Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Aralık '16

 
Kategori
Sosyoloji
 

Bir halkın toplumsal (bilinçte) ölüm şekli

Bir halkın toplumsal (bilinçte) ölüm şekli
 

Ölüm üzerinde düşünüldüğünde iki biçimde gerçekleştiğini görmekteyiz. Bunlardan birisi fiziki olarak yok olmaktır, ikincisi ise bilinçte ölümdür. Konumuz toplumsal bilinçte ölüm olduğuna göre, fiziki ölüm şekliyle ilgili kısaca bir değerlendirme yaptıktan sonra diğer temel konuya geçmeye çalışalım.

Fiziki olarak ölüm olayı; insanların kültür ve bilgi kapasitelerine göre kendi arasında iki farklı düşünce doğrultusunda anlam kazanmıştır. Bunlardan birisi Metafizik felsefenin temelini oluşturan maneviyata dayanan kaderciliktir. İkincisi ise Materyalist felsefeye göre gerçekleşen diyalektik evrimsel ölümdür.

Manevi felsefeye (Metafizik) inanarak yaşayanların düşüncelerindeki ölüm, sadece insanın yaşlanması, hastalık veya herhangi bir kaza sonucunda yok olmasıdır. Ki bu da inananlar için Allah tarafından alınlarına yazılmış olan kaderlerinin bir neticesi olarak görülmektedir. Bu şekilde inanarak yaşayanların düşüncelerine saygı duymaktan başka yapılacak bir şey yoktur.

Pozitif bilimlere (Materyalizme) göre ölümse; doğadaki tüm canlı ve cansız varlıklar nasıl ki doğa olaylarının etkileşimi sonucunda var olmuşlarsa, aynı şekilde evrimleşerek yok olması da doğal bir ölüm olarak kabul edilmektedir.

Her iki şekilde gerçekleşen bu doğa olayının önüne geçmek mümkün olmadığına göre, er ya da geç tüm canlı varlıklar bir düzen içerisinde yok olup gitmektedirler. İnsanlar tarafından bu doğa kanununa karşı yapılacak tek şey, ölümleri biraz geciktirmektir. Bunun dışında şimdilik başka bir bilimsel yöntem görünmemektedir.

Buraya kadar her şeyin doğal seyrinde devam ettiği anlaşılmaktadır. Ancak hiçbir şekilde normal olmayan ve de tüm imkânları insanların kendi elinde olmasına rağmen, bir halkın veya bir toplumun bilinçte ölümüne neden fırsat verilmektedir?

Türkiye gibi ülkelerde toplumsal ölüme (Bilincin ölmesi) nasıl fırsat verildiğini anlayabilmek için, mevcut devlet yapısının hangi  kültürel değerlere dayanarak var olduklarına bakmak gerekiyor.

Tarih derslerinden hatırlanacağı gibi, Müslümanlaşarak devlet olan Selçuklular, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti, kendi doğal kültürel yapılarının dışında, tamamen yabancısı olduğu Arap İslam kültürüne göre varlıklarını kurmuşlardır.

İşte tam bu noktadan itibaren Türklerin kendi elleriyle öz değerlerini inkâr etmesi, bir halkın ya da o toplumun, toplumsal bilincinin ölümünün başladığını görmekteyiz.

Müslümanlaşan Türk devletleri bunu gerçekleştirirken, topluma vermiş oldukları eğitim sisteminde, Fars ve Arap dil değerlerinin yanında Arap İslam kurallarını topluma ana dil ve ana kültür olarak kabul ettirmişlerdir.

Ve bunun sonucunda, bugün Türkçe dil konuşulduğunu sananlar, Türkçenin içerisindeki yabancı kelimeleri çıkardığımızda, toplam Türkçe ifadeler 100 ya da 200 kelimeyle sınırlı kalmaktadır. Böyle bir anormallik içerisinde yaşayan toplumların düşünce, algı ve yargılama kapasiteleri asla gelişemez. Gelişen tek şeyse, ezbercilik ve taklitçiliktir. Onun için tüm bunlar bir toplumun bilinçte ölümünü gerçekleştiren olaylardan sadece bir kaçıdır.  

Çünkü ifade edilen uygulamalar neticesinde toplumun düşünme, algı ve yargı kapasiteleri gelişmediğinden,  bugüne kadar yaşanan can ve mal kayıplarına ne toplum içerisinden ne de devlet yönetiminden bu gidişata dur diyecek bir anlayış hâlâ çıkmış değildir. Aksine mevcut yapı üzerinde methiyeler düzülüp ısrar edilmesi insanın akıl sinirlerini tahrip etmektedir.

Her seferinde canını, malını ve kültürel değerlerini kaybederek yaşayıp, buna itiraz etmeyen ya da edemeyen toplumu, bu hale sokan devlet sistemlerinin kendilerine göre temel aldıkları siyasal politikaların ana kaynağını ise şunlar oluşturmaktadır.

Önce toplumu kendi öz dil, din, tarih, kültür ve doğal insani kaynaklarından koparmakla işe başlarken, arkasından bölünme ve parçalanma (Fobi) korkusunu yaratarak kendisine tam bağımlı kullar şekline sokmaları.

Ve bunu yaparken de halkların öz kültürel değerlerinin yerine yapay ve suni yabancı kültürü oturtup, kendi gerçekliğiyle herhangi bir bağı bulunmayan, bütünleşemeyen ve de sentezlenmesi mümkün olmayan dejenerasyonal sistemle yürütülmesi. Bu dejenerasyonal sistemin Müslüman Türkler tarafından hayata geçiriliş şekli ve tarihçesi şöyledir.

Özellikle 1200 yıllarından itibaren Anadolu’da Türkler ya da Türklük adıyla varlıklarını sürdüren Müslüman Türkiklerden (Özü gerçek Türklüğün dışında yapay İslami ve Avrupai oluşuma dayanan Devşirmeciliktir) Selçuklular, Osmanlı ve Cumhuriyet yönetimi, bu zamana kadar sürekli kendi öz Türk kültür değerlerinden utanıp uzaklaşarak, büyük bir aşağılık kompleksiyle hareket etmişlerdir.

Örneğin her üç Türkik yönetim erki, sözde Orta Asya’da ata kültürlerinin başladığını sürekli dillendirmelerine rağmen, öz Türkçe dil ve Şamanist din kültür değerlerini sürekli geri ve aşağı görüp yerden yere vururken, diğer taraftan Müslüman Fars, Arap İslam ve Avrupai kültüre sarılarak yaşaması tam bir özünden kaçıştır.     

Aynı şekilde dünyanın doğru düzgün ciddiye bile almadığı Arap İslam kültürünü şahlara çıkararak var olmaya çalışan Müslüman Türklerin, bu dejerasyonal yaşamlarında derin bir patolojik durum söz konusu değil midir? Çünkü İslamiyet’i kabul edişlerini dünyada yapmış oldukları en büyük buluş ve akıllı bir iş gibi göstermeleri akıllara durgunluk vermektedir.

Ve böylece bir Arap’tan daha Arap olmaya çalışmaları, Anadolu halklarını toplumsal bilinç noktasında adeta yaşayan ölüler şekline çevirmiştir. Hâlbuki İslamiyet inancı ve yaşam şekli bir Arap çöl kültürüdür. Bu da Arapların İslamiyet’i günlük sosyal aktivitelerinde kullanmış oldukları sıradan bir araç niteliğindedir.

Müslüman Türk egemenlerinin diğer bir toplumsal öldürme şekli ise; yönetimine almış oldukları farklı etnik ve kültürel yapıdan halkları aynı akıbete uğratmaları olmuştur. Kendisinin yabancısı olduğu Arap İslam kültürünü Kürt ve Avrupa kökenli halklara dayatması neticesinde, adları geçen toplulukların kültürleri tamamen niteliksiz ve işe yaramaz şekle sokulmuştur.

Denilebilir ki, asimilasyon politikaları zaman ve şartlara göre dünyanın her toplumunda birbirine karşı uygulanan bir siyasal politikadır. Doğrudur bu anlayış günümüzde hâlâ etkisini göstermektedir. Fakat bu noktada çok önemli bir ayrıntıya dikkat edilmesi gerekiyor. O da şudur.

Dünyanın diğer egemen toplumları, yönetimleri altına aldıkları halkları asimile ederken, kendi kültürel değerlerini dayatarak bunu gerçekleştirmektedirler. Ve asimile olan halklar, öz kültürünü unuturken belirli bir temeli olan yeni bir kültürle kendilerini ifade edebilmişlerdir. Müslüman Türklerde ise, dünyada bugüne kadar uygulanan asimilasyonların tam tersi bir durum söz konusudur.

Örneğin Türkler, Arap İslam ve Müslüman Fars kültürüyle önce kendi kendilerini asimile edip düşünce yetilerini kaybetmişken, başka toplumlara verecekleri hiçbir şeyleri kalmamıştır.

Doğal olarak düşünce yetisi gelişmeyen egemen bir toplumun, farklı kültürden halkları asimilasyona tabi tutması, söz konusu toplulukların tüm insani kaynaklarının kurumasına sebep olmuştur.. Çünkü Arap İslam kültürü, Türklerin kültürel doğalarına uymadığı gibi aynı şekilde diğer halkların kültürel doğasına da aykırılık taşımaktadır.

Gerçek temelde hiçbir kültürel dayanağı olmayan bu tarz devlet yapıları bilim dışı, basit ve yalana dayandığı için, belirtilen halkların kültürel genlerini bozup, düşünce düzeylerinin gelişmesini her zaman engellemiştir. Düşüncelerinin gelişimi sürekli engellenen topluluklar, doğruyu araştırıp bulmak gibi bir duyguya sahip olamazlar. Sürekli kavgaya meyilli, kendinden başkasına asla tahammül göstermeyen egoist bir kişilikle yaşarlar.

Bunun sonucunda değil midir? Müslüman Türkler var oldukları günden bu zamana kadar, hem kendi içerisinde hem de diğer toplumlarla sürekli kavga ve çatışma içerisindedirler.

Müslüman Türklerdeki daha farklı bir toplumsal öldürme şekli ise; yaşam ve kültürel dayanağını yabancısı olduğu Arap İslam’a göre şekillendirirken, diğer taraftan her şeyinden nefret edip, Gâvur ve zındık olarak gördüğü Yahudi, Hıristiyan gibi farklı dini toplumların yaşam ve icatlarına özenip bundan faydalanarak yaşamaları ciddi bir psikolojik sorundur.

Sevmediğin veya hiçbir şekilde benimsemediğin bir toplumsal kültüre düşmanlık beslerken, diğer taraftan bundan faydalanmayı büyük marifet ya da politika olarak gören “Ezberci ve Taklitçi” toplumsal anlayış, Psikoloji bilimine göre hastalıklı ruh haline sahip demektir.    

İfade edilen bu ruh haliyle yaşayan toplumlar, sürekli belirli hedeflere ulaşmak için her yol mubahtır anlayışından hareketle, hiçbir temel insani değerleri dikkate almadan, hepsini şekilsiz ve belirsizleştirmekte bir sakınca görmezler. 

Ve diğer bir toplumsal ölüm şekli ise; Devletin temel yapısını oluşturan Anayasa maddelerine laik, demokratik ve sosyal hukuk devlet ibaresi yazıp, bunun tam tersi İslam kurallarına göre toplumu eğitip yetiştirmek, dünyanın en iğrenç ikiyüzlü devlet anlayışıdır.

Bu yüzden değil midir? Cumhuriyet yüzyılını doldururken hâlâ toplumun %90’ı laiklik, demokrasi, Sekülerizm, solculuk ve ulusal kardeşlik denildiğinde; Müslümanlık ve sözde Türklük adına herkesin kendisini inkâr edip, devletin her dediğini kabul etmesi şeklinde bilinmesi. Daha öncede belirtildiği gibi bu tarz anlayışlar sürekli demokrasiyi, laikliği, demokratlığı ve temel insani değerleri dejenerasyona uğratmaktan başak bir işe yaramamaktadır.

Özünden kaçışın adı olan bu dejenerasyonal yönetim şeklinde, halk nasıl ki tanrıya inanmışsa devlete de aynı şekilde tapınmaktadır. Türkiye’deki şu tarihsel acı olaylar her şeyi özetlemeye yetmektedir.

Özellikle Cumhuriyet kurulduktan sonra, 1945 yıllarında itibaren Türkiye’yi hiç ilgilendirmediği halde Kore’de Türk askerlerinin savaşıp ölmesi. 1970’ler de iç çatışmalarda sivil, asker, polis ve kamu görevlilerin öldürülmesi.

Yine 1974’te Kıbrıs savaşında ölen asker ve sivil sayısı. Aynı şekilde kırk yıldır devam eden iç ve dış siyasal çatışmalar. Bir türlü önlenemeyen ya da önlenmesi istenmeyen kadınlara uygulanan katliamlar. Türkiye’yi ilgilendirmediği halde Suriye’ye karşı savaş ilan edilmesi. Ve bunun sonucunda her gün şehir, kasaba ve köylere şehit cenazelerinin gitmesine itiraz etmeyen bir toplum, yaşayan ölüler değilse nedir?

Ve bu toplumsal bilinç ölümü, her seferinde kurulmuş bir saat ya da herhangi bir cihazın kumandası gibi “Şehitler ölmez vatan bölünmez” paranoyaklığı, ölü severlikten (Nekrofili) başka bir şey değildir.

Çünkü yüzyıllar boyunca yaşanan olaylarda bir milyonu aşkın insanın ölmesi ve de ekonomik kayıplara hâlâ ses çıkarmayan bir toplumun, toplumsal bilinci ölmüş demektir.

Türkiye halkının artık ne pahasına olursa olsun bu toplumsal ölü durumundan kurtulması gerekiyor. Bunun içinde her şeyini sorgulayıp öz eleştiri yapmasıyla mümkündür. Gerçek bir öz eleştiri yapılmadığı sürece,, yakın zamanda var olan değerlerde tamamen ölüp gidecektir.   

Cemal  Zöngür

 
Toplam blog
: 56
: 1108
Kayıt tarihi
: 27.03.16
 
 

Eğitim: Yüksekokul, Meslek: Yönetim, İlgi Alanım: Tarih, Felsefe ve Sosyoloji üzerine araştırma. ..