Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Ocak '07

 
Kategori
Sosyoloji
 

Bir gün...

Bir gün...
 

Ardahan'a ve Türkiye'ye oldukça yabancı bir arkadaşımı köylere götürürdüm, tatil için Ardahan'da bulunduğum zamanlarda. Köyleri görmesini; oradaki yaşama biraz olsun katılmasını, basma ve tezek kokusunu duymasını, ilkel oyuncaklarıyla çocukluk anılarını yaratan köy çocuklarını görmesini, nedense küçük şehir merkezimizi görmesinden daha çok istiyordum. Bu durumdan sıkılır mı diye düşünmeden, araba buldukça köy köy gezdirirdim onu. Arabanın ve tabi yakıtının sorun olmadığı bir gün, yakın bir köye gittik. Merkez köylerden, görülmesi çok zor olmayan, şehirler arası yol üzerinde, piknikçiler için çeşmesi ile meşhur bir köydü. Köy gerçekten hikayelerdeki gibiydi... Çeşmesi, deresi, taştan evleri ile, misket oynayan çocukları, çeşme başı muhabbeti yapan kadınları, her kapıda köpeğiyle... o kadar güzeldi ki...

Köylüler, yabancı iki insanı köylerinde görünce doğal olarak hemen yanımıza geldiler... Kimsiniz, nesiniz gibi sorular temelli, keyifli bir muhabbet başladı çeşme başında... ve sonra muhtarın evi yakınında devam etti... Köyde her şey gayet güzeldi... nasıl olmasın ki... her şey o kadar doğal ve basit ki... yabancılık hemen bitiyordu gözlerinde... güvenmek bir insana o kadar da zor değildi onlar için... basitti; "Tanrı misafiriydik" işte... arkadaşımın taliplisi bile çıkmıştı... Amcanın birinin erkek çocukları varmış... biri için benim arkadaşı beğenmiş, ilk görüşte... gelinlik teklifinde bulundu arkadaşım için... elimden geldiğince amcanın sözlerini çevirmeye çalışırken, arada bana kızıyor, "ciddiyim yahu ne diyorsam çevir sen" diyordu... kısa çevirmenlik kariyerimin de en utandığım andı... öte yandan ecnebi memleketinden gelen arkadaşım için inanılmaz bir tecrübeydi sanıyorum... kültürümüzü öğrenmek istiyordu... olayı yaşayarak öğrenir oldu... neyse arkadaşım teklifi ve teklifle beraber kilolarca altını reddetti de izin isteyip işimize döndük...

Burada çay için davet edildiğimiz eve doğru yürümeye başladık, "hello" ve "what is your name" çağırışlarıyla... Ev hemen köyün girişindeydi, önünde 3 çocuk ve 1 kadınla karşılamıştı bizi... Köye ilk girişimizde görmüştük... Oldukça fakir oldukları belliydi.(köylerin ve köylülerin çoğu gibi)... kadın ile biraz konuşmuştuk girişte ve çay için geri döneceğimize söz verip köyün içlerine doğru yürümeye başlamıştık... bu gezimize kadar arkadaşım Ardahan'a ve çay davetlerine iyicene alışmıştı... Çay kelimesini ve biri çay dediği zaman da "evet" demesi gerektiğini hemen öğrenmişti... durum böyle olunca da kadının ağzından "çay" sözcüğünü duymasıyla arkadaşım "evet" demişti ve bu kısa konuşma sonrasında çay için geri geleceğimiz üzerine sözleşmiştik. Evin köpeğinden, önce arkadaşımın sonra çocukların koruması ile kurtulup eve girdik... belki köyün en fakir ailesiydi... kadın ve çocuklar ile minik bir odaya geçtik... evin eşyası yok denecek kadar azdı... Kadın hoş geldiniz dedikten sonra çay servisi için odadan çıktı... arkadaşım fakirliği görünce neden çay için geldiğimizi, daha doğrusu kadının neden davet ettiğini (anlamadığından mı anladığından mı bilmem) sordu bana... gözleri yine doldu... yine diyorum çünkü önceki köylerde de benzer durum olmuştu... yine fakir bir eve gitmiştik... yine oradaki insanlar da ellerinde ne varsa önümüzdeki siniye getiriyorlardı... ve yine arkadaşım isyan ederek nasıl bu insanlar böyle olabiliyorlar diye sormuştu... yine gözleri dolmuştu... hatta kadın sakladığı eski bir yüzüğü arkadaşıma verince, göz yaşlarını kapaklarından salıvermiş, ağlamıştı... belki bu sefer anlamaya başladığından soruyordu, benzer durumlarda sorulan aynı soruyu... Çocuklar sobanın arkasına geçtiler... utanarak bizi izliyorlar, sorduğumuz sorulara tek sözcüklü cevaplar veriyorlardı... kadın çayları getirdi, her evde benzerini görebileceğimiz sehpayı önümüze koydu ve çayları yudumlamaya başladık... kadın bizimle oturuyor, soruyor bazen de sorularımızı cevaplıyordu... ama aklının ahırda olduğunu, büyük oğluna, sinirle ve bizim orda bulunmamızdan kaynaklı olduğunu düşündüğüm sakinlikle ve onu ahıra yollayana kadar "sen ahıra gitsene!" demesi ile anlayabiliyorduk...

Bunun nedenini ilk çaylar bitmeden hemen önce kocasının odaya girmesiyle anladık... kocası oğlanı ahıra yollayıp, yanımıza oturuverdi... "hoş geldiniz" deyip, neden geldiğimizi anladıktan sonra, anlatmaya başladı... adam ahırdaymış çünkü az sayıda olan ineklerinden biri doğum yapacakmış... ee inekleri onların geçim kaynağı olunca, ineklerden birinin doğum yapacak olmasının önemi katlarca artıyor... epeydir ineğin başındaymış... adam bir an bile ahırı terk edecek kadar şansına güvenemiyor olmalı diye düşündüm geçmişinden ve bulunduğu durumdan kaynaklı... zaten evden, toplamda bir çay içmelik süre bizimle kaldıktan sonra "kusura bakmayın" diyerek ayrıldı ve görev yerine döndü... Kadının eli birkaç gün önceki bir olay nedeniyle yaralıydı... paslı çivi batmıştı... "parasızlıktan" gidememişti Sağlık Ocağı'na... Arkadaşım en azından acısını dindirsin diye birkaç tavsiye de bulundu... kadın gitmek istemiyordu doktora... bir süre konuştuktan sonra aşı yaptırması konusunda zor da olsa ikna ettik kadını, sonrasında ne yaptığını asla bilemeyeceğimizi bilerek...

Kadın anlatıyordu her şeyi, güvenmişti sanıyorum bizlere... Aile başka bir köyden buraya göç etmiş... önceleri evleri yokmuş ama sonra şu an ki evi bir şekilde almışlar... soramadım ama belki fakirlikleri evin borçlarındandı... inekleri geçim kaynaklarıymış... çocuklardan sadece biri okula gitmiyormuş... büyük iki 2 çocuk ise, köydeki minik okullarına devam ediyormuş... Çocukların dersleri ne yazık ki iyi değilmiş... anlatılanlar arasında beni en çok çocukların durumu ilgimi çekti... çocuklar, "yaş" fidanlar biraz nasihat ettim onlara, arkadaşım evi incelerken ve kadına, eline, çocuklara tasvirini sizin hayal gücünüze bıraktığım gözlerle bakarken... böyle durumları çok görürüm, görmek istediğimden elbet... ve en çok hep çocuklara üzülürüm... büyüklerin hayatlarını biraz olsun, en kötü durumda bile değiştirmeye güçleri varken veya değişmiş hayatları varken; çocukların ne değiştirecek gücü ne de değişmiş hayatları vardır... önüne gelen şeyi yemek, içine girdiği yerde yaşamak, koyuldukları yerde büyümek zorundadırlar... bunlar geldi saçma nasihatlerimden hemen sonra aklıma... "çalışın ama çocuklar... bakın bu önemli... "o kadar basit miydi?... Gerçekten saçmaydı laflarım, sadece laf olduklarından...

Evden ayrılıyorduk... kadına teşekkür ettik, doktora gitmesini "saçma"layarak tembihledik... adama selam söyledik, hala ahırdaydı... Çocuklar bizimle geldi arabaya kadar... yolda durmadan çalışmalarını öğütlüyordum... bunun önemini vurguluyordum... çırpınıyordum... arabaya bindim, sırt çantamı görünce aklıma kalemlerim geldi... çıkarıp çocuklara verdim hepsini... ne gariptir... bir tanesi vardı hele: nefretle ayrıldığım sevdiğim insan hediye etmişti... özellikle istemiştim kalem almasını... kalemler o kadar çok severim ki... onu gördüm... çantadaki diğer kalemleri vedikten sonra en son kalan kalem oldu... o kalemi de minik ellere bırakırken ve o kalem için temiz bir sayfa açarken; ayrılığın, eskiyi unutma sürecinin en güzel anını yaşadım... Araba hareket eder, çocuklar ve kadın el sallar... inanılmaz duygular... bulunduğum durumdan utanma, insanlıktan utanma, gini katsayısı, pastalar, paylar, kapitalizm, sosyalizm, akşama bira içecek olma, öncesinde bir dönem boyunca litrelerce içmiş olma, aşk, evlilik, çocuklar, gelecek, tinerciler, kapkaç, soygun, üniversite, öğretmen olamama, iktisat bölümü bitirecek olma, tetanoz, aşı, 1 YTL’nin zaman mekan içerisindeki değişen önemi, sorumluluk, siyaset, gelecek, saflık, temizlik, insanlık, acılar, üzüntüler, ayrılık, kalemler... Şehir merkezine kadar düşünüyorum... deli gibi... yazdığım kadar düzensiz, çılgınca... arkadaşımla çok az konuşuyoruz... bir şey anlamak için o anda konuşmak gerekmiyor sanıyorum... herkes bir şey anlıyor, o evden çıktıktan sonra... Hala devam ediyor düşünme ve anlama sürecim... daha ne kadar sürecek bilmiyorum... yalnız birkaç şey anladım hatta birkaç şeyi biliyorum diyebilirim... birleştirebildim yukarıdakilerden bazılarını... Çocuklar suçsuz... onlar yap denileni yapıyorlar... dünyaya geleceksin denildi geldiler... budur senin beşiğin dediler, budur memleketin dediler... öğretilenle, gördüğüyle anlamlandırmaya çalışıyor dünyayı... önce anlamlandıracak sonra anladığı kadarıyla yaşayacak... sonra o da başka çocuklar için değiştirecek dünyayı... çocuklar onlara verilen kalemle çizecek geleceklerini... onlara kalemler vermek lazım... dünya "yaş" fidanları, "yaş" fidanlar -kalemlerle- dünyayı şekillendirecek... kalemler... fidanlar.. kalemler...

 
Toplam blog
: 9
: 379
Kayıt tarihi
: 26.01.07
 
 

Ben Cenk. Sık sık düşünüp; ara ara yazıyorum...