Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Haziran '15

 
Kategori
Tarih
 

Bir garip mütareke-Mondros (1)

Bir garip mütareke.

Osmanlı Devleti'nin son savaşındaki çatışmaları bitiren mütarekedir.

Mütareke, özünde fiili çatışma durumunu durdurmak demektir. Çatışma durur. Askerler bulundukları hatları belirleyerek karşılıklı olarak mutabakata varırlar ve el sıkışarak ülkelerinin alacağı kararı beklerler.

Diplomatlar görüşür. Anlaşırlarsa anlaşma imzalanır, anlaşamazlarsa söz yine askerlerindir. Savaş kaldığı yerden devam eder.

Mondros Mütarekesinde bu böyle olmamıştır. Daha önce tarihte örneği hiç olmayan uygulamalar yapılmıştır.

Mütarekeye rağmen İngilizler bulundukları hatlarda durmamışlar, saldırılarına devam etmişlerdir.

Sanki mütareke değil de anlaşma yapılmış gibi ülkenin idari yapısına el koymuşlardır.

Ordu'yu etkisiz hale getirmek için her şeyi yapmışlar, Ordu komutanlarını aşağılamışlardır.

İngilizlerin bu yaklaşımları, savaşı bitmiş kabul etmediklerini ve istediklerini elde edinceye kadar sürdüreceklerini göstermiştir. Amaç olası bir direnişi ve karşı koymayı imkansızlaştıracak şekilde Osmanlı Devleti'ni ve ordusunu etkisizleştirmektir.

Cephedeki komutanlar bu gizli amacın farkına vararak uyarılarda bulunmuşlardır.

Ancak İstanbul'da, İngilizlerin Wilson Prensiplerine uygun olarak Türklere yaşama hakkı vereceklerine dair kuvvetli bir ön yargı oluşmuştu. Komutanların bütün uyarılarına rağmen İstanbul Hükümetleri gerçeklere gözlerini kapayarak İngilizleri kızdırmamak düşüncesiyle her yaptıklarını sineye çekiyorlardı.

Üst düzey komutanların kafalarında direnişin ilk kıvılcımları İngilizlerin bu kural dışı davranışları sonucunda çakmaya başlamıştır. 

Mütarekenin uygulanma dönemi aynı zamanda milli hareketin zihinlerde şekillenme dönemi olmuştur.

Kurtuluş Savaşı öncesi karanlık dönemin düzenini kuran anılan garip mütarekenin daha yakından bakılmayı hak ettiğini düşündüm.

O'nu ders kitaplarında okuduğumuz şekliyle değil, somut olaylarıyla irdelemek istedim.

Mütarekeye geçmeden önce birinci büyük savaşı kısaca hatırlayalım.

Birinci Büyük Savaş.

1914 yılında başladığında strateji uzmanları savaşın altı hafta süreceğini öngörmüşlerdi.

Savaş dört yıl sürmüş, bu yıllar içinde ülkelerde ihtilaller olmuş, taçlar ve tahtlar devrilmiş, ittifaklar bozulmuş, yeni ittifaklar kurulmuştur. 

Kabına sığamayan Almanya, sanayisini destekleyebilmek için, diğer Avrupa ülkelerini ezip, onların sömürgelerindeki ham madde kaynaklarından pay almak istiyordu.

Savaşın temel nedeni Avrupa'da üstünlük mücadelesiydi. Kısa süre içinde bunun mümkün olmadığı anlaşıldı ve savaş bir siper savaşına dönüştü. Siperlere yapılan taarruzlarda bir gecede tarafların on binlerce insan kaybına karşılık, bir metre toprak kazancı elde edemediği zamanlar oldu.

Harbin içinde Rusya'daki komünist ihtilali sonucu çarlığın devrilmesi İngiltere ve Fransa'nın stratejik hesaplarını değiştirdi, Avrupa'nın dengesiyle fazla oynamanın kendilerine yarardan çok zarar getireceğini gören anılan ülkeler harbin içinde harp hedeflerini değiştirerek gözlerini Osmanlı'ya diktiler, Türkleri Avrupa'dan atmayı ve Ortadoğu'yu ele geçirmeyi birinci öncelikli hedef haline getirdiler.

Bölgede olduğu ortaya çıkan zengin petrol yatakları ve İngiltere'nin ana sömürgesi Hindistan yolunu açık tutma stratejisi bu yönelmenin temel nedenleriydi.

İngiltere, Fransa ve Rusya daha savaştan önce Osmanlı Devleti'nin topraklarını gizli anlaşmalarla paylaşmışlardı. Bu paylaşıma sonradan İtalya da katıldı. Bu anlaşmalar savaş içinde defalarca bozulup yeniden yapıldı. Kolay değil bir ülkeyi paylaşmak. Herkes pastanın en büyük parçasını istiyordu.

Sonunda aslan payını İngiltere'nin alması konusunda anlaştılar. Rusya zaten oyundan çekilmişti. İngiltere kendi payını sağlama alabilmek için kalan Osmanlı'nın topraklarını müttefiklerine ve yerel işbirlikçilerine dağıtıp durdu. Anadolu'nun ortasında küçük bir bölge de bize bırakıldı.

Yunanistan ise savaşın sonucu belli olduktan sonra yıkılan Osmanlı'nın topraklarından pay alabilmek için, Anadolu'da başlayan milli direnişi kırmak amacıyla, İngiltere'nin maşalığına soyundu. Çünkü İngiliz kamuoyu artık savaş istemiyordu ve dominyonlar da daha fazla asker vermiyordu.

Yunanistan'ı yönetenlerin dışında kimsede savaşma isteği kalmamıştı.

Savaşa nasıl ve neden girdik.

Osmanlı Devleti'nin savaşa neden ve nasıl girdiği tarihçilerin hala tartıştığı bir konudur.

Devlet, yapılan gizli paylaşma anlaşmalarından haberdar mıydı? Haberdarsa neden İngiltere ve Fransa'nın ve Rusya'nın yanında harbe katılabileceğini umuyordu? Neden ısrarla onlarla birlikte olmaya çalışıyordu? Onlar ise Osmanlı'yı savaşta taşınmaz bir yük olarak görüyorlardı.

Mantıkla açıklanması güç bir dönem yaşandı. Sonunda, kimsenin yanında istemediği Osmanlı Devleti Almanya'nın yanında apar-topar savaşa giriverdi.

Özellikle Enver Paşa Almanya'nın kısa sürede Avrupa'yı silip-süpüreceğine olan kesin inancı bu kararda etkili olmuştur. Enver Paşa,  Almanya'nın yanında girilecek bir savaşın sonunda Balkan Savaşında kaybedilen toprakların geri alınacağını umuyordu.

Geçmiş olaylar hakkında radikal yorumlardan hep kaçınırım. O günleri bugünün mantığıyla değerlendirir ve eleştirirsem haksızlık yapmış olmaktan endişe ederim.

Azami ihtiyatla bu konuda bir iki şey söylemek isterim.

Ülkelerin savaş gibi hayati kararları asla tek bir kişiye bırakılmamalı, ortak akıl ve sistem yaklaşımları esas olmalıdır. Kararın alınış şekli Osmanlı Devleti'nin yönetim mekanizmasının ne kadar ilkelleştiğini gösteren bir örnektir.

Fatih'in İstanbul kuşatmasından önce topladığı harp divanlarındaki tartışmalara bakın, bir de Enver Paşa'nın devleti topyekun bir savaşa sürükleyiş şekline.

Diğer bir konu, Osmanlı çok zayıflamıştı. Öylesine zayıftı ki harbe Almanya'dan aldığı borç para ile girmişti. Biline ki her borç alana değil verene hizmet eder.

En uygun karar devletin varlığına yönelik saldırı olmadığı sürece savaş dışı kalmaktı. Avrupa ülkeleri birbirini tükettiklerinde muhtemelen kimsenin Osmanlı Devleti'ne saldıracak gücü kalmayacaktı. Kalsa da yıpranmamış ordu topraklarımızı savunurdu.

Osmanlı'nın harp hedefleri gücüyle orantılı değildi. Gücünü çok aşıyordu. Hayaldi. Daha çok Almanya'nın Avrupa'daki yükünü azaltmayı hedefliyordu. Sarıkamış, Kanal Harekatı, İran'ı zapt etmek gibi düşünceler, eldeki güce bakıldığında, sağlıklı bir askeri aklın kabul edebileceği şeyler değildi..

Ordu beslenemiyordu, cepheler arası mesafeler çok uzundu, ulaşım vasıtaları yoktu, haberleşme yoktu, cephane yoktu. İstanbul'dan Yemen'e yürüterek asker yetiştirmeye çalışıyordu Devlet.

Sarıkamış'ta ordu komutanlığıyla ve birbirleriyle muhabere bağlantısı olmayan üç kolordu kış kıyamette savaşa sürülüyordu. Kimsenin diğerinin ne durumda olduğundan haberi yoktu.

Olacak işler değil. Yapılan strateji hatalarını "akıl tutulması" deyimi bile açıklayamaz.

Övünülecek bir tek şey vardı. Cephelerdeki komutanlar ve asker tüm yokluklara rağmen ölümüne savaşıyordu. Herkes bunun bir ölüm kalım savaşı olduğunu anlamıştı.

Öyle bir ruh vardı ki, cephanesi biten birlikler bile mevzilerini terk etmiyor, süngü takıp bekliyordu. Saldıranlar şaşkındı. Hiç mermisi kalmayan birlikler, son asker şehit düşünceye kadar bulundukları mevzide süngü muharebesini kabul ediyordu.

Savaşın tanımı mı değişmişti? Yapılan savaş değil, vatan için ölmekti.

İşte bu ruh önce Çanakkale'ye, daha sonra Sakarya'ya yansıdı.

Birisi Çanakkale'de "ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum" dememiş miydi?

Şartlar ne olursa olsun Türk Ordusu yenilmiyordu.

* Savaş bitiyor.

Osmanlı yokluklara rağmen direniyordu ama müttefikleri pes etmek üzereydi. Almanya karışmıştı. Avusturya-Macaristan dağıldı. Bulgaristan da teslim olunca Osmanlı Devleti'nin müttefikleriyle bağlantısı kesildi. İstanbul ve Trakya tehdit altına girdi. Kafkasya'daki tümenler İstanbul'a yetiştirilmeye çalışılıyordu ama ne çare. Gemi yok, ulaşım aracı yok, yol yok....

Suriye ve Filistin cephesinde şiddetli İngiliz taarruzlarına karşı koyacak güç kalmamıştı. Cephe önceden Kafkasya için boşaltılmıştı ve takviye yetiştirilmesi artık mümkün değildi. Filistin cephesi yarıldı. Moraller bozuldu.

Osmanlı Devleti, müttefikleriyle birlikte 5 Ekim 1918 günü mütareke istedi.

* Gariplikler başlıyor.

Mütareke isteyen Osmanlı karşısında muhatap bulamıyordu.

Önce İspanya daha sonra İsviçre kanalıyla Amerika Başkanı'na başvuruldu. Cevap çıkmadı.Neden Amerika Başkanı derseniz, Başkan Wilson o sırada savaşların bir daha olmaması için anlaşmalarda uyulmasını öngördüğü bazı prensipler yayınlamıştı.

Herkes bu prensipleri kendine göre yorumlayarak Wilson'dan medet umuyordu. Daha sonra tartışacağımız gibi ilkelerin içi boştu ve İngilizler kısa sürede onları kendi çıkarlarına uyacak kalıba sokmuşlardı.

İzmir valisi Rahmi Bey İngiltere'ye gönderildi. Sonuç çıkmadı.

18 Ekimde Talat Paşa kabinesi istifa etti. İttihat ve Terakki devri bitti.

İngiliz generali Townshend, Kut-ul Amare'de 1916'da esir edilmişti ve Büyükada'da tutsaktı. 18 Ekim'de aracı olması için İngiliz Akdeniz Filosu Komutanlığına gönderildi.

Geçen sürede İngilizler Trakya'daki askeri tertiplerini geliştiriyor, donanmalarını Çanakkale Boğazı karşısında topluyorlardı. Cevapsızlık boşuna değildi.

General Townshend'in girişimi olumlu sonuç verdi, İngiliz Akdeniz Filosu Komutanı 22 Ekim'de Sadrazam'a, mütareke imzalamak için kendisinin görevlendirildiğini bildirerek, Osmanlı delegelerinin gönderilmesini istedi.

* Delege seçimi.

Yeni Sadrazam Ahmet İzzet Paşa görüşmeye İzmir'den 17nci Kolordu Komutanı Nurettin Paşa başkanlığında bir heyet göndermek istiyordu. Kararını Padişah Vahideddin'e sundu. Padişah öneriyi kabul etmedi. O, heyetin başına eniştesi Damat Ferit Paşa'yı getirmek istiyordu.

Padişah ertesi gün Damat Ferit Paşa'yı talimat alması için Sadrazam'a gönderdi.

Damat Ferit Paşa görüşmede kendi bakış açısını Sadrazam'a anlattı:

" Amiral Calthorpe'a devletin toprak bütünlüğü üzerinde mütareke yapılmasını teklif edeceğim. Eğer kabul ettiremezsem hemen bir savaş gemisi isteyip doğruca Londra'ya giderek ve İngiltere Kralı ile görüşerek, ben senin babanın eski dostu idim, arzularımın kabulünü senden beklerim diyerek tekliflerimizi kabul ettiririm. Osmanlı Devleti'ni İttihatçıların düşürdüğü felaketten kurtarırım" diyordu.

Durum acıklı bir hal almıştı. Damat Ferit Paşa'nın ne mütareke görüşmesi kavramından ne de İngilizlerin niyetlerinden hiç haberi yoktu. Sonuna kadar da olmadı zaten. Hayal dünyasında yaşıyordu.

Sadrazam Kabinesini topladı. Damat Ferit Paşa'nın gönderilmesi oy birliğiyle reddedildi. Padişah ısrar ederse hükümetin istifa edeceği kendisine bildirildi.

Padişah çaresiz geri adım attı.

Hükümet heyet başkanlığına Bahriye Nazırı deniz albayı Rauf Bey'in getirilmesini kararlaştırdı.

Mazbatası Padişah'a takdim edildi fakat vakit darlığından onay beklenmeden heyet yola çıkarıldı.

Bir sonraki yazıya heyete verilen talimatı inceleyerek başlarız.

Kapatmadan önce Damat Ferit Paşa'nın Sadrazamla yaptığı görüşmedeki son cümlesine dikkatinizi çekmek isterim.

İttihat ve Terakki Partisi iktidardan düştükten sonra başa gelen yöneticiler, Savaşın bütün suçunu onlara yıkarak, kendilerinin bu işte sorumlulukları olmadığını, bu nedenle Osmanlı Devleti'ne artık iyi davranılması gerektiğini düşmanlarımıza hep söylemişler, ancak bu yaklaşımları alay konusu olmaktan öteye geçememiştir.

Savaşın sorumluluğu elbette ki İttihatçılardaydı ancak iktidarı değişti diye bir ülkeye karşı olan yok etme niyetinin değişeceğini ummak en hafif deyimiyle safdillik olsa gerekir.

 

 

Kaynak: TÜRK İSTİKLAL HARBİ MONDROS MÜTAREKESİ VE TATBİKATI.

 

Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayını-1992-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 82
: 1739
Kayıt tarihi
: 04.05.13
 
 

Emekli pilotum. 1950 yılında Polatlı Çekirdeksiz köyünde doğdum. İlkokulu köyde ve Polatlı'da, li..