Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Nisan '12

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Bir Köy ve İki Yıl... Menderes, Öğretmen, Film ve Kitap!

Bir Köy ve İki Yıl... Menderes, Öğretmen, Film ve Kitap!
 

  • Menderes… Etraftakiler “Mendoza” derlerdi. Yuvarlak yüzlü, uzun boylu, iri yarı denebilecek bir masör! “Neden masörlük?” diye sormuştum, “Bu iş uygun düştü” demişti.
  • Kendi halinde takılırdı.
  • Ve bir gün yine sordum “Neden masörlük?” diye…
  • Tuhaf bir ısrardı benimkisi…
  • “Aslında öğretmenim, istifa ettim” dedi.
  • İlk anda tuhafıma gitmişti. “Bir insan neden öğretmenlik mesleğinden istifa eder ki?” diye kendi kendime sormuştum. Ediliyormuş…
  • Mendoza Mardin’in bir köyünde öğretmenmiş. 2 yıl dayanabilmiş ve “pes” demiş. 1 yıl psikolojik tedavi görmüş. Tedavinin ardından yeni iş aramaya koyulmuş. Masörlük yapmakta karar kılmış. Halk Eğitim Merkezi tarafından düzenlenen masörlük kurslarına katılmış, masörlük sertifikasını aldıktan sonra Antalya’daki otellerde masör olarak çalışmaya başlamış.
  • Zor iştir masörlük, bilirim, ama kazancı da fena sayılmaz.
  •  
  • “Hafta sonlarını iple çekerdim. Cuma akşamı geldiğinde soluğu şehir merkezinde alırdım. Kendimi bir otele atıp, önce bir kafamı toplar sonrada… Sonrada doğruca içki içebileceğim bir yerlere giderdim. Gece yarılarına kadar içer, zil zurna sarhoş bir halde tekrar otele dönerdim. Hafta sonu böyle geçerdi. Bir haftalık içki alırdım yanıma ve Pazar günü gece yarısına doğru tekrar köye dönerdim. Dağın doruklarındayken köyün yanan ışıklarını seçerdim. İşte o an… İşte o an bittiğim an olurdu hep. Nasıl anlatılır bilmem ki. Yıkıcı bir şeydi! “Nasıl?” diye sorma. Yıkılırdım adeta. Ayaklarım gitmezdi. Zorunluluk… Başka bir şey değil. Dayanamıyordum. O tek katlı derme çatma eve girer, sobayı yakar, yeniden başlardım içki içmeye. Taa ki sızana kadar. Sızardım. Sabah olunca kalkar, keyifsiz bir halde okulun yolunu tutardım. Okul… Birkaç yüz metre ilerideydi. Köy çekilmiyordu biliyor musun? Hele ki kış ayları… Çekilmezdi kış ayları, ayaz geceler köyün o kasvet kokan ortamında. Gerçi ev sıcak olurdu ama… Neylersin? Evden dışarı çıkamazdık. Köylülerin hiç birisi çıkamazdı. Zaten çoğu Türkçe bile bilmiyordu. Anlaşmak o denli zordu ki… Hoş, anlaşmak gibi bir derdimizde yoktu aslında. Dışarıda lapa lapa kar yağar, ben evin içerisinde öylece yalnız başıma oturur, küçük pencereden yağan karı izlerdim. Ara ara kitap okurdum. Çok kitap okudum o evde. Belki de kitap okumanın ne anlama geldiğini o zaman öğrendim. Ve sonra… Artık tahammül edemez hale gelmiştim. Kaçtım… Kaçtım, hem de bilerek. Kafayı yedim… Doğru dürüst konuşamıyordum bile. Antalya’ya gelmeyi kafama koymuştum. Neden Antalya değil mi? Antalya farklı geliyordu bana. Ne olursa olsun ille de Antalya’ya gidecektim. Ve bir sabah kendimi Antalya’da buldum. Doğruca doktora gittim. Aylarca tedavi gördüm. Kendimi toparlamam zor oldu. Yok… Hiç kimsenin gidip de oralarda öğretmenlik yapmasını istemem. İdealist olanlar bir süre sonra boylarının ölçüsünü alıyorlar.”
  •  
  • “Hakkari’de Bir Mevsim”
  • Yıllar önce izlediğim bir filmdi. Mendoza anlatırken o film aklıma gelmişti. Genco Erkal’da öğretmendi ya filmde. Hakkari’nin bir dağ köyüne sürülmüştü. O dağ köyünde geçirdiği günler, geceler kendisiyle hesaplaşmasının günleri geceleri gibiydi. Soğuk havaları, karlı kış günleri… Doğa şartlarının acımasızlığına dair güzel vurgular vardı filmde. Hayalen hatırlıyorum filmi.
  • Geçtiğimiz hafta kitabı elime aldım. Ferit Edgü’nün kitaplarını almıştım Sel Yayıncılıktan. Onların arasındaydı “Hakkari’de Bir Mevsim” isimli roman. Şiirsel bir dil kullanmış Ferit Edgü. Filmle, romanın birbiriyle bu denli örtüşmesi o denli hoşuma gitti ki, kitabı okurken filmin kareleri gözümde canlanıyordu ara ara… Tık nefes, bir gecede kitabı bitirdim. Kitap bitene kadar elimden düşüremedim kitabı.
  •  
  • Film, roman ve öğretmen… Sanki Mendoza’nın durumu! Oysa öğretmen kendisiyle hesaplaşıyordu. Yani Mendoza gibi değildi. Öğretmenin kaçmak gibi, pes etmek gibi bir derdi yoktu. Hele ki köyün o dram dolu hayatının ortasında yaşam kolay mı? Ama buna rağmen pes demiyordu. Salgın hastalığa tanık oldukça, ölen bebeleri gördükçe içinden mücadele etmesi gerektiğini haykırıyordu adeta öğretmen. Ama mücadelesinin meyvesini nereden alacaktı? İşte o belirsiz bir durumdu. Durumu izah eden bir dilekçe yazmanın dahi bedel ödemeyi gerektirdiği bir diyarda, mücadele etmek… Hepi topu 1 yıl… Sonra, tekrar geldiğin yerlere…
  •  
  • Mendoza’nın anlattıklarıyla kitap arasında örtüşen o denli çok gerçek vardı ki. Film, o gerçeleri gözümüzün içine sokarken, kitap zihnimize kazıyordu bölgedeki dram dolu gerçekleri. Her zaman derim ya “Bu ülke coğrafyasında yaşayan insanlar çile törpüsüdür” diye. Zor bir ülkeyiz… Tabii fakirlik bu çile törpüsü olma halinin temel belirleyeni olmuş. Yokluk içerisinde bir toplum… Kente kendisini atan belki şansa kendisini kurtarıyor. Yada kurtaramıyor. Daha beter oluyor. Ama şöyle de bir gerçek var ki, kent yaşamı yüksek stresi, gerilimi de beraberinde getiriyor. Ama insanlar tempolu bir hayatı da istiyor hani. “Yavaş yaşam merkezleri” deriz ama… Aslında yüksek tempo sonrasında ortaya çıkan bir talep gibi… Peki ya o yavaş yaşam merkezlerinde ne kadar kalabiliriz? Belli değil. Yada o yüksek temponun, biraz daha hafiflemiş haline yönelik yaşam alanlarını tercih etmek…  
  • Geçen akşam kitabı bitirdiğimde Mendoza gelmişti aklıma. Şimdi nerededir acaba? Uzun zaman oldu görmeyeli. Yine bir yerlerde masörlük yapıyordur herhalde.  Katlanılması zor bir 2 yıl yaşamış Mendoza.
  •      
  • Hiç mi ilgini çeken bir yanı olmadı köyün?” diye sormuştum.
  • “Dalga geçiyorsun herhalde. Değil ilgimi çekmesi, nefret ediyordum oralardan. Onca sene oku, git ne idüğü belirsiz bir köye öğretmen ol. Akıl işi değil. Hepi topu yetmiş hanesi vardı köyün. Tamam, yakacağımı veriyorlardı, et, süt… Sağolsunlar eksik olmuyordu böyle şeyler. Ama sorun bunlar değil ki… Konuşabildiğin insan yok etrafında. Yalnızsın… Sadece kendinle cebelleşip duruyorsun. Gece gündüz düşünüyorsun. Hele ki kışın! Dakikalar geçmek bilmiyor. Aptallaşıyorsun iyice. Askerlik daha güzeldir. Askerde de zaman geçmez ama en azından çevrende insanlar var. Köyde… Köyde bir tek insanla dahi konuşamıyorsun. Ne konuşacak, paylaşacaksın. Çocuklar doğru dürüst Türkçe bilmiyor. Güya eğitim verdim ben. Yok be abi… Ne eğitimi, sadece Türkçe öğretmeye çalıştım. Çocukların sonu vahim… Ne yapacak o çocuklar? Okul mu okuyacaklarını sanıyorsun? Hayır… Hepsi o köyün küçük dünyasına hapsolacaklar. Halen böyle… Çocuk hepsi… Pırıl pırıl zekâ var. Ama nereye gidecekler? Nasıl gidecekler de önlerini açacaklar?” diye anlatıyordu Mendoza.
  •  
  •  
 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..