Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Şubat '13

 
Kategori
Kitap
 

Bir ihanetin öyküsü - Semih Çetin

Bir ihanetin öyküsü - Semih Çetin
 

Kitabın kapağı


Günümüzde internet ağında gerçekleştirilen kitap tanıtımlarının, eserin arka kapağında yeralan, meşhur yazarların kitap hakkında söyledikleri doğal olarak hafiften reklam da kokan bir iki cümlesinin, noktasına virgülüne bile dokunmadan aynen sanal aleme kopyalanması şeklinde oluşu, edebiyatın içinde bulunduğu durumu göstermesi açısından aslında ne kadar da hazindir.

Bu kopyala yapıştırcı ve düşünceyi, emeği, bilgiyi bir kenara bırakan yaklaşım, öylesine kullanış rahatlığı sunan konfeksiyon bir durumdur ki, toplumumuzun üzerine cuk oturuvermiştir.

Emek ucuzlamış ve karşılığında da doğal olarak maddi/manevi getirisi  o oranda azalmıştır. Artık neredeyse hiç kimse, oturup da doğru düzgün bir kitap eleştirisi yazmakla uğraşmamaktadır(!) bile .

Format bellidir, oyunun kurallarına göre plaj okumaları tadında özlü bir kaç cümle üzerine dönen metinler, bu metinleri övüp yere göğe sığdıramayan ünleri kendilerinden menkul adamlar, bilindik bir yayınevi, medyada bolca reklam ve arkasından da yazarına gizemli havalar katıp, merak uyandıran ropörtajlar...
 
Beynimiz öyle bir dönüşüm geçirmiştir ki, artık ne okursak okuyalım doğru kabul edip, hemen inanırız. Zaten neden bir de sorgulamakla zaman kaybedelim, nasılsa birileri bizim adımıza olayları takip edip hap şeklinde başlıklarla bize aktarmayacaklar mıdır?
 
Bu açıdan bakıldığında, 'Balyoz Davası' adı altında yaşanan sürecin sonucu da, günümüz toplumlarının hayata ve olaylara nasıl baktıklarını çok iyi gözlemleyip analiz etmiş emperyalist toplum mühendisliğinin dahili ve harici temsilcilerinin yazıp sahneledikleri, kendi alanında başarılı bir 'ürün'dür.

Önce çok da çaktırmadan, satırarası haberlerle orduda bir takım şeylerin iyi gitmediği haberleri yapılmıştır. Savaş karşıtlarının dilinden ordu karşıtlığı ufaktan ufağa bir zemine yerleştirilirken, askeri harcamalar yüzünden de ülkenin ekonomisinin bir türlü şaha kalkamadığı vurgulanmıştır.
 
Planlanmış bir hedefe giderken kendisine çelme takma olasılığına karşılık, 'akıllı' bir öngörüyle ordunun siyaset üzerinde olası müdahalesini baştan önleyebilmek için, kol kanat kırmak faaliyetleri  de işte böyle küçük adımlarla başlamıştır.
 
Önder yandaşlar, gazetelerinde ve televizyonlarında, komutanlara ve ailelerine bireysel dokundurmalar yaparlarken, asıl büyük hedefin ne olduğunu çözemeyen Genel Kurmay ise, olayların başlangıcında daha uyuklama devresindedir.

Meclis çoğunluğu ile  çıkartılan her bir yasa maddesi, gelecekteki 'toplu kıyım'ın aslında sinyallerini vermekle beraber, kendi horultularına bile uyanamayan bol yıldızlı paşalar, daha henüz 'bana dokunmayan yılan bin yaşasın' modundadırlar bol kokteylli lale devri günlerinde.
 
Semih Çetin, bu konuda yazdığı 'kalın' kitabında, işte hep bu 'ince' planlardan bahsediyor, olay yerinden canlı yayın yapan bir muhabir dikkatiyle. İşin daha da içinde olan birisi çıkmadığı sürece, davanın başından beri en yakın tanığı olan Amiral, ''Artık bu yazdıklarımdan da bir şey anlamazsanız, ben daha ne yapabilirim?'' açıklığında anlatmıştır tüm olan biteni.
 
Herbir satırı çok kıymetli olan bu kitabın kritiğini yapmak gerçekten de hiç kolay değil, çünkü arada önemsiz denebilecek bir şey yok. İşin doğrusu ben aslında bu makaleyi daha çok, bütün kitabı okumaya 'üşenen' vatanseverler için yazmaya karar verdim. Malum herkesin işi gücü var, ekmek derdinden hani okumaya zaman bulamazlarsa diye, hiç olmazsa altı çizili noktaları onlarla paylaşmak istedim.
 
Kitabı neden yazdığını açıklarken, olayların başlangıcından itibaren ''Sanki herkes gerçeklerle arasına duvar çekmişti...'' diyor Semih Çetin. Adını neden ''Bir Komplonun Öyküsü'' değil de ''Bir İhanetin Öyküsü'' koyduğunu ise şu cümlelerle açıklıyor, ''Güvendiğimiz kişi ve kurumların ihaneti olmasaydı, bu komplo başarıya ulaşamazdı.''
 
Ekonomi için bir yük olan savunma sanayinin, en azından Deniz Kuvvetleri için gelir kapısına dönüşmesini sağlayacak gerçekleşmek üzere olan projeler nedeniyle TSK'ya yapılan hücumun merkezinde Deniz Kuvvetleri'nin olduğunu iddia ediyor Çetin Paşa.

''Kendi gemilerimizi yapmaya başladığımız andan itibaren, batılı ülkelerin silah firmaları için yağlı müşteri olmaktan çıkmaya başlamıştık. Bir de Yunanistan personel maaşlarını bile ödeyemez duruma düşmüşken, bizim gücümüzün doruğunda olmamızın göze batmaması mümkün değildi'' diyor.
 
Herşeyin başlangıcı olan Gölcük'teki Donanma Komutanlığı'nda CD'lerin ortaya çıkmasını anlatarak başlıyor 'hikaye'ye...
 
İlk kez savcının karşısına çıkıp sorgulanma, mahkemece tutuklanma, görev yerleri TCG Hasdal'a intikal ve kısa süren tutukluluklarının ardından, nöbetçi hakim tarafından tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırlar.

Bu ilk olayların üzerinden bir kaç ay geçmiş, Tümamiral Semih Çetin Donanma Kurmay Başkanı olarak vazifesinin başına dönmüştür. Yine bir gün çalışırken, görev yeri olan Donanma Komutanlığı'na savcının arama yapmaya geleceğini, hem de 4,5 saat önceden ve üstelik bizzat savcının kendisinden telefon ile öğrenir.
 
Savcı İstanbul'dan yola çıkar Gölcük'e ulaşır, Donanma Komutanlığı'nda arama yapar. Döşemelerin altında 'malum' CD'leri eli ile koymuş gibi kolayca bulur. ''Bir düşünün'' der Çetin Paşa, ''Eğer o CD'leri oraya ben koymuş olsam ya da orada oldukları konusunda en ufacık bir bilgim olsa, tutuklanıp ardından da serbest bırakıldıktan sonra çıkartmaz mıyım? Hadi onu da geçtim, savcı ''Aramaya geliyorum'' diyor ben hala harekete geçmiyorum, olacak şey mi bu?''
 
Olayları anlatırken bile komutanlarının yaklaşımları dolayısıyla onlara kızgınlığı ile bu durumun düşmanlarının(!) işine yarayacağının bilinci arasında gidip gelir Tümamiral Çetin. TSK'nın dillere destan disiplininin bozulmasına olan üzüntüsünü ise ne yaparsa yapsın gizleyemez ve aslında zaten böyle bir niyeti de yoktur.
 
Savcı sorgusunda, Yunanistan ile savaş çıkartmak için kendi uçağımızı düşüreceğimiz yolunda bir istihbarat olduğunu söyleyince Tümamiral bir anısını anlatır kendisini sorgulayan savcıya. 

''12 Eylül Darbesi sırasında teğmen rütbesi ile gemide görev yapıyordum. Siyasi çalkantıları fırsat bilip de Yunanistan kendisine bir avantaj sağlamaya kalkışmasın diye beni gemimle beraber Ege Denizi'ne göndermişlerdi. Darbe sırasında böyle bir şey sıkıntı yaratır ve ülkemizi güçsüz kılabilirdi diye düşünmüş olmalılar. Şimdi ise siz, hem darbe yapacağımızı hem de Yunanistan ile savaş çıkartabilmek için kendi uçağımızı düşüreceğimiz ile mi beni itham ediyorsunuz? Bu düzmece olduğu kadar salakça hazırlanmış bir plan'' der.
 
Belli bir plan dahilinde kurgulanmış olduğu belli iddialar ve sözde kanıtlarla üzerine gelinip ömrünü verdiği askerlik mesleğinden soğutulmaya çalışıldıkça, ''Can veremesinler'' diye beddua eder  bu olayların faillerine.
 
TCG Hasdal adını verdikleri cezaevindeki tutukluluk günleri, böyle olaylara hiç de hazırlıklı olmayan cezaevi ve yönetimi nedeniyle çok sıkıntılı başlar. En son, aylarca önce temizlendiği izlenimini veren alafranga bir tuvalet, yosun tutmuş bir pisuvar, günde yarım saat sıcak su ve kenarları simsiyah olmuş lavabodur Türk Silahlı Kuvvetlerinin şerefli komutanlarına layık görülen cezaevi koşulları.
 
Bir süre geçip de dışarıdaki komutanlarından istedikleri tepkiyi göremeyen 'tutsaklar', basındaki az sayıdaki duyarlı yazara seslerini duyurmaya çalışırlar. Olayın kişisel değil bir kuruma yönelik olduğunu ve bugün dışarıda olanların da heran yanlarına gelebileceği konusunda durmaksızın uyarılar yaparlar. Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının suskun kalmalarını anlamakta zorlanır ve bu yüzden de 'vicdanlarını rahatlatmak için ziyarete gelen bir çok eski komutan' ile görüşmeyi reddederler, ''Bizi teselliye gelmeyin, onun yerine dışarıda sesinizi yükseltip, bize yapılan haksızlığı insanlara anlatın'' derler.
 
Tutuklu sayısı günden güne arttıkça, içten içe kendi kendilerine de kızarlar, ''Acı ama gerçek, haklarını aramak için eylem yapan Tekel işçileri kadar bile olamadık'' diye hayıflanırlar.
 
Hedef büyüten düşmanın, amiral ve generaller üzerinden orduyu ve oradan da Cumhuriyeti hedef aldığını, seslerini duyurabildikleri ölçüde haykırırlar. Ülkenin Abdülhamit'in 33 yıllık istibdat dönemini bile aratacak baskıcı bir rejime doğru 'pupa yelken' yol aldığını söylerler.
 
Akşama bir maniniz yoksa size gelip bir de arama yapmak istiyorum diyen savcının, dört buçuk saat sonra geldiği, Donanma Komutanı ile odada kahve içtikten sonra sanki eliyle koymuş gibi yüzlerce odadan bir tanesinin döşemelerinin altında bulduğu cd'ler, içinde geçen isimlerin günden güne rotasını Hasdal'a ve Silivri'ye çevirmesine neden olmaya devam etmektedir.
 
Belgeyi hazırladığı iddia edilen subayların, giriş yapıldığı söylenen günlerde bilgisayarlardan yüzlerce kilometre uzakta olmalarına ya da izinli ve karargaha da hiç uğramamış olmalarına bakılmaksızın, cd'ler 'geçerli delil' sayılarak, bir şekilde 'er geç' çekilişsiz kurasız herkesi savcının karşısına getirmektedir. 

Bir gün herkes beş dakikalığına da olsa meşhur olacaktır sözü bu kez, ''Bir gün herkes savcının sorgusundan geçecektir''e dönüşür.
 
Dış destekli olduğunu iddia ettiği bu kurgunun ne olduğunu henüz anlamamış olanların, ne yazık ki bir gün bunun bedelini çok ağır ödeyebileceklerinden korktuğunu söyler. Ordusu ortadan kaldırılıp tamamen güçsüz bırakılmış bir Cumhuriyet, kimi açgözlüler için çok kolay bir lokma olabilecektir.
 
Tüm bu olaylar arasında isim babalığını Tümamiral Cem Gürdeniz'in  yaptığı ve ağırlıklı olarak katılımcılarının tutuklu yakınları olduğu, yapılan haksızlıkları kamuoyuna duyurmaya çalışan 'Vardiya Bizde Platformu' oluşturulur.
 
Savunmanın devam ettiği günlerden birinde, hukuk fakültelerinde ders olarak okutulabilecek bir sahne de yaşanır. Bir tek cd'den yola çıkarak Deniz Kuvvetlerinin yaklaşık beş bin personelinden, bin sekiz yüzünü bu dava ile ilişkilendiren mahkemeye, savunma avukatlarından Hüseyin Ersöz, hayatları boyunca unutamayacakları bir ders verir.
 
Mahkeme başladığında söz alan avukat, hakime doğru dönerek  'Sayın başkan bize bir ihbar geldi, bulunduğunuz kürsüde suç unsuru içeren bir cd varmış, mübaşir bakabilir mi acaba?'' der.
 
Mübaşirin kısa bir aramasının ardından cd bulununca hakim küplere biner ve o cd'nin kim tarafından oraya konulduğunu sorar. Avukat Ersöz, cd'yi kendisinin koyduğunu bunun kamera kayıtlarında olduğunu ve bir mizansen yaratmaya çalıştığını söyler.
 
İçinde çeşitli suç ifadeleriyle hakim ve savcıların adlarının bulunduğu, ayrıca da sadece elli dolarlık bir program ile sanki on yıl önce kaydedilmiş gibi gösterilen bu cd'yi, mahkeme başkanı mübaşirlerin hemen avukata geri vermelerini ister.

''Mahkemeye hakaret ederek savunma yapılamaz'' der.
 
Avukat Hüseyin Ersöz'ün son sözleri bir tokat gibidir, ''Sayın başkan, bu insanlar aylardır buna benzer belgelerle suçlanıyorlar. Kariyerleri mahvoldu. Buna rağmen bu kadar haksızlığa karşın yine de tepki göstermeyip, saygı ile adaletin tecelli etmesini bekliyorlar. Siz ise bir mizansene bile tahammül gösteremiyorsunuz...''
 
Emperyalist destekli dijital terör çetesi'ne karşı mahkemede yapılan savunmalar da, basın açıklamaları da sürecin yönünü değiştirmez. Tutukluluklar, topluca ceza almaya doğru gitmektedir. Bunun aksini düşünenleri aşırı iyimser olarak görür, Tümamiral Semih Çetin.
 
Tutuklu amiraller aralarında, bir gün tüm bu olanların kitaba ve belki de filme dönüşebileceğini konuşurlar ama sonra izleyicilerin filmin ortasında ''Bu kadar da saçmalık olmaz, sahte cd'lerle yüzlerce subayı hapise atıyorlar'' diyerek sinemayı terkedeceği konusunda hemfikir olurlar.
 
Kendileri gibi tutuklu, karacı genç bir teğmen Mehmet Ali Çelebi'nin mahkemedeki ''Başımızı giyotine uzatacağız. Kesmeyecek. Kazanacağız.'' şeklindeki sözleri ve ardından da tahliye olması sırasında yaşadıkları içerideki tutsaklara büyük moral olur.

Sanatı, gerçekten daha gerçek kılan Amiral Çetin, omuzunda tek bir yıldız bulunan bir subayın, samanyolu omuzlu yüksek rütbeliler tarafından cezaevinden uğurlanışını anlatırken, ancak en büyük romancılarda görülen bir doruğa da yükselmiştir.
 
Yine davanın gerçek yüzünü gösterecek çok anlamlı bir sahne de Emrah Üsteğmen'in yaşadıklarıdır.
 
Polise bir ihbar(!) gelir ve Üsteğmen Emrah Küçükakça'nın evine baskın düzenlenir. Ele geçirilen bilgisayarın taşınabilir belleğindeki dijital veriler casusluk davasındaki en önemli deliller arasında değerlendirilir. Yalnız, ilginç olan durum, ancak sonradan anlaşılır. Polise gelen ihbar ve arama emri Üsteğmen Emrah Karaca hakkındadır. Ancak Emrah Karaca aramadan kısa bir süre önce Gölcük'ten taşınmış olduğu için polis onun yerine yanlışlıkla Emrah Küçükakça'nın evine girmiştir...
 
Peki o halde, Emrah Karaca'nın evinde bulunması gereken sözde dijital belgeler yanlışlıkla girilen başka bir evden nasıl çıkabilirdi? Belli ki komplo kurulmuş ve aramayı yapanlar da, bu suç unsurunu eve yerleştirmişlerdi.
 
Tüm bu açık göstergelere rağmen yer yerinden oynamaz, önce ''Devam etmekte olan davayı etkilememek için susulur ve ardından da muhtemelen şeriatın kestiği parmak acımaz denecektir.
 
Bu trajikomik durumu Tuğamiral Turgay Erdağ'ın on bir yaşındaki oğlu ziyaret sırasında dillendirir, ''Baba, aksi ispat edilene kadar herkes Balyoz sanığıdır...''
 
Semih Çetin Amiral'in nüfus cüzdanında yazılı olduğu halde Bahriye'de kullanmadığı bir adı daha vardır: Ali.

İlk tutukluluk öncesi ortaya çıkan, düzmece olduğunu söylediği belgelerde ise, imzalar hep Ali Semih Çetin olarak açılmıştır. Durumu açıkça ortaya koyar ve orduda Ali ismini hiç kullanmadığından dolayı delillerle bunların askeri kaynaklı yazışmalar olamayacağını kanıtlar.

Bir kaç ay sonra Donanma Komutanlığı'nda parkelerin altından çıkacak yeni sözde delillerde artık durum düzeltilmiştir, imzalar hep Semih Çetin adınadır Ali'den eser yoktur...
 
Mahkemenin sonuçlanmasına yakın, serbest kalacakları umudu, suya atılan bir taşın oluşturduğu ve gittikçe genişleyen ama sonunda da kaybolan dalgalara benzer.
 
Ateş olmayan yerden duman çıkmaz zihniyetindeki bir kamuoyuna ve mahkemeye 'dert' anlatılamamış ve 16 ila 20 yıl arasında cezalar alınmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin olaylara en başından kulağının üstüne yatarak yaklaşması, ardından da zamanında gerekli tepkileri ver(e)memesi üzerine, daha ilk sorguda çöküp sanıkların beraat etmesi gereken bir dava, Ordunun üst düzey subaylarının belki de yıllarca içeride kalmalarını gerektirecek bir şekilde sona ermiştir.
 
Son olarak Çetin Paşa'nın, kitabın sonuna eklediği olayların özetini paylaşarak bu eleştiriyi bitirelim,
 
1) Emperyalist güçlerin Türkiye'yi Doğu Akdeniz'de Antalya Körfezi'ne mahkum etme girişimlerine karşı çıkan,
 
2)Karadeniz'de Türkiye'nin başlatıp, Rusya ve Ukrayna'nın da dahil olduğu Karadeniz'i bir barış ve huzur denizi haline getiren,
 
3)Kardak'taki krizi lehimize çeviren harekata katılan, Ege ve Kıbrıs'taki oldubittileri engelleyen,
 
4) Hepsinden de önemlisi Deniz Kuvvetlerimizi, batılı silah tüccarlarının yağlı kapısı olmaktan çıkartan büyük projeleri başlatan ve bu projelerde görev almış emekli/muvazzaf bir çok subay bu tertibin hedefi olmuştur.
 
Tam da bu olayların üzerine Kıbrıslı Rumların Doğu Akdeniz'de petrol aramaya başlamaları ve çokuluslu şirketlerle anlaşmalar imzalamaları ne kadar da büyük bir rastlantıdır değil mi?
 
Çetin, bu davayı savunanlara ve savcı rolüne soyunanlara da çok çetin bir soru yöneltir, son söz olarak;
 
''Ne yaptığınızın, kime, neye hizmet ettiğinizin farkında mısınız?''

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..