Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Temmuz '11

 
Kategori
Öykü
 

Bir Anı Defteri buldum-6

Bir Anı Defteri buldum-6
 

Sibel'den mektup var...


Bu görüşmeden bir hafta sonra bir mektup aldım. Mektubun üzerinde gönderenin adresi yazmıyordu. Pulun üzerindeki damgadan Bakırköy’den postaya verildiğini anladım. Zarfı açtım, Sibel’den geliyordu. 

Demek ki Sibel, benim hakkımda birçok şeyi biliyordu. Ama ben onun hakkında sadece anlattığı kadarını bilecektim. Zaten böyle olduğu, şoförün adresimi sormadan beni evime getirmesinden de belliydi. Bu durum, benim için o kadar önemli değildi. Sibel’in bu şekilde davranmasında onu haklı kılacak birçok neden olabilirdi. 

Mektup bilgisayarda yazılmıştı. Ancak mektupta, bilgisayarda yazılmış olmasına rağmen sonradan üzeri tükenmez kalemle karalanmış ve çizilmiş satırlar vardı. Silmek istediklerini neden bilgisayardaki tuşlar vasıtasıyla yapmayıp bu yolu seçtiğini anlayamamıştım. 

Aslında benzeri durumla Sibel’in anı defterinde de karşılaşmıştım. Çünkü onda da üzeri çizilmiş ve karalanmış satırlar vardı. Bazıları iyice karalanmış ve çizilmiş olmasına rağmen okunabiliyordu: Küfür ve hakaret içeren sözcükler! 

Lafı uzatmadan mektuba geçelim: “Ömer bey, sizinle olan son görüşmemizde yaşadığım olayları anlatırken çok rahatsız oldum. Aynı durumu tekrar yaşamamak için, mektup yazmaya karar verdim. Lütfen bunu bir saygısızlık olarak kabul etmeyin ve beni anlayışla karşılayın.” Diye başlayan mektup şöyle devam ediyordu: 

Kocamı öldürecek ve bu rezilliğe bir son verecektim. Günlerce bunu başaracağım konusunda kendime telkinde bulundum. Bir sabah erkenden uyandım, kararımı uygulayacaktım. “Pis sapık, alçak herif sonun geldi! Yaptıklarının hesabını gebererek ödeyeceksin!” Diye içimden söyleniyordum. Bu söylenmem, bana cesaret verdiği gibi haklı olduğum konusunda kendimi ikna etmemi de sağlıyordu. 

Kenan’ın uykusu çok ağırdı. Erken uyanma gibi bir alışkanlığı da yoktu. Öğlene yakın bir saate kadar uyurdu. Buna rağmen “Ya uyanırsa!” ihtimali aklıma gelmedi değil. Mutfağa gittim. Tezgah üzerinde iki günlük bulaşık yıkanmayı bekliyordu. İçine yağ koyacağım uygun bir kap bulmalıydım. Aklıma ilk gelen cezve oldu. Sağa baktım, sola baktım, mutfak dolaplarının içini karıştırdım; fakat cezveyi bir türlü bulamadım. Yok, yok, yok! Her gün gözümün önünde duran cezveyi, bugün bulamıyordum. Aksilik bu ya! Canım sıkılmıştı. Birden gözüme kepçe ilişti. Aynı işi kepçe de görebilirdi. İçine yağ doldurup, yaktığım ocağın üzerine yerleştirdim. 

Yağ kaynayınca ocağı söndürdüm. Kepçeyi tutan elimin titrediğini farkettiğimde kendime cesaret verecek sözler mırıldandım. Fayda etmedi. Üstelik şimdi ayaklarım da titremeye başlamıştı. Korkuyordum, hem de çok korkuyordum. Bir insanı öldürmek öyle kolay mıydı? Elimde cezve birkaç adım attım, bu arada birkaç damla yağı da yere dökmüştüm. Titreme giderek arttı, son bir hamle ile mutfak tezgahına yanaştım ve cezvenin içindeki kaynar yağı mutfak musluğunun altındaki eyvenin içine boşalttım. “Cozzz !” sesi ile birlikte havaya yükselen buhar ve üzerime sıçrayan kızgın yağ damlacıkları… Neredeyse yanacaktım. 

Bu deneme maalesef başarısızlıkla sonuçlandı. Böylesi daha iyi oldu, diyemiyorum. Çünkü bu başarısızlığın bedeli yıllarca süren dayak ve tecavüz olacaktı. 

Bu berbat durum ne kadar devam etti, tam olarak hatırlamıyorum. Yıllarca sürdüğü kesin de, ne kadar? Ama bir gün bitti. Evet bitti. Nasıl mı? Anlatayım: 

Öyle bir gün geldi ki, ben acıya karşı duyarsızlaştım. Hislerim tamamen yok oldu. Yediğim dayaklar canımı acıtmamaya başladı. Dahası tecavüze uğradığım zaman da hiçbir şey hissetmiyordum. Tepkisiz, acayip bir yaratık olmuştum. Dövüyor ağlamıyorum, tecavüz ediyor itiraz etmiyorum, bağırmıyorum. Robot gibi bir beden… 

Bu durum o adamı dayak ve tecavüzden vazgeçirdi. Ben, itiraz etmeyince, direnmeyince yaptığı şeylerden zevk almamaya başlamıştı. Bu da işte böyle bir sapıktı! Onu çözmüştüm, ancak ben de ben olmaktan çıkmıştım. Bana hiç ilişmiyordu artık. Geç saatte ve çoğunlukla sarhoş olarak eve geliyor, yatıp uyuyor, sabahleyin kalkıyor, o günlük ihtiyaçlar için biraz para bırakıyor ve işe gidiyordu. 

Aynaya baktım bir gün. O acayip yaratığı yani beni gördüm: Sarı kara karışımı bir beniz, avurtları çökmüş zayıf bir yüz, normalden çok büyük patlak gözler, damaklardan ileriye doğru fırlamış kirli dişler, dağınık saçlar… 

Görüntü ve davranışlarım diğer insanların da dikkatini çekmeye başlamıştı. Dışarıya çıktığımda çocuklar arkamdan “Deli deli, kulakları küpeli!” Diye bağırıyorlardı. Ben onlara cevap vermeyip yoluma devam ediyordum. Bazı çocuklar daha da ileri giderek oramı buramı çekiştirdiklerinde onları kendimden uzaklaştırmak için iteliyordum. Eğer bu sırada kazara çocuğun birisi yere düşerse, etraftaki büyüklerden “Çocuğa öyle bir tokat patlattı ki… Deli kuvveti var kadında. Ufacık çocuğu öldürecekti… Bu deliyi tımarhaneye kapatmalı.” Şeklinde sözler duyuyordum. Söylenenlere tepki vermeden oradan uzaklaşıyordum. 

Kıraathanenin dışındaki masalara oturup sohbet eden erkeklerden biri “Ne oldum demeyeceksin arkadaş, ne olacağım diyeceksin. Şu kadına bir bak. Dünya güzeliydi eskiden, ya şimdi? Vah vah…” dediğini duyduğumda da aldırış etmemeye çalışıyordum. 

Halimi görüp acıyan komşulardan biri, beni hastaneye götürdü. Doktor muayene etti ve ilâç yazdı. Komşuma “Siz bu bayanın nesi oluyorsunuz? Bayanın kocası var mı?” Diye sordu. “Komşusuyum. Evet, kocası var.” Cevabını alınca, “Durumu ağır, bir akıl hastanesinde müşahade altına alınması gerekir. O nedenle kocasına haber verin, gelip benimle görüşsün.” Dedi. 

Kenan’ı gece geç saate kadar bekleyen komşum, doktorun söylediklerini ona aktardı. O, hiç umursamadı bile. Aylar geçti. Görüntüm ve davranışlarım giderek kötüleşti. İlâçlar da fayda etmiyordu. Sonunda mahalleden muhtar ve birkaç kişi birlik olup Kenan’ı ikna ettiler. 

Sonra, evet sonra da akıl hastanesindeki yaşamıma başladım. Ben olayların farkındaydım. Konuşulanları anlıyordum. Fakat, soru sorulursa cevap vermediğim gibi yapılan bir davranışa karşı da tepkide bulunmuyordum. İtiraz etmiyordum, bir istekte de bulunmuyordum. 

Akıl hastanesindeki şartlar çok kötüydü. Beni verdikleri koğuşta 40-50 tane hasta kadın vardı. Yatak sayısı yeterli olmadığından bazı yataklarda iki kişi yatıyordu. Koğuşun zemini kara betondu ve çok pisti. Birkaç günde bir, usulen paspas atılıyordu. 

Hastaların çoğunun sırtlarındaki giysileri eski ve yırtıktı. Çırıl çıplak dolaşanlar bile vardı. Bazı hastalar beton üzeride yatıyorlar, sonra da hastalandıklarından günlerce acı acı bağırıyorlardı. 

Hastanedeki personel sayısı çok azdı. Personel hastalara iyi davranmıyordu. Hastalarla alay ediyorlar, bağırıyorlar, küfür ediyorlar, kimi zaman da sorun çıkaranları dövüyorlardı. 

Bir kadıncağız hepimizin gözü önünde bağıra bağıra öldü. Onun öldüğünü gören bir başka hasta kadın, cesedi yere atıp yatağına yerleşti. Sabahleyin koğuşa gelen hastabakıcı ve hemşireler kadının yerde yatan çıplak cesedini gördüler. Çıplaktı, çünkü bir ara bazıları üzerindeki giysileri çalmış olmalıydı. Ama nedense ceset, ancak tam bir gün sonra koğuştan kaldırıldı. 

Etrafa saldıran, oldukça tehlikeli hastalar da vardı. Sebepsiz yere bir insana zarar verebilirlerdi. Onlarla kavgaya girenlerin hemen hepsi çok büyük zararlar gördüler. Bana da bir-iki kere sataştılar. Ben onlara karşı da herhangi bir tepki vermeyince benimle uğraşmaktan vazgeçtiler. 

Koğuştaki insanları bir köşeye çekilip gözlüyordum. Hastaların çoğunun söz ve davranışlarının yarım olduğunu farkettim. Mesela konuşurken konuyu yarıda kesip başka bir konuya geçiyorlardı. Ya da koğuşun içinde diyelim ki bir hasta, birisinin yanına gitmek için yürümeye başlamış, birkaç adım atıp vazgeçiyor ve başka bir tarafa yöneliyordu. 

Doktorlar çok seyrek uğruyorlardı. İlaçları hemşireler getiriyorlardı. İlaç almak istemeyen hastaları da çoğunlukla dövüyorlardı. Yemekler çok kötüydü. Bu kötü yemekleri bile bir başkasına kaptırmadan yemek büyük bir maharet gerektiriyordu. 

Bu arada ben hastaneyden ihtilal olmuş, asker yönetime el koymuş. Tabi bunu ben çıktıktan sonra öğreniyorum. Çünkü biz içerideyken dış dünya ile herhangi bir ilişkimiz sözkonusu değildi. Olaylardan haberimiz yoktu, daha doğrusu bunlar bizi ilgilendirmiyordu. 

Akıl hastalarının, kimilerinin deyimiyle delilerin arasında geçen yıllarımdan bazı anıları anlatıyorum. Aslında o kadar çok şey var ki anlatacak! 

Mektubu burada kesmek zorundayım. Gene yazacağım. Hoşça kalın. 

Sibel’in mektubu burada bitiyordu. Her şeyi anlatacağını zannederken ani bir kararla mektubu sonlandırmıştı. Gelecek olan mektubu beklemek gerekecekti. 

 

 

 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..