Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Şubat '08

 
Kategori
Anılar
 

Bir nükte ustası: Şürkü Kurgan

Bir nükte ustası: Şürkü Kurgan
 

Tane tane konuşan, hazırcevap, nüktedan, ağzından bal akan, her çeşit fıkrayı çok güzel anlatan ve insanları sıkmadan kendisini dinletmesini bilen birisiydi, eski kültür ataşelerimizden eğitimci ve Nasreddin Hoca uzmanı Şükrü Kurgan. Yıllarca Gazi Eğitim, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültelerinde görev yaptıktan sonra emekliye ayrılmıştı. Ankara’da yalnız yaşıyor ve ilerlemiş yaşına karşın, gereksinimlerini tek başına kendisi karşılıyordu. Elinde bastonu, kolunda küçük kulplu bir sepet, ağır adımlarla ilerlerken görülürdü Bahçelievler sokaklarında.

Şükrü Hoca ile sık karşılaşırdık; bazen yolda, bazen bir toplantıda. Ayaküstü çok sohbetlerimiz oldu. Hemen bir anı ya da fıkra sıkıştırırdı konuşmasının arasına. Bir gün, Gazi Eğitim’de çalışırken başından geçen bir olayı anlatmıştı:

—İki kapılı bir Volkswagen’im vardı. Gazi’ye onunla gidip gelirdim. Ders çıkışı bazen öğrencilerim de binerdi Beşevler’e kadar. Bir gün bindim arabama, çalıştırdım onu; tam hareket edecektim ki öğrencilerimden birinin yanımdan geçmekte olduğunu gördüm. Seslendim ona:

—Haydi, gel. Beşevler’e kadar götüreyim.

—Teşekkür ederim, Hocam. Benim işim acele…

Şükrü Hoca’yı bir akşam eve yemeğe davet ettim. Kırmayıp kabul etti. Akşamüzeri almaya gittim. Giyinip kuşanmış, bekliyordu. Çıkarken, çiçek sepetini alıp bana verdi ve kapısını kilitledi. Bir eliyle bana tutunarak arabaya kadar geldi. Havadan sudan konuşarak evin önüne vardık. Arabayı park ettikten sonra inmesine yardım ettim. Koluma girdi. Eve geldik. Kapıyı eşim açtı. İyi akşamlar diledikten sonra, Hoca ona şöyle dedi:

—Şimdiki usul ayakkabıyla girmek ama bana terlik verirseniz, kendisine kağıtlı şeker ikram edilmiş, küçük bir çocuk gibi sevinirim.

Elimden çiçek sepetini aldı ve eşime sundu. Sevecenliği, beyefendiliği ve babacanlığı ile, Şükrü Hoca ısıtıvermişti küçücük yuvamızı.

Yemek sırasında, edebiyattan, eğitimden ve güncel konulardan söz ettik. Salona geçtiğimiz zaman, eşim kahvelerimizi getirdi. Şükrü Hoca, evimizde puro olup olmadığını sordu. Olmadığını da öğrenince, “ Size bir fıkra anlatayım, o zaman” diyerek konuşmaya başladı:

—Adamın biri, bir eve davet edilmiş. Yemişler, içmişler. Ev sahibi misafirine puro ikram etmiş. Ama konuğun verdiği cevap karşısında da şaşırıp kalmış: “Teşekkür ederim. Ben puroyu ancak nefis bir yemekten sonra içerim.”

Aradan birkaç hafta geçti. Bir akşam, yemekten sonra gazetemi alıp odama çekildim. Cumhuriyet Gazetesi’nde Mustafa Ekmekçi, 12 Eylül 1980 sonrası Türk Dil Kurumu’nun yeniden yapılanması ve Prof. Dr. Hasan Eren’in başkanlığa getirilmesinden söz ediyordu. Makalesinde bir de anıya yer vermişti: Prof. Dr. Hasan Eren, Prof. Dr. Doğan Aksan ve Şükrü Kurgan’ın Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili Bölümü’nde görevli olduğu yıllarda sınav döneminde bir kız öğrenci, Şükrü Hoca’nın fakültedeki odasına gelir:

—Hocam, beni kız arkadaşlarım yolladı. Size sormamı istedikleri bir konu var.

—Buyur, yavrum. Seni dinliyorum.

—Doğan Hoca’nın sınavına midi etekle girersek, iyi not alıyoruz. Hasan Hoca ise mini eteklilere daha cömert davranıyor. Sizin sınavda nasıl giyineceğimizi bilemiyoruz. İşte bunun cevabını almam için gönderdi beni arkadaşlar.

—Yavrucuğum, ben giyime kuşama pek önem veren birisi değilim. Nasıl giyinirlerse giyinsinler, giyinmeseler daha da iyi olur.

Gazeteyi kapatıp Hoca’ya telefon ettim.

—Hocam, ben Mustafa. Cumhuriyet’teki yazıyı okudunuz mu?

— Ay, Mustafacığım, beni ihya ettin. Eski günlerimi anımsattın bana. Eline, diline, kalemine sağlık.

Şükrü Hoca, çok sevinçliydi. Bir şeyler söylememe fırsat vermiyor, sözcükleri peş peşe sıralıyordu. Bense suskun, onu dinliyordum. O denli mutluydu ki “Bakın Hocam, ben Ekmekçi değilim” diyemedim. Deseydim, mutluluğu belki de bir kuş olup uçup gidecekti. Lafı yuvarlayıp durdum ve bir bahanesini bulup konuşmayı kestim.

Bu telefon görüşmesi huzurumu kaçırmıştı. Duramadım evimde. Bindim arabama, Hoca’yı ziyarete gitmek için. Yolda bir kuruyemişçinin önünde durdum. Bir şişe kırmızı şarap ile biraz çerez aldım. Yolda ne diyeceğimi düşünüyor, planlar kuruyordum. Hoca’nın evinin önüne varınca arabayı park edip Hoca’nın kapısının önünde bir süre bekledim. Heyecandan kalbim yerinden fırlayacaktı adeta. Zile bastım.

— Gel, Mustafacığım, gel. Bugün çok mutluyum. Cumhuriyet’te beni eski günlerime götüren bir yazı çıktı. Az önce de Ekmekçi aradı. Uçacak gibiyim sevincimden. Vay, vay! Kırmızı şaraba da bayılırım. Bak bu iyi işte. Dur, şuradan iki bardak alıp geleyim de birer tek atalım.

— Hocam, şey… Hocam.

— Sen salona geç, geliyorum.

Söze nereden başlayacağımı bir türlü bilemiyordum. Keşke telefonda kendimi daha iyi tanıtsaydım! Bir çuval inciri berbat etmiştim. Şükrü Hoca, şişeyi açıp bardaklarla birlikte bir tepsiye koymuş, salon kapısında göründü. Hemen yerimden fırlayıp aldım tepsiyi elinden.

— Hocam, az önce konuştuğunuz kişi, Ekmekçi değil, bendim.

— Hiç önemli değil. Önemli olan, bu saatte yalnızlığımı şarapta boğmama yardımcı olacak ve mutluluğumu paylaşacak bir Mustafa’nın olması. İster Ekmekçi ister Yalçıner! Ne fark eder?

Emekli olunca ayrılmıştım Ankara’dan ve oraya artık pek sık gitmiyordum. Bir gün duydum ki Şükrü Hoca’nın evinden alışılmadık bir koku gelmeye başlamış. Tam da Yunus’un dediği türden:

“Bir garip ölmüş diyeler

Üç gün sonra duyalar…”

 
Toplam blog
: 95
: 1738
Kayıt tarihi
: 12.06.07
 
 

Emekli öğretim görevlisi, çevirmen, öykü yazarı, kültür ve düşün dergisi Gerçemek'in sahibi ve ge..