Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Mart '08

 
Kategori
Öykü
 

Bir çocuk, bir yer ve bir ezgi

Bir çocuk, bir yer ve bir ezgi
 

" O ezginin yeri"


Gün, bir iş günü, bir büyük kent merkezinde, doğadan onca uzak olsa bile, mevsim bir baharın daha eşiğinde, o ve gün ışığı içeridekilere göz kırpmakta... İçeride, bir odada, küçük bir pencerenin ardında, dört duvar arasında, hem kararan ruhları hem de hareketsiz bedenleri sıkıldıkça sıkılan dört insan oturmakta... Odanın kapısı açılır, içeriye on ila on bir yaşlarında, ay yüzlü, hafif yanık ama beyaz tenli, masum ifadeli fakat akıllı ve keskin bakışlı bir çocuk girer... Bahar güneşi ışınları gibi uzun kirpiklerini kırparak. “Hoş geldin, nasılsın, adın ne senin bakıyım?” sorusuna, nazik bir "teşekkür ederim, iyiyim” ifadesinden sonra gelen ve ismini içeren yanıt, değişik tonlarda da olsa birdenbire kızartır yüzlerini odadakilerin, dördünün de!

Birisi, kuralların esnekliklerine sığınarak yaptığı birkaç iş karşılığı aldığı “değerli hediyeler!” nedeniyle, diğeri benzeri durumlara tanık olup hiçbir zaman ses çıkar(a)madığı için, üçüncüsü iş yerinde sürekli laf üretip onun dışında hiçbir şey üretemediğini anımsadığından ötürü kıpkırmızı olmuşlardır. Aynı odada bulunan dördüncü çalışan da, ateşli ideallerinin kontrolsüz ateşini erken söndürüp miskin bir eda ile yıllarca o konforlu koltuğuna çakılı olduğu için kızarmıştır çocuk adını söylediğinde. Aslında dördü birden, içinde bulundukları durumların günahını kaderin boynuna geniş bir pirinç levha ile asıp rahatlamışlardı. Her işgünü sabahı karşılaştıkları o levhada yazılı tüm bu haller, sanki başkalarına aitlermişçesine yabancılaştıkları için kanıksadıkları pişkin konumları, o çocuk ismini söylediği anda rüzgâr karşısında hızla sönen bir mum alevi gibi süratle sönmüştü adeta. Bu işyeri kamu ya da özel hiç fark etmiyordu. Hizmet sektöründeydi. Gelişmişliği, dünyanın her yerinde gelişmişlik göstergesiydi iktisat ve işletme literatüründe.

Uzun kirpikli, masum yüzlü ve akıllı çocuk, yaz tatilinde birkaç haftalığına geldiği büyük kentteki akraba ziyareti sırasında amcasının ondan iletmesini rica ettiği bir zarf ile bir paketi odadakilerden birine saygılı bir ifade ile teslim ettikten sonra, yolunun uzak, zamanının da az olduğunu söyleyerek çıktı odadan. O odadan çıkarken sanki isminin ağırlığı altında oda ve içindekiler hep birlikte daha da küçülmüşlerdi. Odanın kapısı da küçülmüştü adeta. Fakat o çocuk eğilmedi, bükülmedi, zorla da olsa çıktı ve gitti oradan!

Çocuk odadan ılımlı bir nezaket içinde fakat aceleyle çıkarken cebinden halının üzerine düşen; düzgün kare şeklinde kesilmiş ve bükülü bir kâğıt parçası ilişti içeridekilerin gözüne. O alçak masalardan okunuyordu aslında üzerine büyük harflerle not edilen satırlar. Çıkarken ardında bıraktığı aydınlıkta net olarak okunabilen satırların ilkinde; “ Gerçek aydınlık ışık değil, bilgi, üretim ve onurdur “ derken, ikinci satırda “ Rüşvet etme, başka ihsan eylemem ” yazıyordu. Bu satırlar karşısında önce donup kalan odadakilerin hiçbiri, bir ikisi niyetlendiyse de eğilip alamadılar o notu yerden. Akşamüzeri fasoncu bir temizlik şirketinde, gün içi ikinci, kayıt dışı ve asgari ücret altı işine gelen hizmetli kadın, temizlik yaparken gördü ve aldı onu yerden. Özenle yeleğinin iç cebine koydu. Akşam evde, o kâğıt parçasını düşüren çocukla aynı yaşlarda olan ve aynı ismi taşıyan oğluna verdi. Bu çocuk da hafta sonları çalıştığı kaportacı dükkânının duvarındaki çatlak bir aynanın kenarına yapıştırdı o kağıt parçasını ustasının buruk ve bıyık altı tebessümü altında!

Çocuk ırak bir yerden geliyordu. O, insanların gün doğumuyla başlayıp gün batımına değin, alın terlerinin son damlasını da toprağa, suya akıtıp rüzgâra savurdukları, imece, dürüstçe, kardeşçe çalışıp üretimlerini ve yaşamlarını birlikte bölüştükleri bir kıyı kasabasından geliyordu. Orada dün, geçmiş, beraberinde taşıdığı değerlerle saygıyla anımsanıyor ve yaşatılıyor, yarınlar içinse çağdaş, bebeksi ve tertemiz süt kokulu umutlar heybelerde taşınıyordu. O yerde çevre vahşice talan ve tahrip edilmiyor, ziyarete gelen kent yorgunu, metropol yılgını turistler saygı, hoşgörü ve içten bir misafirperverlikle ağırlanıyor, kısa süreliğine de olsa ruhsal sağaltımları sağlanıyordu. Geceleri başlar bembeyaz, tertemiz, kuştüyü yastıklara ve bedenler lavanta kokulu bembeyaz çarşaflara onurlu bir yorgunlukla bırakılarak sona eriyor, kapılara kilit üstüne kilitler vurulmuyordu. Bu kıyı kasabasında neredeyse hiç kimse a-salakça yaşamıyordu. Orada sıkılanlar boş hapishanenin gardiyanı ile işsiz polislerdi. İlçenin yargıcı ve savcısı kendilerini sıkıntılı soruşturma ve kovuşturmalara değil, derin hukuk felsefesi okumalarıyla, öz disipline dayalı mesleki gelişimlerine adıyorlardı. Metropollerde, post-modern iş ve sosyal yaşamda artık tedavülden kalkmış bir “ değer ” ile anılıyordu ismi, bu yolu sapa, ulaşımı zor, çevre-doğa dostu modern tarım, balıkçılık ve sınırlı kültür turizmi ağırlıklı işlerin ana uğraşıyı teşkil ettiği kıyı kasabasının.

O hizmetli kadının okul dışı zamanlarda kaportacıda çalışan oğlu, o kağıt parçasını çatlak aynanın kenarına asarken, kasabanın genç ve idealist savcısı elindeki "O'na Katılmak..." ( Erol Toy ) kitabındaki bazı satırların altını çiziyordu "...teknik geliştikçe, sömürü hesapsız boyutlara ulaşmış...Üretenin angaryası, tüketenin iştahı, alanın hevesi, verenin çabası...Ezenin baskısı, ezilenin çığlığı ortalığı kasıp kavurmaya başlamıştır..."

O dört duvar arasında karartılı ruhları ve hareketsiz bedenleri sıkılan çalışanlar, arada bir sekreterden iki dosya istiyorlardı. Tesadüf bu ya! Dosyalardan birisi büroya gelen o çocuğun adını, diğeri ise geldiği bu sakin kıyı kasabasının sıfatını taşıyordu. Ne yazık ki, yıllar önce arşivlere kaldırılan bu iki dosya bir türlü bulunamıyor fakat her seferinde ısrarla ve tonu yükselen emir kipi seslerle daha da sık isteniyordu. Dosyaların her gelmeyişinde içlerinde, zihinlerinde çınlayan bir ezgi, onlara bu u-mutsuz bekleyişlerini katlanılabilir kılıyordu.

O masum ve gururlu, uzun kirpikli ve akıllı çocuğun amcası; “ şehir kızı ” aşkı uğruna geldiği eski, yedi tepeli bir imparatorluk başkentinin Anadolu yakasındaki sınırında yer alan bir tersanede, kayıt dışı işçi olarak çalışıyordu. Asgari ücretle, sosyal güvenliksiz ve kayıt dışı alın terini akıtırken yaşamını yitiren bir kader arkadaşından devralmıştı kaynak makinesini ve çekici. Sabırla perçinliyordu dev çelik levhaları. Bazen de hırsla vuruyordu çekicini hassas bağlantı noktalarına levhaların, kaderinin ve ülkesinin. Kendisinden öncekileri, kendisini ve yarınlarını düşündükçe yüreği sızlıyor, zihnini hüzün yüklü bulutlar kaplıyordu. Bıraksa kendini ve yarı feodal erkeksi direncini, önce zihni sonrası da gözleri yaş olup akacaktı paslı demirlerin ve acılı bir geçmişin üzerine. İşte böylesi anlarında bir ezgi takılıyordu zihnine. O ezgi, önce acısına gem vurup direncini artırıyor ve umut tohumları yerleştiriyordu zihninde hüzün bulutlarından boşalan alanlara. Onu dinlerken ezginin kendisi oluyordu adeta zihni ve ruhu. Çağımızın sanayi sektöründeki zorlu işinin yıkıcı seline karşı bir set kuruyordu kendince, kendi içinde. Diğer taraftan “Gelişmişler” durmaksızın devrediyorlardı riskli ve kirli sanayi dallarını “ azgelişmişlere “ giderek artan bir hızla, içeride " sanayileşiyoruz!", " gelişiyoruz!" denilirken her fırsatta!

İş halleri işte böyleydi “ hızla gelişen bir azgelişmiş ülkede”. Ya her geçen gün giderek artan “ işsizlik” ve “sosyal güvensizlik” halleri?

O rüya gibi çocuğun adı “ Onur ” , geldiği o düş kıyı kasabasının adı “ Mutlu köy ” ve o gerçek ezginin adı da “ Karlı kayın ormanı ” dır.


İ.Ersin KABOĞLU,

22 / Mart / 2008 , Ankara,

Fotoğraf: http://www.yakazaa.wordpress.com

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..