Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Nisan '11

 
Kategori
Öykü
 

Bir Mevtadan mektup

Hayat mı? Değmeselerdi keyfime, elbette tarifsiz güzeldi. Hani sıkıntılar girdabı, marazlı, hasta, sakat, kör, topal, yatalak da olsan, aksırsan tıksırsan da ve bir ekmeği beş nüfusa yetiremesen de, dünyada yaşamanın güzelliği anlatılır gibi değildi. Hayatımın, yani sayılı günlerimin kıymetini iyi bildim sayılır. Yaşamın var olan bütün dallarını öyle kıskıvrak elime geçirdim ve onlara iyice tutundum. Tam anlamıyla keyfini çıkarıyordum, ta ki şu an içinde bulunduğum bu derin çukura birileri düşürene kadar. Anlayacağınız, kaçınılmaz son beni de gelip, buldu ve her şey olanca güzelliği ile geride kaldı. 

Kısa bir süre önce; uzun, kapüşonlu, entariye benzer elbisesi ve elinde büyük bir tırpan ile birileri gözüme ilişti. Gözüm pek tutmadı kendisini. Kötü şeyler olacaktı. Çok geçmeden tahminimde yanılmadığımı anladım. O her şeyi pervasızca alt üst etti, yaktı, yıktı, kül etti. İstemediğim halde beni alıp, bilmediğim bu yere getirdi. Benimle randevu yapmakta ısrar ediyordu. “Git başımdan kardeşim. Başka işin, gücün yok mu senin?” falan dedimse de, bir türlü başımdan savamadım. Dediklerime hiç kulak asmadı bile. Kardeşi falan da değilmişim. Ben de biliyorum kardeş olmadığımızı elbet, tanrı yazdıysa bozsun. Demem o ki, ben de lafın gelişi öyle söyleyip, başımdan savarım sandım. Lakin olmadı. Nuh dedi, peygamber demedi. İnadında sonuna kadar direndi. Yalvarmam ve yakarmam da, yanıma kâr kaldı. 

Zorla getirildiğim bu yerde, işler tahmin edemeyeceğiniz kadar karışık ve yoğun. Kimin ne zaman ne olacağı belli değil. Başımızı kaşıyacak vaktimiz yok, her işe bizi koşuyorlar. Öyle yevmiye falan da yok. Kölelik devrinden çok daha kötü. Bu arada zaman kazanıp, randevu yaptığımız kişinin adını hatırlamaya çalışıyorum. Dedim ya öyle çok yapılacak şey var ki, başta akıl namına bir şey kalmadı. O nedenle her şeyi unutur olduk. Yanılmıyorsam adı “Azrail” olsa gerekti. Doğru değilse siz düzeltiniz lütfen. Tanıştığımızda, ekselansları sanırım böyle bir isim söylemişti. Hatta kendisinin melek olduğunu falan da söylemişti. Ben randevuya gitmemek için direndiysem de, nafile. Her ne kadar “yaşamak direnmektir”dense de, en azından bu şiar buralarda tutmadı. Ben direnince, zaptı rapla ve bir sürü silahlı ve külahlı adamıyla gelip, beni de öteki dünya da denilen buraya yaka paça, hırpalayarak getirdiler. 

Biraz önce, beni alıp getireni çok merak ettiğim için, internet odasındaki görevliden rica minnet müsaade alıp, internete girdim. Aman allahım, ne kadar yavaş. Sayfanın açılması için yarım saat beklemek zorunda kaldım. Dünyadaki bağlantı buradakinden milyon defa daha hızlı. Ama neye mal olursa olsun öğrenmeliydim. Yoksa zaten tavşan uykusunu aratmayan yarım yamalak olan uykumuz da kaçacaktı. Öyle ya burada zaman kavramı yok, ona göre de kimsenin acelesi yok. 

Bu nedenle bağlantı ne kadar uzun sürerse sürsün. Sanırım teknoloji de dünyadakinden çok daha gerilerde. Alt yapı falan zaten hak getire, ara ki bulasın. İki lafın belini kıracağın kimsecikler yok. Ben de dahil, gördüğüm herkes düşünceli, dalgın ve tedirgin. İnsanı çıldırtan bir belirsizlik var. Bazen tanıdığım simalara rastladığım da oluyor. Kısa bir süre önce Liz Taylor’u gördüğüm de çok şaşırmıştım. Ben O’na o kadar hayran öldüğüm halde, hanım efendileri selamımızı bile almadı. Oysa ben peşinden koşup, imzalı bir resmini soracaktım. Bizim Ayhan Işık’ın yirmi kilometre ileride kaldığını söylediler. Zeki Müren de yakınlarda bir yerdeymiş. Memleketimin insanı. En azından gider onları görürüm ilk fırsatta. Hiç değilse oturur, varsa birlikte bir çay içer, memleketten bahsederiz. Memleket dedim de, buraya hiç haber ulaşmıyor. Dediğim gibi ben geleli de aslında çok bir zaman olmadı. Sanmıyorum ama Avrupa Birliği yolunda ilerleme var mı? Ergenekon davası ne oldu? Mısır ve diğer arap ülkelerinde herhangi bir değişiklik oldu mu? Saymakla bitmez, merak ettiğim o kadar çok şey var ki. Yakın zaman da memleketten tanıdık birileri gelse diyeceğim ama, olmayan düşmanım da gelmesin. Kalsın olduğu yerde. Gelirse biraz olsun merak ettiğim şeyleri öğrenirim. Tabi gelen kişi dünyadan bihaber değilse. Her şeyi ve herkesi öyle çok özledim ki, boynu bükük kalan çocuklarımı, bir güne bir gün beni incitmeyen dünyalar tatlısı karımı, arkadaşlarımı, kısacası herkesi. Gelmeden önce vaktim olsaydı, dünyada olduğum zaman biliyordum ama, burada hepsini unuttum. Benden önce buraya gelen akrabalarımın, arkadaşlarımın ve tanıdıkların bir listesini çıkarırdım hiç değilse. Siz de işiniz gücünüz yokmuş gibi, şimdi benim cennette mi yoksa cehennemde mi olduğumu da merak ediyorsunuzdur. Bırakın o da benim özelim olsun. Ben hiç bir şeyi ağzımdan kaçırmadım, tabi siz de duymadınız. Etraf tele kulak kaynıyor. Aslına bakarsanız şu mübarek ağzımda ıslanacak bakla falan da yok. Ama ne bileyim, bu diyarda daha çok yeniyim. Herhangi bir duyum almadım ama neme lazım; belki buraların da “ergenekonu, jitemi, her türlü kontrası ve derinlikler için hizmet veren bilumum kuruluşları vardır. Nerede kalmıştık. Evet, güç bela Azrail’in adını araştırmıştım, onu anlatmaya çalışıyordum. Buradaki ‘Google’a “Azrail’in diğer adı nedir?” diye girdiğiniz zaman, bir yerlerde “melek’ül mevt – ölüm meleği” yazsa da, asıl ilginç olan satırlar aynen şöyleydi. Azrailin diğer adı ‘Antep Canavarı Antep’li Abdullah Dayı” dır. Doğrusu şaştım da kaldım. Adamın ünü ta buralara kadar gelmiş. Biraz daha araştırdığımda, Antep’linin 1991 Haziranında benim gibi mevta olduğunu açıklıyordu. Anlaşılan Abdullah Dayı da buralarda olsa gerek. Sakın bir de o benimle randevu yapmaya kalkmasın. Bu kadarı yeter ama değil mi? İnsan bir defa ölür, on kez değil ya! Abdullah Dayı’nın hikayesi oldukça garip ve de tüyler ürpertici. Adam kendi çapında, yukarıda adını saymaya çalıştığım el pençe “vatan-millet ve Sakarya”hizmetlileri gibi bir kişiymiş. Gerçi onun öyle el pençe hizmet gibi bir kaygısı olmamış. İnanmayacaksınız ama Abdullah Dayı tam 43 kişiyi bu tarafa göndermiş. 38 ayrı cezaevinde 48 yıl hapis yatmış. 1991 Haziranında çıktıktan sonra da 48 gün yaşayamadan, bizim tarafa postaladıklarının ardından kendisi de, soluğu burada almış. Dayımın kitabını dahi kaleme almışlar. Dayıma ait bazı bilgileri not ettim. Aslında bilgisayarda çıktısını alacaktım ama yazıcı (printer) olmadığı için yapamadım. Ben de oradaki bir tükenmez kalemle hohlaya hohlaya kalemi ısıtıp yazdırmaya çalışarak, kırışık bir kağıda bir şeyler karaladım. Oysa burası öyle sıcak ki, (Dünyadan kalma alışkanlık işte, kalemi hohlamanın ne alemi var ) dışarıda yüzlerce kazan fokur fokur kaynıyor. Hayatımda hiç bu kadar çok çirkin kadını görmemiştim. 

Etrafta katran kokusuna benzer bir koku da var sanki. Her yüzlerce litrelik kazanın başında büyük kepçeleri ile birer çirkin kadın görevlendirmişler. Çirkin kadının yapacağı yemek de, olsa olsa kendisi gibi olur. Şahsen ben olsam; böyle binlerce insanımla bir yere yemeğe davet edilsem ve yemeğin bu kadar çirkin yaratık tarafından yapıldığını görsem, bunu kendime yapılmış bir hakaret sayarım. O yemeğe kaşığımın ucunu dahi daldırmadan çeker giderim. Dünyada bulunduğum zaman, Yahudiler bırakın çirkin kadını, aybaşı olan kadının yaptığı yemeği dahi yemezlerdi. Bu kadar büyük kazanlarda kime yemek yapıp, kimi ağırlayacaklar bilemiyorum. Savaştan dönen bir ordu mu ağırlanacak acaba, dedim ya ben daha yeniyim bilemiyorum. Burnumu da her şeye sokmasam aslında iyi ederim. Sorması ayıp, bu kadar kazanı nereden buldular. Be mübarekler yüzlerce gereksiz kazanı alacağınıza, üç beş kuruş verip, şuraya bir printer alsanız daha iyi olmaz mıydı? Derdini kime anlatacaksın ki, Allah bilir burada Marko Paşa da yoktur. Ama olağan üstü bir hazırlık olduğu bes belli. Çünkü herhangi bir tören havası falan yok. Hadi hayırlısı bakalım ama, içim de pek rahat değil doğrusu. Bir tedirginliktir sardı, bütün bedenimi. Pek iyi şeyler olacağa benzemiyor. Az ileride de uzunca bir köprüyü andıran bir şeyler yapılıyor. Ben köprü diyorum ama, şimdilik sadece çok ince ve uzun bir ipi bir uçtan diğer uca gerdirmişler. Köprünün olduğu yer oldukça derin bir uçurum. Fakat müteahhit işi iyice ağırdan alıyor. Sanki köprü yapılmayacak da, bu ipte cambazları yarıştırıp, gösteri yapacaklar. Aklım epey eksik geldi, bunu da anlayamadım. Doğrusu dayımı oldukça çok sevdim. Nazım’in aynı cezaevinde olduğunu duyunca, onu da koğuşlarına almak için cezaevi müdürü ile görüşmüş. Nazım koğuşlarına verilirse bir daha adam öldürmeyeceğine dair, Bursa savcısına da yemin billah namus sözü vermiş. Hatta bunun için rüşvetini de eksik etmemiş. Çok geçmeden Nazım’ı aynı koğuşa vermişler. Burada dayımın kitabından biraz alıntı yapayım. Turhan Temuçin adlı tanımadığım bir yazar tarafından kaleme alınmış. Ne diyeyim eline, yüreğine sağlık, ama dayımda anlatım o biçim. ‘Savcının yanından çıkınca koğuşa gittim. Baktım ki eşyalar yeni koğuşa taşınmaya başlamış.Yeni koğuşa taşındığımızda, Nazım baba da biraz sonra eşyalarıyla geldi. Zaten bir eşyası da yoktu. Kalktım elini öpmek istedim vermedi, boynuma sarılıp beni öptü.
"Abi" dedim, "senin suçun ne? Niye yatarsın burada? 

"Benim suçum kalemimdir. Şiirlerimdir. İnsanları sevmemdir. Memleketimi de çok severim." 

Peki abi, biz yazmasını bilmeyiz ama, bizde insanları severiz . İnsanlara kötülük gelmesin diye işler yaptık. Haksızlığa tahammül etmeyiz, haksızlığa uğrayanın yanında oluruz.
Benim atalarımda bu memleket için savaşmıştır. cenk etmiştir. O zaman bizim bunlardan da suçumuzun olması mı gerekir?" 

"Yok, sizin bunlardan suçunuz olmaz. Size bunlardan bir şey demezler, bize derler. Bu yüzdende bana ceza verirler." 

"Neden?" 

"Çünkü bana komünist diyorlar." 

"Komünist ne demek ağam?" 

"İşte bu anlattıklarım, yazdıklarım, düşüncelerim komünistlik oluyor." 

Ben bu "komünist" sözünü yeni duyuyordum.
Güldüm:
"O zaman demek ki, ben de komünistim de haberim yokmuş." 

Bu kez de o dev gibi adam güldü:
"Yok olmaz öyle şey. Çünkü sen haksızlıkların üzerine silahla gidiyorsun. İnsan sevgisini, haksızlık yapanı öldürerek göstermek istiyorsun. Ben bu işi kalemimle yapıyorum. Kalemimle anlatıyorum.Senin silahın patladığı yerde kalır, benim kalemimse bu haksızlıkları anlatarak, bir gün bu düzeni patlatır, anladın mı?" 

Hiç bir şey anlamamıştım, ama bu dev gibi yiğit adamı çok sevmiştim.’ Nazım daha sonra Ankara’dan gelen bir emirle başka bir yere nakledilince, Abdullah Dayı; “Savcı ile olan kavlimiz bozuldu” deyip, icraatlarına kaldığı yerden devam etmiş. Peki ben ne yapayım. İyisi mi sorup soruşturayım. Abdullah Dayıyı bulayım. Görünen o ki, burada her şey zorlaşacağa benziyor. Köprüler, kazanlar falan yüreğimi daralttı. İyisi mi dayımın adamı olayım, kendisi ile güzelce muhabbetimi artırayım. Koluna gireyim, dost olayım, aramızdan su sızmasın. Hatta olmadı naramızı atıp, bize yan bakan kimsenin olup, olmadığını öğrenelim. Etrafı kolaçan edelim. Bari onun sayesinde; burada iyice ıslanıp, erimeye yüz tutan tuzumuzu biraz olsun kuruturuz, diye düşünüyorum. Dedim ya hayat güzel, nerede olursa olsun. Madem bundan sonra bu mekandayız, o halde bunu iyi kılmanın yollarını araştırmak gerekiyor. “Ya Allah, ya bismillah.” Kolları sıvayıp Abdullah Dayıyı bulayım. O’nu bir güzel kucaklayayım, o mübarek ellerinden öpeyim. Saygıda kusur etmeyeyim. Ağzından çıkan her kelimeyi bir emir olarak göreyim. Hemşehri sayılırız, hatta akraba dahi olabiliriz diyeyim. “Abdullah Dayı nerelerdesin? Bekle beni geliyorum. Bekle ne olursun!” Mutlu olun. Beni kafanıza takıp, düşünmeyin. Hayatın tadını çıkarıp, diyarınızı peşin yaşanan cennet eyleyin. Ömrünüz bereketli olsun. Bir daha ki mektubumda adresim belli olursa yazarım. Kim bilir belki sizlerden de bana yazanlar olur. 

Kalın sağlıcakla. Selam ve sevgilerimle… 

Adı – sanı mühim olmayan bir Mevta Aydın Yılmaz Amsterdam, 10 Nisan 2011 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..