylüyü her defasında şaşırtan ağa oğlunu da derin bilgeliğiyle bir kez daha ikna etmiş, delikanlı derin düşüncelere dalmıştı.

Atlarına binen baba-oğul evlerine döndüler.

Oğul bugün bir köpeğin her çığlığının acı çığlığı olmayabileceğini, bunun başka şeylere işaret olabileceğini anlamıştı.

Her bağırma öfke veya acı ifadesi olamaz, kimisi hile gereği bağırır, kimisi elindeki malı satmak için bağırır, kimisi fiyat yükseltmek için bağırır. Kavga eden görünür, cilve yapıyordur, silah sesi duyulur, düğün vardır. Kısacası hiçbir şey ne göründüğü gibi, ne de görünmediği gibidir.  Bir çığlık doğadaki iki köpeğin mart birleşmesi gibi zevk  için de olabilir, gerçekte biri diğerini boğazladığı için de. Mevsim İlkbahar ve aylardan Mart ise bunu her köylü bir şekilde bilir ki, köpeklerin, kedilerin üreme mevsimidir. İşte o zamanlarda özellikle dişi köpekler kızgın asabi olurlar. Nedenine gelince Allah onlara türlerini devam ettirebilmek için en doğru eş adayını seçmeyi içgüdüsel olarak vermiştir. Bu tecrübeyle sabit bir bilgidir. Böyle bir zamanda köpekler evden kaçar, zamanı gelince atların kedilerin, koyunların hatta ineklerin de başına aynı şey gelir. İnsanlar tecrübeleri gereği bu durumu anlayışla karşılayabilirler. Nitekim aynı şey insanların da sıkça başına gelir de din, örf, çevre, gelenek, statü, birçok şey bu duruma mani olur. İnsanı insan yapan duygularına hâkim olabilmesi, aklını, iradesini doğru ve zamanında kullanabilmesidir.  İrade kontrolü şüphesiz kolay bir şey değildir. Hele de insan gibi bir varlık iradesini kontrol edebilmesi için ya iç dünyası tamamen kontrol mekanizmaları ile doldurulmuş, ikna edilmiş olmalıdır, ya da dış dünya buna çözüm üretmelidir. Aksi zor  ve katlanılmaz olur. Ağa korkusu, Tanrı korkusu, çevre baskısı, aile baskısı gibi kontrol mekanizmaları insanları nasıl dairelerle çevreliyor onları kontrol altında tutmaya, davranışlarını öngörülebilir olmaya itiyorsa bu her zaman mümkün olmayan bir süreçtir.

Gösteri dünyası her gün yeni bir teknik keşfederken, değişmeyen belki de tek gerçek doğa yasalarının gereğinin yerine sırayla kendini kanıtlıyor ve insanların ürettiği birçok şeyi boşa çıkarıyor olmasıdır.  

Sır niteliğinde bilgi bir hazineden daha değerlidir, kim ki sırrını vermişse bir dostuna dostu vermiştir dostuna ve sırrını kaybeden çırılçıplak kalan bir çaresize dönüşür. Atalar  der ki: "Sırrını verme dostuna, dostun söyler dostuna" sır en büyük güçtür.

Sırrımıza vakıf olanlar bize hâkim olur.  Ağanın yönetim sırrı, taktik zaferleri başarılı olmasaydı elbette anında otoritesini yitirecek, kargaşa çıkacak hatta başka ağalar türeyecekti. Sırlar o kadar değerlidir ki, dostları birbirine düşman, anayı kızından ayıran, kardeşi kardeşe kırdıran kısacası birçok insanı balığa az bir kesim olan sır sahibini de avcıya dönüştüren bir hazinedir. Basit bir yemek tarifi bile meslek sırrı oluyor, kimselere söylenmiyorsa yönetim sırlarını bir  ağanın söyleyeceğini düşünmek budalalık olur. Bize düşen sadece tahmin etmek idi; gerçi az bilen, çok konuşur, aptal olan bağırır, akıllı olan susar, çok bilen az söyler, söz söyleyen de söylemediğini söyler, söylediğini söylemez.

 

 

 

 
Toplam blog
: 2271
: 163
Kayıt tarihi
: 15.10.14
 
 

Bugünün doğrusu yarının eğrisi, dost görünenler düşman ve herşey aslında zıddı olabilir. Büyük ih..