Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Haziran '11

 
Kategori
Şiir
 

Bir aşkı, bir şiiri hissetmek ve anlamak (I. Bölüm)

Bir aşkı, bir şiiri hissetmek ve anlamak (I. Bölüm)
 

Elsa Tirolet


GİRİŞ ve ANIMSATMA 

“Elsa’nın Gözleri, Yeni Bir Çeviriyle Şiir Dünyamızda” başlıklı yazımda, AŞK şiirlerinin ANATANRIÇASI, primadonnası Elsa’nın Gözleri’nin tamamının dilimize ikinci kez kazandırılmış olmasından duyduğum sevinci anlatmıştım.

Çeviriler arasındaki farkların, biz okurlar açısından yarattığı açmazlara değinmiştim. Her çevirinin, şiirin yorumlanması ve çözümlenmesinde duyumsama ve kavrama açısından farklılıklar yarattığını belirtmiştim.

Şiiri kendi dilinden okuyamayan okurlar için çevirmen, şair ile okur arasında, şairin ruhunu konuşturan, sesini yansıtan medyumlar gibidir. Bu son çeviride, hem Aragon’un hem de Elsa’nın ruhuyla, sesiyle benim iç sesim ve ruhum sanki daha bir yaklaştı, daha bir kaynaştı, aşkın ırmaklar oluştu ve bu tümleşmenin, algının oluşumunu okurla paylaşmak isteği doğdu.

SANAT, SANAT YARATISI/YAPITI ve ZAMAN

Bir sanat yaratısını/yapıtını anlamak, kavramak, onun yaratıldığı zamanı anlamayı gerektirir.
Her sanat yaratısı, ortaya çıktığı zamanın izlerini taşır.

Sanatçıları etkileyen sanat akımları, düşünürleri var eden felsefi akımlar, hepsi yaşanan toplumsal sürecin ürünüdür. Onlar kendilerinden önceki oluşumların izlerini taşırlarken, kendi zamanlarının ruhunu yansıtır, damgasını vururlar ve kendilerinden sonra doğacaklara gebedirler. Genellikle kendilerini yaratan bir önceki başat akıma tepkiyi içerirler.

DADACILIK (Dadaizm), Birinci Dünya/Paylaşım Savaşının getirdiği yıkıma, ölümlere, kıyıma, acılara tepki olarak doğar. İnsanlığa dayatılan böyle bir hayatın anlamsızlığı sorgulanır.
Dadacılık, doğaya, sanatta kural tanımazlığa yönelir, estetik kaygısını, bütün burjuva değerlerini reddeder. İnsanlığın başına bu belaları açan aklın karşısında “SAÇMA” yüceltilir. Çünkü, SAÇMA; evrenin, doğanın işleyişine yakındır. İnsan aklı ancak kötülükleri üretmektedir. Bu nedenle felsefi bağlamda HİÇÇİLİĞİ (Nihilizm) içerir. Akıma adını veren DADA sözcüğünün bile anlamı yoktur. Sözlüğü açıp rastgele bulunan bu sözcük, akımın adı olur. LOUİS ARAGON’un sanat yaşamı işte bu akımın içinde başlar.

1922 yılına gelindiğinde, Dadacılık ve “SAÇMA” ömrünü tamamlamakta, sanatçılar artık GERÇEKÜSTÜCÜLÜĞE (Sürrealizm) yönelmektedir. Sigmund Freud’un psikiyatride geliştirdiği kuram ilgi görmeye başlar. Freud’un, ruhsal yapıyı, id/ego/süperego temelinde yapılandırması, düşler ve serbest çağrışım yoluyla bilinçdışını keşfetmesi, insan davranışlarında id ve libidonun belirleyici rolünü psikanalizle ortaya çıkarması yepyeni bir gelişmedir.

Bunun sonucunda sanatçılar, sanatın her dalında bilinçdışını, bilinç akışını kurcalamaya yöneldiler. Maskeli insan yerine, bilinçdışında sınır tanımadan dolaşan insanı ortaya çıkarmaya çalıştılar. Orada; akıl, etik, erdem gibi kavramlar ve çeşitli kurallarla kuşatılmış insan yerine, güdülerinin itimiyle dağılmış, sınır tanımaz bir acayip özgür insanı gördüler, şaşırdılar. Salvador Dali’nin ve Picasso’nun resimlerini anımsayalım.

GERÇEKÜSTÜCÜLÜK, bilinçdışında kendi krallığını kurmuş olan, bu ele avuca sığmaz, sınır tanımaz insanın sesi olmak istedi.

1928 yılında ise resimde, edebiyatta, müzikte egemenlik sürdüren bu akım, sarsılmaya başladı. Çünkü Birinci Dünya/Paylaşım Savaşının yaralarını sarmaya fırsat bulamadan, başka bir tehlikenin, faşizmin ayak sesleri duyulmaya başlandı.

Savaşın nasıl bir ölüm, kıyım ve sömürü aracı olduğunu çok yakında deneyimlemiş, kavramış olan sanatçılar, düşünürler, Sovyet Devriminin de etkisiyle savaş ve sömürüye karşı çıktılar. Ezilenden yana saf tutup özgürlük ve eşitlik arayışına yöneldiler. Çünkü onlar, bilinçdışında darmadağınık, çırılçıplak koşturan insanla uğraşırken büyük tekeller/büyük sermaye, militarist güçler ve onların uydusu hükümetler, dünyayı yeniden paylaşmanın hazırlıklarını yapıyorlardı. Düşünen kafa, duyarlı yürek, buna nasıl göz yumardı?

1928 yılında, Louis Aragon, gerçeküstücülük denizinde kulaç atarken, Sovyet Devriminin ateşinden kopup gelen, devrimin büyük şairi Mayakovski’yi tanıyıp, ona duyduğu karşılıksız aşkın yıkımını gururlu bir gizemle taşıyan Elsa Triolet ile karşılaşır. Elsa, kendisi yerine, evli kardeşi Lili Brik’e aşık olan Mayakovski’ye duyduğu aşkı, bir Fransız subayla evlenerek unutmaya çalışsa da bu evlilik yürümez, iki yıl sonra ayrılır. Artık duldur, aşka öfkeli, erkeklere güvensizdir. Bu koşullarda gerçekleşen tanışmada, Aragon derhal aşka düşse de Elsa için duyguların aynı olduğu su götürür doğrusu.

1939’da evlenirler. 1928’de başlayan bu birliktelik, 1970’te Elsa’nın ölümüne kadar sürecektir. Birlikte Fransız Komünist Partisi’nin ön saflarında yer aldılar. Fransa Direniş Hareketinin örgütlenmesinde de en öndedir Elsa-Aragon çifti.

Bu birliktelik boyunca Elsa hep Aragon’un esin kaynağıdır. Aragon’un aklı ve yüreği, zamanının tehlikeleri, acıları, özlemleri, umutları, umutsuzlukları, yıkımlarıyla kavrulur ve özlediği dünyaya kavuşmak için savaşım verirken, Elsa da, bütün bunları hisseden, yaşayan, savaşan, mavinin her tonuna boyanan gözlerinde içselleştirip taşıyan bir figürdür Aragon’un şiirinde. Elsa, şairle bütünleşmiş, ulaşılan olmuştur ama yine de ulaşılmayan arzunun gizemli simgesidir hep.

Sevgili okur, şimdi, akıl akıla, yürek yüreğe verip AŞK ŞİİRLERİNİN ANATANRIÇASI Elsa’nın Gözleri’ne birlikte eğilelim, bakalım neler göreceğiz, neler hissedeceğiz...

ELSA’NIN GÖZLERİ

I.
Senin gözlerin öyle derindir ki içmek için eğildiğim an
Tüm güneşlerin aynanda bakışmaya koşturduğunu
Tüm umutsuzların ölmek için oraya daldığını gördüm
Gözlerin o kadar derindir ki orada kaybolur belleğim

Su...Yaşamın kaynağı...Aragon, susuzluğunu gidermek, yaşamak için yaşamın kaynağına eğilir. Önce suyun derinliği, sonra da gördükleri Aragon’u şaşkına çevirir. Karşısında masmavi, kocaman, derin bir ayna vardır. Tüm evreni yansıtan bir ayna.

Evrendeki güneşler bile şaşkın şaşkın birbirine bakıp “Nedir bu, nedir bu?” diye sorarlarken görüntüleri o aynaya yansır. Koşturup bir de orada bakışmak isterler. Oradaki, başka bir evren mi, yoksa içinde yaşadıkları evren midir? Gözler; yaşamın ikinci kaynağı güneşi/güneşleri de çeker derinliğine. Sanki gözler evren, evren gözlerle özdeştir. Öylesine sıcak, ısıtıcı ve yakıcıdır onlar.

1942. Kan, ateş, barutla kavrulan karmakarışık dünya, yaşam sevincini, umutlarını acılarda tüketmiş insanlarla doludur. Ölümü tek kurtuluş olarak gören bu umutsuz insanlar, ölmek için o derin sulara atarlar kendilerini.

O mavi gözler; içilince hayat veren durgun bir sudur, tüm evreni içine çeken kocaman bir aynadır, acıların tükettiği insanları ölüme çeken bir derinliktir. İşte bunları gören şairin, tüm yaşanmışlıklarını, deneyimini, bilgisini taşıyan BELLEĞİ, o derinlik ve içselleştirdiği çeşitlilik karşısında şaşkınlıktan yok olur, yitip gider.

Dörtlükte kullanılan dil, ses benzeşmeleri, eylemlerdeki çatı, zaman özellikleri, mecazlar, eğretilemeler yoluyla her nen kişilik kazanıyor, deviniyor ŞİİRDE. Tüm bunlar, bizi, yirmi yedi sözcüğe sığdırılan bir dünyaya çekiyor. Aragon’un ozan soluğunu, şair işçiliğini, çevirmen ozanımız, medyum sesiyle üflüyor, yansıtıyor bize.

Şiirin içine daldıkça, şiirsel anlatım, anatemayı besleyen nice temacık yardımıyla, her dörtlükte başka bir büyünün gizemine çekiyor.

II.

Kuşların gölgesinde çalkantılı okyanustur onlar
Derken birden güzel havalar yükselir ve değişir gözlerin
Meleklerin önlüğünde bulutları yontar yaz
Buğdaylar üstünde bile gök asla böyle mavi olamaz

Gözkapakları/kuşların gövdesi, kuşların kanatları ise kirpiklerdir. Bunların gölgesindeki mavi gözler, kuşlar kanat çırptıkça daha da büyür, çalkantılı, korkutucu, hırçın bir okyanusa dönüşür. O okyanus, kendisine öylece, ürkek bir ilgiyle ama aşkla bakan birini farketmiş olmalı ki, birdenbire o evrende hava değişir, güzelleşir, yumuşar, durulur. Belki artık bakışmaktan yorulmuş, şaşkınlıklarını gidermiş güneşler, asıl işlevlerine dönüp ortalığı ısıtmaya başlamışlardır.

“Meleklerin önlüğünde bulutları yontar yaz”...İyilik melekleri, önlüklerini açıp yaza yardım ederler. Yaz, sıcaklığını yeryüzüne yollarken, engel olan kara bulutları, meleklerin önlüğünün içine yolluyor ki aşağıya saçılıp kendi parlaklığını bozmasınlar. Bu yansımayla en güzel, en pürüzsüz yaz mavisine dönüşür gözler. “Buğdaylar üstünde bile gök asla böyle mavi olamaz.”

Evrendeki değişim, gözlerde de yaşanmaktadır. Çünkü o gözler evren, evren de o gözlerdir.
Bakışıp koşturan güneşler, önünde önlükle mutfakta uğraşan anne gibi melekler ve yontucu yaz insanlaşırken, insan da melekleşir, güneşleşir, yazlaşır. Şiirde, her nen devinir durur, capcanlı, cıvıl cıvıl...

III.

Rüzgârlar boşuna kovalar gök mavisinin elemlerini
Bir gözyaşı parladığında mavilikten çok daha aydınlanır
Yağmur sonrası kıskançlıkla çatlatır gözlerin gökyüzünü
Kırıldığında bile cam asla böyle mavi olamaz

Elemle/acıyla bulutlanır, kararır gök mavisi gözler. O büyük, derin elemi dağıtmaya rüzgârların bile gücü yetmez. O karanlığı, elemi, ancak insanlığın çektiği acılar için yağmur gibi yağan gözyaşları dağıtır.

Savaş, Nazilerin oluşturduğu ölüm kampları, kıyım...Gözler, bütün bu olup bitenler için ağlarken, korkup sinmek yerine, direnişin ön saflarında acıyı duya duya verilen savaş, gözyaşlarının aydınlatıcı yanıdır. Bu yağan acı yağmuru dindiğinde, duyulan huzurun mavisi, gökyüzünün mavisini kıskandıracak kadar berraktır. Camın kırılmasıyla saçılan kristallerin mavisi bile acı yağmuruyla yıkanmış gözlerin parlaklığı ve şeffaflığı ile boy ölçüşemez.

IV.

Yedi Acıların Anası ey ıslak ışık
Yedi keskin kılıç deldiler renkler prizmasını
Ağlayışlar arasında biten gün çok daha dokunaklı
Siyahla açılan iris yas tutmaktan çok daha maviş

Elemin yarattığı, ezilen insanlık için dökülen gözyaşları kutsaldır. Tıpkı, “Yedi Acıların Anası” Meryem’in yedi büyük acıyı yaşarken döktüğü gözyaşları gibi.

Katolik inanca göre; doğum kehaneti (Meryem’in gebeliğinin anlaşılmasıyla, tutucu Yahudi toplumunda doğan kuşku ve Meryem üzerinde oluşan baskının onda yarattığı acı), Mısır’a kaçış, çocuk İsa’nın kayboluşu, haçı taşıma, haça gerilme, üç gün haçta kalma ve mezara konma olmak üzere yedi büyük acı yaşar Meryem, gözyaşları döker. Yine katolik inancında, bu acılar, ikonlarda, resimlerde Meryem’e saplanan “Yedi Keskin Kılıç”la simgelenir.

Bugün, savaşın yarattığı acı da insanlığın bağrına saplanmış “Yedi Keskin Kılıç” gibidir. İşte bu ağlayışlarla biten gün/geçen zaman, çok daha dokunaklı, kalıcı izler bırakır. Acıyla, korkuyla (siyahla açılan), yaslarla büyüyen gözbebeğini çevreleyen renkli halka(İris) şimdi çok daha maviş.

21.03.2011
Vildan Sevil 

 
Toplam blog
: 102
: 882
Kayıt tarihi
: 07.06.11
 
 

1949 İstanbul doğumluyum. Emekli edebiyat öğretmeniyim. Çeşitli edebiyat sitelerinde, çeşitli kon..