Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ocak '10

 
Kategori
İstanbul
 

Bir İstanbul hâtırası

Bir İstanbul hâtırası
 

Yaza doğru final sınavlarına hazırlık heyecanı başlardı. Sık sık yapılan vize sınavları biterdi. Tüm bu yorgunluk ve heyecan aralarında uğrak yerimiz Çınaraltı idi. Üniversitenin hemen yakınında ve Devlet Kütüphanesi ile Beyazıd Camisi arasında kalan ve durumunuza göre ya Sahaflar Çarşı’nın girişinde ya da çıkışında bulunan aslında kestane ağaçlarının gölgelediği alandı burası.

Rengârenk eski İstanbul kıyafetiyle çay dağıtan garsondan, tepemizdeki rengârenk güneşliklere kadar her şey çok güzeldi. Gençliğin o güzelim sohbetleri ve şen kahkahları okunan ezanlara karışır giderdi. Camiye girenler, camiden çıkanlar meydanda karınca gibi dolaşır dururlardı.

Ağaçların diblerinde kendilerine uyduruk bir tezgâh kurmuş yaşlı satıcılar kime ve neyi ne zaman sattığını hiç göremediğim bir şeyler satarlardı. Kullanılmış kol saatleri. Çeşit çeşit tespihler. Eski püskü çakmak taşlı ve benzinli çakmaklar. Tedavülden kalkmış kâğıt paralar. Ve gümüş yüzükler.

Bir de Çınaraltı’nın demirbaşı sayılan şair Hüseyin Avni Dede vardı. Her parmağında değişik değişik yüzüklerle ve uzun saçı, sakalıyla hep oradaydı. Şiir kitaplarını satardı. Bir başka demirbaş da neyzendi. Çınaraltı’nda oturanlar ya da oradan geçenler derinden bir ney sesi duyardı da o güzelim sesin nereden geldiğine bakarlardı. Orada bir sandalyeye oturmuş adam hiç kimseyi umursamadan ve hiç kimsenin onu dinleyip dinlemediğine aldırış etmeden üflerdi neyini. Çınaraltı’nın müdavimleri o sese öylesine alışmışlardı ki çoğu zaman duymazlardı bile. Ney sesi ezan sesine karışır ve o meydan bir anda mistik bir havaya bürünürdü.

Çınaraltı’nda oturmaktan gına geldiğinde gideceğimiz ikinci adres Sahaflar Çarşısı idi. Bırakın İstanbul’u, bu çarşının nâmı dünyanın bir çok şehrinde duyulmuştu. İster Beyazıd Kapısı’ndan girin, ister Kapalıçarşı Kapısı’ndan hiç fark etmez , sizi hemen eski dükkânları önünde eski sahaflar karşılardı. Elbette geçmiş zaman ile anıyorum. Sahaflar Çarşısı hâlâ orada duruyor. Fakat, eski sahaflar da yok artık, eski kitaplar da… Hepsi çeşitli sınavlara hazırlık kitapları satar oldular.

Oysa, o sahaflarda ne bulunmaz kitaplar tesadüfen bulunurdu? Çünkü o sahaflara uğrayanların çoğu üniversitelerde araştırma yapan öğretim görevlileriydi. Sahaflarla bu insanlar arasında bir dostluk bağı vardı. İlginç bir kitap sahafın eline geçtiğinde: “Hocam bir bakıver istersen şu kitaba” diye çağırır, ona çay ya da kahve söyler ve kitaplar üzerine keyifli bir sohbet başlardı. Günümüze gelmiş bazı kitabın el yazması kopyası bu sahaflarda tesadüfen ve konunun ehli tarafından bir yaşlı sahafın önerisi ile incelenerek ortaya çıkmiştır.

Sahaflar Çarşısı’ndaki dükkânlara rahatlıkla girerdiniz. Kitapları tek tek inceler bakardınız ve sizi ilgilendiriyorsa alırdınız. Fakat, şimdiki gibi daha kapıda sizi rahatsız ederek “Buyurun” diyen ve dükkânlara girmenin mümkün olmadığı sahaflar yoktu. İşin aslı, şimdikiler sahaf değil. Hepsi kitap pazarlamacısı.

Hayır, elbette onların da kitap satma telaşları vardır anlyorum. Fakat, sahaflarda aradığınız kitap varsa zaten sahafa sorularak aranır. Fakat, aslında sahaf rafları dikkatle incelenir ki bu sırada hiç de aklınızda olmayan bir ya da birden fazla kitaba rastlanır ve alınır. O eski kitap, eski bir dost gibi tutar elinizi.

Şimdi, kendini sahaf sanan kitap satıcılarına bunları söyleseniz belki kızarlar. Belki de sahaflığın ne olduğunu anlamadıklarınan aldırış bile etmezler.

Sahaf dediğimiz kişi yalnız eski kitap alıp satan kişi değildir. Sahaf, kitaptan anlayan kişidir de. Kitabı bilen kişidir. Aradığınız bir kitap hakkında size bilgi verir, nerede bulunabilineceğini söyler, sizin için sorar soruşturur ve bir yerlerden o kitabı bir zaman sonra bulur. Zaten bu nedenle sahaflarlarla dostluklar bâki kalırdı.

Uzayan yaz günlerinde Çınaraltı’nda hoş sobhet eşliğinde, dostlarınızla içtiğiniz çaydan sonra, Sahaflar Çarşısı’ndan da bir kitap elinizi tuttuysa kısa da olsa ama mutlaka uğranması gereken bir başka mekân da Çorlulu Ali Paşa Medresesi’dir. Küçük, oval kapısından içeriye girdiğinizde sağlı sollu mezartaşları karşılar sizi. Hayır, korkmayın. Dünya aleminde bir Türklere özgüdür mezarlıklarla bu kadar içli dışlı yaşamak. Birçok yerde bu böyle. Mezarlarla kucak kucağa mekânlar ve insanlar. Çorlulu Ali Paşa’da böyle bir mekân.

Mezar taşlarını geçip de içeriye doğru süzüldüğünüzde nargileler için hazılanmakta olan meşe odunu kömürü mangalda yavaş yavaş kor haline gelmektedir. Ne demiş nargileciler:

“Nargile için üç değişmez güzellik vardır, meşe, köşe, Ayşe”

Bilmem, ben ömrü hayatımda bir kere olsun nargile içmiş bir kişi değilim. Yalansa söyleyenlerin yalanıdır. Fakat, en iyi nargile kömürü meşe ağacının odunundan olanıymış. Nargile içmek için de şöyle saatlerce sizi kimsenin rahatsız etmeyeceği bir güzel köşe lâzımmış. Ve tabi ki nargilenizin hiç sönmemesini sağlayacak bir de Ayşe lâzımmış ki bu da elbette kömürcü olacaktır.

Zaten, Çorlulu Ali Paşa Medresi’ne girdiğinizde sizi nargilenin sarhoş eden dumanı ve hoş kokusu karşılar. Boş bir ahşap sandalye bulduğunuzda güzel ve demli bir çay eşliğinde, az önce sahafdan aldığınız kitaba da şöyle bir göz atacak zamanınız doğmuş olur.

Artık yavaş yavaş gün bitmektedir. Çınaraltı da, Sahaflar Çarşısı da, Medrese de bir sonraki güne hazırlanacaktır. Ertesi gün de değişen bir şey olmayacaktır aslında. Her şey bir önceki gün gibi devam edecektir.

Ömür geçecektir. Yıllar sonra aynı mekanlara uğradığınızda Çınaraltı çoktan tarihe karışmış olacaktır. Oralarda bir yerlerde oturup da çay içip, sohbet ettiğiniz dostlarla da yollarınız çoktan ayrılmış olacaktır. Sahaflar Çarşısı’ndaki yaşlı sahaflar yıllar önce bu dünyadan ayrılmıştır artık. Sahaf dükkânları artık yalnız sınav kitapları satan sıradan dükkanlar olmuştur. Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ndeki o dost yüzlerden kimse karşılamaz sizi. O gülen yüzleri boşuna arar gözleriniz. Ahşap sandalyeler bile artık plastiğe dönmüştür. Medrese de zaten gecekonduya dönüştürülmüştür.

Çınaraltı’ndan geçerken hâlâ ney sezi duyarsınız. Artık, saçı sakalı bembeyaz olmuş neyzen orada inatla neyini üflemektedir. Hüseyin Avni Dede hâlâ özgürlüğe uzatır saçını sakalını. Ama, bembeyaz olmuş saçı da sakalı da. Orada hâlâ birşeyler satar ihtiyar satıcılar.

Ve benim de şakaklarıma ak düşmüş, beyhude ararım gençliğimi Çınaraltı’nda.

Kimbilir? Belki de son selâm verişimdir hâtıralarıma.

 
Toplam blog
: 278
: 3275
Kayıt tarihi
: 26.05.07
 
 

İstanbul'un Kadıköy ilçesinde doğdum. Bir daha da Kadıköy'den ayrılmadım. İstanbul Üniversitesi, Ede..