Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Temmuz '10

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Bir dosta mektup

Merhaba Recai,

Günün ilk saatleri; kar yağmış. Yollar hayli kaygan. Yavaş gidiyoruz. İçimizde tarifsiz bir heyecan. Değerli bir doktor arkadaşım var. Akşam onunla görüştük. Ona uğruyoruz önce. O bizi tekerlekli sandalye ile kadın doğuma gönderiyor. Bana, eşini bıraktıktan sonra kahvaltıya gel mutlaka, bekliyorum diyor. Ne mümkün, eşimle birlikte sancı odasına giriyorum. Yaklaşık yedi saat orada kalıyoruz. Suni sancı, ilaçlar kâr etmiyor. Bebek aşağı geleceğine yukarı gidiyor... Normal doğum istememize, doktorumuzun da bunu memnuniyetle karşılamasına rağmen sezaryene mecbur oluyoruz. İçimde kristal bir şeyler kırılıyor sanki. Buzdan kuleler yıkılıyor. Aklımda kalan yangın merdiveni gibi bir şey. Ameliyathaneye girerken eşimin gözlerinde yaşlar vardı. Benim de...

Sürekli boyut değiştiriyor elimdeki telefon. Yakınlarımıza doğum için hastanedeyiz derken sesim titriyordu. Ağlamamak için güç tuttum kendimi. İtiraf ediyorum çok güç oldu bu... Uzun zaman geçti, anlatılamayacak kadar uzun. Beklemek işkence gibi katlanılmaz bir şeydi. Yürümek, koşmak, avazım çıktığı kadar bağırmak istedim. Olmazdı, olamazdı, ya eşime bir şey gerekli olur da beni ararlarsa?... Sonsuz gibi bir zaman dilimi ağır ağır, adeta yol üstündeki her şeye yapışarak geçti. Çevreye baktım, şekiller anlamsızdı. Çiçekler beyhude. Kantin gereksiz. İnsanlar donmuş gibi kaskatı oturuyordu... Derken adımı duydum, hemen koştum. Kızınız geldi babası... Sıcacık oldu her yanım. Yanıyordum. Belki de üşüyordum. Aklım eşimdeydi. Çakır gözlü karımı çok özlemiştim... Bir melek ellerimden tuttu, bu dünyaya getirdi beni. Bölüm hemşiresiyle, önceden hazırladığımız çantadan kızımın giysilerini aldık. Hemşire bebeği birlikte yıkayacağımızı söyledi. Sıcacık oldu içim. Azıcık da korktum belki. Bu minicik cana zarar vermeden, nasıl yıkanabilirdi o?... Hemşire işinin ehli; ben yıkarım, siz bana yardım edin dedi... Kurbağa çocuk ya da parmak çocuk gibi, minicik bir can diye düşündüm, hemşireyle kızımı giydirirken. Bezden bebek gibiydi. Ama canlıydı. Bakıyordu. Yardım, ilgi, sevgi diyordu minik gözler. Zeytin gibi gözlerde binlerce yıldız vardı... Hemşire gidince minik canla yalnız kaldım. Bu ilk yaşadığım bir şeydi. Ne yapacağımı, ona ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Boş duramazdım. Konuşmalıydım. Verebileceğim ne var acaba? Duygularımı aktarmalıydım. Ona sevgimi anlattım. Ağlayınca, şimdi annemiz gelecek dedim. Şiirler okudum, şarkılar, türküler söyledim. Bunlar çocuğun, minik bebeğin bir işine yarar mıydı, bilmiyorum. Benimki ıssız, karanlık yoldaki yalnız yolcunun durumu gibiydi belki de.

Eşimi çok merak ediyordum. Çevrede gördüğüm bütün sağlık görevlilerine onu soruyordum... Doktorumuzu görünce sitem ettim: Daha önce hiç ayrılmamıştık, sağ olun bizi ne güzel ayırdınız!... Doktorumuz, çok kısa bir süre için ama dedi. Oysa süre sonsuz gibi uzun gelmişti bana. Eşim geldiğinde ben bebekle konuşuyordum. Hemşire yardım etti, bebek emmeye başladı... Teoride, karnı toksa, altı temizse, gazı yoksa bebek uyur. Onu iki üç saatte bir uyandırıp bu işlemleri yapınca bebek de günden güne büyür. Böyle dediler ama biraz farklı durum. Sürekli ağlıyor. Uyku süresi de genel olarak on, on beş dakika... Hastanedeki doktorlar, hemşireler, diğer görevliler hepsi iyi insanlar ve işlerini seviyorlar. Biri hariç; Burcu hemşire. Öfkeli, saldırgan, bencil, hırçın, yarının, çocukların, kadının, bütünüyle insanların farkında olmayan biri. Çağdaş işletmelerde, insanların memnuniyeti, müşteri mutluluğu ilkesi geçerlidir. Hele söz konusu işletme bir hastanenin kadın doğum bölümüyse bu ilke daha da önemlidir, bir yerde hayati bir öneme haizdir. Burcu hemşireyi görünce şaşırdım, sarsıldım, üzüldüm. Ben bir yerde yanlış yaptım belki diye düşündüm. Ne var ki şöyle bir dikkat edince şunu gördüm: hasta ve yakınlarının yanı sıra pek çok hastane çalışanı da bu hemşireden memnun değildi. Hastane çalışanlarından bazıları, biz edemiyoruz, inşallah onu birileri şikâyet eder diye iç geçiriyordu. Üstelik burası herhangi bir hastane değil, başkentin göbeğinde bir özel üniversite hastanesi. Yani, insanlar sıradanına razı olmadığı için, buraya epey paralar ödeyerek sağlık hizmeti satın alıyorlar... Neyse, Perşembe günü taburcu olduk. Hastanenin kasvetli havasından çıktı, Nursu bugün güneşi gördü, rüzgârı hissetti. Parkın yanından geçti, otomobile bindi. Caddeleri, bulvarı, kenti saran yolları geçti. Otomobilden indi; evi, merdiveni, asansörü, odayı gördü. Annesini emdi. Yetmeyince mamasını yedi. Uyudu rahat rahat, gerine gerine. Hayata hazırlanıyor, güç topluyor, düşünüyor, gözlem yapıyor bol bol... Cuma, günün ilk saatlerinden başlayarak Nursu tedirgin. Sürekli ağlıyor. Karnını doyurmak, gazını çıkarmak, altını temizlemek kâr etmiyor. Dualar okunuyor. Nafile.... Şaşırıyoruz. Korkuyoruz da. Vakit gece yarısı. Sürekli ağlamasının yanı sıra yüzünde, bacaklarında kızarıklıklar var bebeğimizin! İyileşmesi için neler yapmak gerekir? Panik durumundayız. Böyle beş altı saat geçiyor. Günün ilk ışıklarıyla yola çıkıyoruz. Yağmurlu bir gün. Bu saatte bile trafik yoğun... Nursu’nun henüz nüfus cüzdanı, sağlık karnesi yok. Hastanedeyiz. Acil serviste bizi genç bir doktor karşılıyor. İlgileniyor, muayene ediyor Nursu’yu. Ateşi, kilosu normal. Kızarıklıklar bebeklerde ilk günlerde görülür, sonra kendiliğinden geçermiş. Bu sırada hemşire söze giriyor. Bebeğin dosyasının olmadığını söylüyor. Doktor gelecek günlerde olacak diyor kalender bir tavırla... Ticaretin, paranın her şey olduğu günümüzde doktorun bu tavrı hoşuma gidiyor. Nursu adına seviniyorum. Tezimizle ilgili düzeltmeler var.

Onları yapmaya çalışıyorum. Bu arada, kayıt yenileme ücreti ödeyip formaliteleri tamamlıyoruz... Eşimin tezi sırtımda yumurta küfesi gibi; bitse öyle rahatlayacağım ki. Kurumda işler Arap saçına dönmüş. Yapılması zorunlu olan işler var... Çalışamıyorum böyle olunca. Buna rağmen fırsat buldukça yazmaya çalışıyorum. İstiyorum ki kızım büyüdüğünde birkaç yerde babasının yazılarını görsün. Çok mu önemli? Değil belki. Ama bizim konumumuzdaki insanlar çocuklarına evler, arabalar değil; birkaç kitap, resim bırakır. Şu anda aklıma horoz ile inci geldi nedense; elindeki inciyi verip darı isteyen o ibikli hayvancık. Bütün Dünya, Eğitim, abc, Öğretmen Dünyası, Damar dergilerine birer yazı gönderdim. Yayınlandıkça dergileri sana ulaştırırım. Dilersen sen de bu dergilere yazı, resim gönderebilirsin... Yunus Emre, Sait Faik yazıları, başlayıp bitiremediğim çalışmalar. Yarım kalmışlıklar bir tedirgin ediyor beni, sorma... Sen nasılsın Recai? Neler yapıyorsun? Günler nasıl geçiyor? Bana uzun uzun yazar, oraları, özellikle de çalışmalarını anlatırsan sevinirim. Hep haberleşmek, daha güzel günlerde görüşmek üzere... FUAT OVAT

 
Toplam blog
: 54
: 877
Kayıt tarihi
: 30.06.10
 
 

Kamu yönetimi alanında yüksek lisans yaptım. İletişim, medya sektöründe çalışıyorum... Yazmayı se..