Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Mayıs '14

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Bir Belçika macerası (2) / Brugge

Bir Belçika macerası (2) / Brugge
 

Jan van Eyck heykeli, Brugge


Brugge şehri hiç kuşkusuz Belçika'daki en güzel şehirlerden biridir. 16 Ekim 2013 Çarşamba akşamı ülkenin başkenti Brüksel'den bindiğimiz trenle Brugge şehrine ulaşıyoruz. Bu şehirde Hotel Botaniek isimli küçük bir otelde konaklayacağız. Brügge'de hava kararmış ve otelimizi çoğu zaman işimize yarayan "sora sora Bağdat bulunur" yöntemiyle bulacağız. Brugge'de tren garından şehir merkezine doğru yürüyoruz. Otelimizin şehir merkezine çok yakın olduğunu biliyorum. Bir kafenin önünde sohbet eden iki genç bayan görüyoruz ve onlara "Hotel Botaniek nerede biliyor musunuz?" diye soruyorum. Bayanlardan biri cep telefonundan internete girerek oteli buluyor ve yolu bize tarif ediyor ancak yaptığı tarif çok uzun, aklımda tutmama imkan yok. Genç bayana teşekkür edip, tarif ettiği yöne doğru yürüyoruz. Birkaç dakika sonra bir üç yol ağzına varıyoruz. Eşime "Burada hangi yöne gidecektik?". Brugge sokaklarında kaybolduk iyi mi? Sokaklar bomboş. Bundan sonra altıncı hissimize uyarak yolu bulmaya çalışacağız. "Füsun, biz az önce bu binanın yanından geçmemiş miydik?" "Binaların hepsi birbirine benziyor!" Uzunca bir yürüyüşten sonra birkaç açık restoranın bulunduğu bir meydana varıyoruz. Restorandaki garsonlara yol tarifi soracağız artık. Garsonlar otelin adını ya da bulunduğu sokağı daha önce duymamışlar anlaşılan. Altıncı hissimizi dinlemeye devam. Bir süre daha yürüdükten sonra karşı yönden gelmekte olan iki turist görüyoruz; ellerinde bir harita, onlar da bizim gibi bir adres arıyorlar. Elinde harita bulunan genç adama soruyorum: "Birader haritanı biraz kullanablir miyiz? Kalacağımız oteli bulamıyoruz da!" Adam Amerikan aksanıyla cevap veriyor "Tabii ki kullanabilirsin." Adamdan haritasını alıyorum. Bir yandan da köşede bulunan bir binanın üzerindeki sokak tabelasına bakarak, tabelada yazılı sokağın ismini okuyorum. "Önce şehrin neresinde olduğumuzu bir bulayım. Sizi de bekletiyorum birader." "Acele etmeyin. Biz bekleriz." "Buldum, otelimizin bulunduğu Waalsestraat'a nasıl gideceğimizi anladım. Çok teşekkür ederiz. Bize büyük bir iyilik yaptın birader!" "Sorun değil, böyle şeyler hepimizin başına gelebilir. İyi akşamlar ve iyi tatiller." "Size de." Birkaç dakikalık bir yürüyüşten sonra önce otelimizin bulunduğu sokağa ve daha sonra da otelimize ulaşıyoruz. Otel resepsiyonistine ilk sözüm "Ya kardeşim oteliniz ne sapa bir yerdeymiş. Burayı bulana kadar akla karayı seçtik." "Otelimizi bulmak için zahmet çekmenizden dolayı çok üzgünüm. Şu andan sonra herhangi bir sorun yaşamamanız için elimizden geleni yapacağız." Odamıza yerleştikten sonra şehir merkezinde bulunan Quick isimli bir fast food dükkanında karnımızı doyuruyoruz. 

17 Ekim 2013 Perşembe. Sabah erkenden kahvaltı yapmak için otelimizin kahvaltı salonuna iniyoruz. Kahvaltı konusunda da çok şansımız yok malesef. Kahvaltı çeşitleri yetersiz. Artık başa gelen çekilir. Kahvaltı yaptıktan sonra otel resepsiyonistinden bir şehir haritası alıyor ve şehri gezmeye başlıyoruz. Hemen otelimizin yakınında bulunan Jozef Suvéestraat sokağı üzerinde vitrininde The Fanatic Collectors yazılı bir mağaza dikkatimizi çekiyor. Mağazanın vitrininde çok sayıda polis şapkası var. Hikayesi şöyle: Emekli polis başkomiseri Paul De Munster meslek hayatı boyunca tanıştığı yabancı polis memurlarından 728 adet polis şapkası toplamış. İşte mağazanın vitrininde sergilenenler bu polis şapkaları. Aslında bu mağaza Modular Lighting Instruments isimli Belçikalı bir aydınlatma ürünleri firmasının mağazası. Mağaza Brugge'deki mağazasının vitrininde kendi ürünleri yerine bir emekli polis başkomiserinin şapka kolleksiyonunu sergiliyor. İlginç bir yaklaşım.

Brugge sokaklarındaki gezintimizde bir sonraki durağımız şehrin balık pazarı olan Vismarkt. Burası Bruggeli balıkçıların yüzyıllardır Kuzey Denizi'nde yakalanan balıkları Brugge halkına sattıkları bir mekan. Vismarkt'ta birkaç balıkçı tezgahı açık ve bu tezgahlarda çoğu yabancısı olduğumuz çeşit çeşit balıklar ve istiridyeler var. İlk kez gördüğümüz balıkların hepsine teker teker alıcı gözüyle bakıyoruz. Etrafımızda Brugge'nin kırmızı tuğlayla inşa edilmiş birbirinden güzel binaları, Brugge'nin Arnavut kaldırımlı sokaklarında yürümeye devam ediyoruz. Şehirde hava kapalı ancak henüz yağmur yağmıyor. Şehirdeki kanallardan birinin üzerindeki köprüde durup etrafı seyre dalıyoruz. Kanalda içi tıka basa turist dolu üzeri açık bir tur teknesi bulunduğumuz köprüye doğru yaklaşıyor. Teknedeki turister bize "Heeey!" "Merhaba!" "Selaaam!" diye bağırıyorlar. Türk olduğumuzu anlamıyorlar sanırım. Öylesine bağırıyorlar. Köprü üzerinden ben de "Merhabaaaa!" diye bağırıyorum. Teknedeki Türk turistler Brugge'de kendileri gibi başka Türk vatandaşları gördükleri için çok seviniyorlar. "Türkiye! Türkiye!" diye tezahürat yapanlar bile oluyor aralarında. Brugge'de bu karşılaşma hoş bir tesadüf oluyor bizim için. Köprüyü geçip şehir meydanına doğru yürürken bir binanın ihtişamlı kapısı dikkatimizi çekiyor. "Füsun, ben şu kapının önünde durup kapıyı çalıyor gibi poz vereyim, sen de bir fotoğrafımı çekiver." diyorum eşime. Ben tam kapıyı çalıyor gibi poz verirken birden kapı açılıveriyor ve içeriden Bruggeli bir bayan kafasını uzatıyor. "Aaa pardon, fotoğraf mı çektiriyordunuz. Ben içeri gireyim, siz rahat rahat fotoğraf çektirin." Ne anlayışlı bir kadın. Karşıdaki bir binanın çatısında bulunan sarı yaldızlı heykeller bizi seyrediyorlar.  Biraz yürüdükten sonra Brugge Belediye Sarayı binasına ulaşıyoruz. Brugge şehri 600 yıldan uzun bir süredir bu etkileyici binadan idare ediliyor. Binanın bolca fotoğrafını çekiyoruz.

Brugge şehri alışveriş meraklıları için de bir cennet gibi. Sokaklarda dolaşırken birbirinden güzel mağazalar görüyorsunuz. Brüksel'de bir şubesini gördüğümüz La Belgique Gourmande'nin burada da bir şubesini görüyoruz. Biraz ileride Kathe Wohlfahrt isimli Noel süsleri satan bir dükkan, vitrini çeşit çeşit süslerle dolu. Dükkanın kapısında küçük sepetlere yerleştirilmiş çam ağaçları. Biraz daha ileride dünyanın en eski deri imalatçılarından Delvaux'un mağazası var. Delvaux 1829 yılında Brüksel'de kurulmuş bir firma. Vitrinde harika deri çanta ve cüzdanlar var. Parası bol olanlara duyurulur. 

İşte geldik Brugge'nin çarşı meydanı olan Markt'a. Bir yanımızda şehrin belli başlı sembollerinden biri olan tarihi Belfry (Belfort) çan kulesi. 83 metre yüksekliğindeki kule 1240 yılında inşa edilmiş. Günümüzde Belfry çan kulesi 47 adet çan içeren çalar saatinin hoş melodileriyle şehrin ziyaretçilerini selamlıyor. Bir yanımızda başlarını yukarı çevirmiş, Belfry çan kulesine hayranlıkla bakan bir grup Uzakdoğulu turist. Bir yandan rehberlerini dikkatle dinliyorlar. Meydanın tam ortasında Jan Breydel ve Pieter de Coninck'in bir heykeli var. Bu iki şahıs tarihe Altın Mahmuzlar Savaşı (The Battle of Golden Spurs) olarak geçen savaşın kahramanları. Bu iki adamdan Jan Breydel bir kasap, Pieter de Coninck ise Bruggeli bir dokumacı. Yıl 1302. Bu adamları kahraman yapan olay kısaca şu: Belçika'nın Flaman bölgesine günlük kullanılan dilde insanlar Flanders diyorlar. Brugge, Antwerp, Leuven, Genk ve Mechelen gibi ülkenin önemli şehirleri bu bölgede bulunuyor. Her neyse, Fransa Kralı IV. Philip (1285-1314) Belçika'daki Flanders bölgesini ilhak etmek istiyor. 1300 yılında Jacques de Chatillon isimli şahsı bu bölgenin yöneticisi olarak atayarak bu isteğini bir ölçüde gerçekleştiriyor. Flanders bölgesi halkı Fransız egemenliğinde yaşamak istemiyor. Hal böyle olunca yöre halkı ile Fransızlar arasında bir savaş kaçınılmaz oluyor. 11 Temmuz 1302 günü Fransa kralının gönderdiği Fransız şövalyelerden oluşan bir ordu ile Brugge önderliğindeki asi Flanders kasabalarının sıradan insanlarından oluşan bir ordu Kortrijk'de karşı karşıya geliyor. Savaşta, arazi şartlarının da etkisiyle, zira Flamanlar savaş için bataklık bir bölgeyi seçiyorlar, Fransızlar ağır bir yenilgiye uğruyorlar. Savaş sırasında Flamanlar birçok Fransız şövalyeyi öldürüyorlar ve çok sayıda şövalyenin altın mahmuzunu savaş ganimeti olarak ele geçiriyorlar. Bu savaşın ismi bu yüzden Altın Mahmuzlar Savaşı. Aslında Flamanlar esir edilen şövalyelere karşı fidye istenebileceği yönündeki askeri kuralı bilmediklerinden bu şövalyeleri öldürüyorlar. Adamları öldürmeseler iyi fidye alırlarmış. İşte kahramanlarımız Jan Breydel ve Pieter de Coninck bu savaşın en ön saflarında savaşan iki Flaman. Eee haliyle Brugge şehrinin meydanında bu iki adamın heykelinin bulunması tesadüf değil. 

Meydanda çok sayıda fayton var, faytonlara koşulu atların hepsi besili. Faytoncular müşterilerini yağmurdan korumak için bir de mavi branda çekmişler faytonlarının üzerine. Faytonların hemen yanında Uzakdoğulu bir genç kız, sırtında sırt çantası, sağ elinde fotoğraf makinesi ve sol eliyle peluş oyuncak ayısını tutmuş bulunduğu yerde döne döne ayısının Brugge'deki belli başlı binalar ve heykellerle birlikte fotoğraflarını çekiyor. Kız ayısının epeyce bir fotoğrafını çektikten sonra ayısıyla birlikte selfie çekme faslına geçiyor. Genç kız selfie fotoğraflarına meydandaki faytonlara koşulu atları da eklemeyi ihmal etmiyor ancak kız birkaç fotoğraf çektikten sonra atlar huysuzluk yapmaya başlıyor. Bir Uzakdoğulu kızı selfie çekimiyle başbaşa bırakıp gezmeye devam ediyoruz. Yalnız kız atların biraz daha fotoğrafını çektiyse kesin çifteyi yemiştir atlardan birinden.

Meydanı çevreleyen binalardan birinin ön cephesinde çatıya yakın bir yerde pusula şeklinde bir saat var. Bu saat binaya çok farklı bir görünüm katmış.Meydanda bulunan Provinciaal Hof op de Markt (Bölge Mahkeme Binası) güzel bir gotik bina. Bu binanın fotoğraflarını çekerken birden önceki akşam bizimle haritasını paylaşan  Amerikalı gençle karşılaşıyoruz. Amerikalı önce davranıyor "Günaydın. Akşam otelinizi buldunuz mu?" "Günaydın. Bulduk, bulduk. Senin harita olmasaydı bulamazdık gerçekten. Tekrar teşekkürler." Amerikalı gençle biraz sohbet ediyoruz. Bize nereli olduğumuzu soruyor. "İstanbul'dan geliyoruz. Türküz." "Öyle mi? İstanbul çok güzel bir şehir. Gelecek ay İstanbul'a geleceğim." "Hayırdır, gezmeye mi geleceksin birader?" "Ben Afganistan'da çalışıyorum. Afganistan'a İstanbul üzerinden aktarmalı uçuyoruz. İstanbul'da bir gece kalacağım gelince." Anlaşılan bizim Amerikalı asker ancak açıkça asker olduğunu söylemiyor. "İstanbul'a yolun düşünce buyur bir çayımızı iç birader." "İnşallah." Amerikalı bildiğimiz şekilde Türkçe "İnşallah" diyor. "Birader nereden öğrendin bu sözcüğü?" "Afganistan'da görev yaptığımı söylemiştim az önce." Dünya küçük. Amerikalı bize iyi tatiller diliyor, biz de ona iyi tatiller diliyoruz ve şehri gezmeye devam ediyoruz. Hava iyice kapıyor. Yağmur ha yağdı ha yağacak...

Geldmuntstraat üzerinde yürüyoruz. Biraz yürüdükten sonra eşime sesleniyorum "Füsun bak şuradaki dar sokak şirin bir meydana açılıyor. Gel bir bakalım." O dar sokağın ismi Muntpoort. Bu sokaktan Muntplein isimli küçük bir meydana çıkıyoruz. Muntplein ağaçlarla çevrili sakin bir meydan. Meydanın ortasında bir heykel var. Heykel Burgundy'li Mary'nin at üstünde bir heykeli. Heykelin ismi Flandria Nostra. Heykel 1901 yılında Belçikalı heykeltraş Jules Lagae tarafından yapılmış. Burgundy'li Mary kim acaba? Neden bu meydana kadıncağızın at üstünde bir heykelini koymuşlar? Biraz araştıralım. Çok ilginç bir hikayesi var. Mary 13 Şubat 1457 tarihinde Brüksel'de Burgundy Dükü Cesur Charles'ın tek çocuğu olarak dünyaya geliyor. Dükün tek çocuğu olması nedeniyle büyük bir servetin tek varisi ve bu yüzden bazen kızcağız Zengin Mary diye de adlandırılıyor. Mary babasının sahip olduğu Burgundy ve çevresindeki toprakların da tek varisi dolayısıyla birçok prens hem zengin bir eş adayı olduğu için hem de topraklafrını genişletmek için onunla evlenmek istiyor. Kızın babası 5 Ocak 1477'de Nancy Savaşı'nda hayatını kaybettikten sonra Fransa Kralı Louis XI ülkesini genişletmek adına oğlu Charles'ı Mary ile evlendirmek istiyor ancak Mary bu isteğe icabet etmiyor. Mary topraklarının Hollanda'ya bağlı kalmasını tercih ediyor. Mary 18 Ağustos 1477 tarihinde Gent şehrinde Avusturya Arşidükü Maximilian ile evleniyor. Evlilikten önce Arşidük Maximilian evlilik sözü olarak o zamana kadar dünyada eşi görülmemiş bir şey yapıyor ve Mary'ye pırlantalı nişan yüzüğü takıyor. Yüzük Mary ablamızın isminin baş harfinin elmaslarla süslü olduğu bir yüzük. Yani bugünkü o tek taş pırlantalı yüzük adeti bu Mary ablamız yüzünden çıkmış. Mary ve eşi Maximilian avlanmayı çok seviyorlar ve bir gün yine onlar avlanırlarken Mary'nin atının ayağı takılıyor ve at Mary'yi üzerinden atıyor. Sırt üstü yere düşen Mary bir daha kendine gelemiyor ve bir süre sonra henüz 25 yaşında iken hayatını kaybediyor. İşte böyle acıklı bir hikayesi var Burgundy'li Mary'nin. "Füsun, şöyle benim Burgundy'li Mary ile bir fotoğrafımı çekiver bakayım." Eşim benim fotoğrafımı çekerken ben de Mary'nin atına şöyle bir el ense çekiyorum. Bu sırada gökyüzü de daha fazla tutamıyor kendini ve zırıl zırıl ağlamaya başlıyor.

Brugge'de bardaktan boşanırcasına bir yağmur. Sokaklardaki insanlar yağmurdan korunmak için sağa sola koşuşturmakla meşgul. Eşime "Sokağın başındaki kafeye girelim. Haydi acele edelim." diyorum. Muntplein'e çıkan Muntpoort sokağı 8 numarada bulunan Merveilleux isimli kafeye giriyoruz. Kafenin internet adresi şöyle: www.merveilleux.eu. Kafede bizden başka müşteri yok. Kafede iki adamcağız var, sahipleri olsa gerek. Birisi pasta, kek v.b. birşeyler süslemekle meşgul, diğeri masaların tozunu alıyor. "Hoş geldiniz." "Hoş bulduk. Çayınız var mı?" "Olmaz mı. Hem de alası var. Çay içmek istiyorsanız tam yerine geldiniz." "O zaman biz siyah çay alalım." "Derhal hazırlıyorum." Yaklaşık on dakika sonra adam bize iki ayrı tepsi getiriyor. Tepsinin içinde bir pırıl pırıl parlayan bir gümüş demlik, kaliteli bir Çin malı çay fincanı, bir kurabiye ve bir çeşit kremalı tatlı. Çayı doldur doldur iç. Merveilleux'da enfes çayımız eşliğinde güzel bir sohbete dalıyoruz eşimle birlikte. Tatlısı, kurabiyesi, çayı, hepsi dört dörtlük. Brugge'ye yolunuz düşerse bu kafeye mutlaka gitmenizi tavsiye ederim. Bir süre sonra yağmur diniyor. Hesabı ödüyoruz ve tam kafeden ayrılmak üzere iken kafenin sahiplerinden birine soruyorum "Şu demlikleriniz dikkatimi çekti. Türkiye'den mi aldınız onları?" "Hayır hayır. Biz o demlikleri özel olarak İtalya'da imal ettiriyoruz." "Bizim ülkemizde de bunun gibi demliklerden çok var." "Nerelisiniz siz?" "Türkiye. İstanbul'dan geldik." "Eminim sizin ülkenizde de çok güzel demlikler vardır. Ülkenizde çayın çok içildiğini biliyorum." Kafe sahibine teşekkür edip kafeden ayrılıyoruz ve tekrar şehir meydanına dönüyoruz.

Markt yakınlarında biraz çikolata satın alıyoruz ve daha sonra otelimize dönüp eşyalarımızı alarak tren garına gitmek üzere yola çıkıyoruz. Tren garı biraz uzakta olduğu için meydandan belediye otobüsüne biniyoruz. Otobüse bindikten sonra ters yöne gitmekte olduğumuzu fark ediyoruz. Tren garına giden değil, tren garından gelip Brugge'nin adını şimdi hatırlayamadığım bir semtine giden otobüse binmişiz. Otobüsten ilk durakta iniyoruz. Otobüsten indiğimiz yerde Belçikalı ressam Jan van Eyck'in bir heykeli var. Zaten semtin ismi de Jan van Eyckplein. İyi ki yanlış otobüse binmişiz. Yoksa bu güzel semti göremeyecektik. Jan van Eyck  1390-1441 yılları arasında yaşamış, erken Hollanda okulunun en önemli ressamı. Eyck'in heykelinin birkaç fotoğrafını çekip, otobüs durağında beklemeye başlıyoruz. Başlarında öğretmenleri olduğunu düşündüğümüz birer büyük eşliğinde dörder beşer küçük çocuktan oluşan çeşitli gruplar Eyck heykelinin önüne gelip duraklıyor ve ellerindeki bir kağıdı işaretleyip yollarına devam ediyorlar. Hepsinin elinde birer kroki, Brugge şehrini geziyorlar. Merak ettim ne yaptıklarını. Bir sonraki grubun öğretmenine soracağım. Tam bu sırada dört çocuk eşliğinde bir bayanın bize doğru yürüdüklerini görüyorum. Bayana soruyorum "Merak ettim. Ne yapıyorsunuz acaba?" "Biz Brugge'ye 20 kilometre uzaklıkta bir kasabada yaşıyoruz. Ben çocuklardan birinin annesiyim. Veliler olarak birer öğrenci grubunun sorumluluğunu alıyoruz ve onlara bir plana bağlı kalarak Brugge şehrini gezdiriyoruz. Şehirde görmeleri gereken noktalar ellerindeki krokide işaretli. Her bir noktaya ulaşınca krokideki o noktaya ulaşıldığı anlamına gelen bir işaret  yapıyoruz." "Çok teşekkür ederim, bizi aydınlattınız." "Ne demek, size Belçika'da iyi bir tatil diliyorum." Belçikalı kadın ve yanındaki çocuklar şehir gezilerine devam ediyorlar. Biz otobüsü beklemeye devam ediyoruz. Birkaç dakika sonra ama bir genç kız bastonu yardımıyla otobüs durağına geliyor ve durakta beklemeye başlıyor. Kız bir otobüs sesi duymuş olacak, köşe başında herhangi bir araç görünmemesine rağmen otobüsün geleceği yöne doğru kulak kabartıyor. Gerçekten de bir müddet sonra bir otobüs geliyor. Bu gelen bizim beklediğimiz otobüs değil. Ama kız da bu otobüse binmiyor. Hiç kimseye bir şey sormadan bunun kendi otobüsü olmadığını anlıyor. Gerçekten çok ilginç. Bir sonraki otobüs bizim otobüs. Ama kızcağız bizden önce otobüse biniyor. Kimseye otobüsün nereye gittiğini falan sormuyor. Biz de otobüse binip tren garına gidiyoruz. Antwerp'e giden ilk trene bineceğiz.

 

 

 
Toplam blog
: 42
: 1065
Kayıt tarihi
: 13.11.12
 
 

1995 yılında İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi İngiliz Dili Eğitimi Bölümü'nde..