Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Temmuz '11

 
Kategori
Anılar
 

Bir düğün ve sonrası

Olay, çocukluğumun geçtiği kasabada yaşanır.

Sünnet düğünlerinde, evlenme düğünlerinde hep o çalardı Tefi…Kına gecelerinin bir numaralı, olmazsa olmaz enstrümanı tef idi. O tefi de en güzel Hatice teyze çalardı... O’nu bilmeyen, tanımayan yoktu. Hani neredeyse eşraftan sayılacaktı.

İşinin ehliydi, düğünlerde kız daha ortaya çıkarken onun en iyi oynadığı havayı çalmaya başlardı.

Gelin uğurlamalarında yanık sesinin eşliğinde tefiyle gelini en kısa zamanda ağlatmayı beceren yine O’ydu…

Kasabada harcamayı gerektirecek bir yaşam şekli olmadığından, kazandıklarını hep biriktirmişti. Bir şinik dolusu altını olduğu dilden dile dolaşmaktaydı. Yaşamsal ihtiyaçlarını, atadan kalma birkaç dönüm bağ-bahçe ve arazisinden karşılardı. Kasabada genelde meyvecilik ve gül çiçeği ziraati yapılırdı.

Gençliğinde zamanın şartlarına ve kasabalıların görüşlerine göre biraz havaiymiş. O yüzden hiç evlenememiş. Yaşlanırken genç yaşta hastalanarak vefat eden kız kardeşinin iki oğlunu evlat edinmişti Tefçi Hatice teyze…

O zamanlarda eğitime bu kadar önem verilmiyordu. Büyük oğlan Süleyman, okuyup da ne olacaktı? Nasılsa, annesi Tefçi Hatice’nin deryalar kadar parası ve altınları vardı…

Süleyman boylu poslu bir delikanlı oldu…Askere gideceğinde Hatice teyzemiz, sofra sofra yemekler ikram edip mevlitler okutarak, içindeki özlemlerini yaşıyordu. Yaşıtlarının çocukları askere uğurlanırken O, hep içini çekmişti. Kıskanmamıştı ama gıpta etmişti. İşte şimdi gün, bugündü…Süleyman’ı arkadaşları “en büyük asker bizim asker” sloganlarıyla havalarda hoplatarak askere uğurlamışlardı. Kınalar karılmış, avucuna ve saçlarının bir perçemine kına yakılmıştı.

Hiçbir isteği içinde kalmıyordu Hatice teyzemizin. Sayılı günler çabuk geçiyordu. Şunun şurasında tezkere ile gelmesine kaç ay kalmıştı, bir ay mıydı, yoksa iki ay mı? Takvimle değil, zihin hesabı yapıyordu. Dört haftayı bir ay sayarak…

Gelin adayları hazırlamalıydı Süleyman’ına…

Kasabanın en güzel kızlarından birkaç tanesini, aracıların ön yoklamalarıyla sıraya dizmişti gönlünde. Süleyman’ı hangisine “tamam” derse O, gelini olacaktı…

Teskere gününü, sürpriz yapmak istemiş, ilerdeki bir tarihi yazan Süleyman, beklenenden önce çıkageldi, elinde teskeresiyle…

Üç nûfuslu küçük ailenin mutlulukları tamdı.

Birkaç gün geçince konu geldi evlenme işine…Kızları saydı annesi… Kasaba fazla büyük değildi. Herkes birbirini tanıyordu. Hele annesinin saydığı kızların çoğu, sokakta beraber oynadığı oyun arkadaşlarıydı.

Çocukça bir ilgi duyduğu Gülümser’e “tamam” dedi.

An’aneler gereği, kız isteme arkasından nişan töreni…Herkes ikisini birbirlerine pek yakıştırmışlardı.

Kız tarafı düğüne hazırlanmak için üç ay süre istedi. Çeyizler el emeği, göz nurundan oluyordu. Şimdiki gibi her şey fabrikasyon değildi.

Hem üç ay sonra gül zamanına denk geliyordu. Güller biterken düğün olacaktı…

&&&

Düğüne az bir zaman kalmıştı ki Süleyman’ın hafiften, ince ince karnı ağrımaya başladı. Annesi:

“Üşütmüştür “ diye önemsemedi.

Düğün tarihi yaklaştıkça, Süleyman’ın ağrıları çoğaldı.

Ama Süleyman’ın ağrılarını önemseyen kimse yoktu. Eş-dost yakın akrabalarını bir düğün telâşı almıştı ki…Koçlar kesiliyor, çeyizler geliyor, mevlüt okutuluyor, ertesi gün evin büyük bahçesinde semah tertipleniyor, enva-i çeşit mezeler kurulan masalar ve masadakiler çakırkeyf…

Herkes pür neşe, sadece Süleyman keyifsiz. Bu durgun halini “düğünün heyecanını bastırmak” istiyor şeklinde yorumlamaktaydılar.

Üç gündür davullar zurnalar çalıyor…

Ertesi gün gelin gelecek.

Süleyman kıvranmaya başlıyor, ızdırabı yüzünden okunuyor, inlemeleri ağlama seslerine dönüşmekte. Ateşi çok yüksek, boncuk boncuk terliyor, terleri yüzünden, yanaklarına oradan da boynuna doğru akıyordu…

Durumun ciddiyetini kavrayanlardan birisi:

- Götürün acele hastaneye…der.

Süleyman apar-topar kasabaya yirmibeş km. mesafedeki vilayet hastanesine götürülür. Başında refakatçi olarak uzaklardan yaşlı bir akraba kalır.

Yapılan ilk tetkikler neyazık ki, iç açıcı değildir.

Süleyman apandisit olmuş, apandisi patlayarak cerahat kana karışmıştır. Yapılabilecek tıbbi imkanların hepsi uygulansa da, Süleyman sabaha karşı hayata veda eder, gözleri açık kalarak…

Kara haber, gün yeni ağarırken düğün evine ulaşır. Herkes şoke olmuş durumdadır. Önceleri akıl tutulması gibi kısa bir sessizlikten sonra, feryatlar gökyüzüne ulaşır. Düğün evi matem evidir şimdi.

Kısa bir zaman içinde kız evinden de aynı feryatlar yükselir. En çok da Gülümser’den. Gülümser, çocukluktan beri Süleyman’ı sevdiğini sır gibi saklamış olmasına rağmen ölüm sebebiyle artık saklamaya gerek duymadan sevgisini haykırmaktadır Süleyman’ına…

-Süleyman’ım, Süleymaaaannnn! Nasıl yaktın beni Süleyman…İşte sana geliyordum telimle duvağımla bembeyaz gelinliğimle bugün ben. Ama sen, ama sen şimdi geliyorsun bembeyaz kefeninle…Süleyman’ımmmm.

Gözlerinden süzülen yağmur taneleri gibi gözyaşları, içinin ateşini söndüremedi, ne o gün, ne de daha sonraki günlerde…

Hatice teyze de az yanmadı hani…Hastanede O da tedavi altında tutuldu birkaç gün…

&&&

Yıllar kadar uzun süren birkaç ay geçmişti ki, kasabanın ileri gelenleri bu konuyu gündemlerine aldılar. Hatice teyzeye ve Gülümser’in ailesine bir teklif götürdüler.

-Mademki çeyizler serildiği yerde kalmıştı. Madem ki kimse gelinle damadın odasını bozmaya cesaret edememişti. Külliyetli miktardaki takılar halâ Gülümser’deydi…O zaman Süleyman’ın küçük kardeşi Recep’le evlendirelim Gülümser’i dediler.

Recep henüz 17 yaşındaydı, birkaç sene beklenmesi gerekecekti…

Hatice teyze “peki” demek durumundaydı.

Gülümser’in annesi ve babası da onay vermek mecburiyetinde hissettiler kendilerini.

Ama Gülümser’e soran olmadı nedense…Sorar gibi yaptılar, biraz baskı uyguladılar Gülümser’ciğe…

Boynu bükük, gözyaşlarını içine akıtarak, Anadolu kadınlarına has bir teslimiyetle “ kaderimdir” dedi ve istemiye istemiye rıza gösterdi Recep’le evlenmeye…

&&&

Üç sene sonra Recep ile Gülümser’e yapılan düğün merasimi, önceki gibi şaşaalı olmadı. Mütevazıydı bu defa…

Ah Gülümsercik, vaktiyle Süleyman için yanan yürekler bu kez senin için yanıyordu…”İnşaallah mutlu olsun” diye büyükler içlerinden dualarını yaptılar.

Sonrasındaki dört sene zarfında iki erkek çocukları oldu. İlkinin adını Süleyman koydular. İkinciye de Kadir.

Gülümser, büyük oğlu Süleyman’ı Kadir’den daha çok sevdi. Çünkü yıllardır sevdiği, tam kavuşacağı gün kaybettiği canı, tek sevdiği gönlünün erkeğinin adını taşıyordu büyük oğlu.

Ve…..Gülümser, ne yazık ki hiç mutlu olmadı, olamadı… Çünkü unutamamıştı sevdiğini…Kalbinde başkası varken, eşine yer açamamıştı…Bir kalpte iki kişi olmazdı ki…

&&&

Gülümser kadını memlekete gittikçe görürüm bazen.

Adı Gülümser ama O’nu gülümserken başkaları görmediği gibi ben de görmedim. Yüzüne hakim olan hüznüyle baş başa kendi iç dünyasında yaşıyor Gülümser kadın, yaşıyormuş gibi görünerek…

Onu her gördüğümde, hikâyesini bildiğimden O’nun kadar olmasa da, ona yakın bir hüzün duyarım içimde…

Gülümser kadın, sen halâ benim yüreğimi yakmaktasın, acaba sen bunu biliyor musun?

Selamlarla...

Yurdagül Alkan

 

 
Toplam blog
: 344
: 1671
Kayıt tarihi
: 09.04.09
 
 

Özel bir finans kuruluşundan emekliyim. Hayatın her aşamasını acısıyla tatlısıyla yaşamış biri ol..