Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Temmuz '10

 
Kategori
İyi Manzaralar
 

Bir peri masalı ve masa da masaymış ha.

Bir peri masalı ve masa da masaymış ha.
 

Masa..:))


İçimiz kıpır kıpır mutlu bir heyecanla çıkmıştık yola. Annemin bitmek bilmeyen “ne zaman evleneceksin” soru yağmurlarına, sonunda bulunmuş bir yanıttı heyecanımız. Dünyanın en iyi kardeşini, dünyanın en iyi evladını, bir peri kızıyla dünya evine sokmaya gelmiştik Şehr-i İstanbul’a. Bizi bu süre içinde konuk edecek olan, damadın en iyi arkadaşı, annemle babamın ikinci erkek evlat saydıkları sevgili ev sahibimizin sıcak gülümsemeleri ile karşılandık.
Evin önünde arabadan indiğimizde dar uzun sokağın ucundan kocaman kırmızı bir tepsi gibi batmak üzereydi güneş. Aman fotoğraf makinesini çıkarayım açayım derken manzarayı ancak ucundan kıyısından yakalayabildim. Alaca karanlıkta hayal meyal görünen o şey galata kulesi miydi? Sonra soluma dönmeyi akıl ettiğimde devasa bir bina ile selamlaştık. Sokağın bir tarafında konuk olacağımız ev karşı tarafında bütün ihtişamı ile Selimiye kışlası öylece duruyordu.

17. Yüzyılın sonlarında, Osmanlının ihtişamını ifade etmek üzere bu kadar büyük inşa edilen bu bina hakkında küçücük bir öykü dinledik, merdivenleri çıkarken babamdan. Efendim kışla öyle büyük öyle büyükmüş ki; Zamanında baba oğul burada askerlik yapmışlar da, askerlik bitene kadar birbirlerine rastlamamışlar…J)

İki kat merdiveni tırmandıktan sonra kapı açılıp salona girince manzara karşısında çakılıp kaldık. Sevimli ve sade döşenmiş salonun sokağa bakan duvarı boydan boya camdı. Ve camın önünde de ahşap bir masa bütün sevimliliği ile öyle davetkâr bizi bekliyordu.
Görür görmez dudaklarımdan ilk dökülen cümle;
-Edip Cansever’in masası bundan başkası olamaz…

Hani şu şiir;

Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu

Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.

Evet işte o masa… Tam da karşımda öylece duruyordu. Bir şiirdeki masa ile karşılaşmak muhteşem güzellikte bir duygu inanın. Bu aşina olduğum şehirde, ama ilk kez geldiğim ve tanımadığım bu evde bu kadar aşina bir masayla rastlaşmak… Yabancı bir ülkede, kendi ülkemden tanıdık bir simayla karşılamışım gibi sımsıcak bir duygu… Edip Cansever’le karşılaşmışım gibi hatta… Sanki önceden ben şiirlerini okurken, işte ben de aynen böyle demek istemiştim diyerek onu okurken, bana bir masa anlatmış… Şimdi de sanki hiç ölmemiş de o anlattığı masada buluşmanın heyecanını yaşıyoruz gibi, çok sahici görünen o tuhaf, uçuk his…

Bavulları koridora atar atmaz masanın davetine icabet ettik elbette. Aman Tanrım neler görünmüyordu ki; boylu buyunca salonun önünü kaplayan camın önündeki bu masadan. Pencerenin soluna yanı sokağın üst başına baktığınızda Nizamiye kapısından başlayarak, sokağın ortasına ve bizimde penceremizin önüne kadar gelen, muhteşem kuleleriyle o devasa yapı, Selimiye Kışlası ve küçük bir koru sayılabilecek yemyeşil bahçesi. Bahçenin alt ucunda eskiden kışlanın atlarının su içtiği çeşme Bahçenin arkasında Marmara denizi ve zarif minaresiyle eski bir Osmanlı camisi. Sağa doğru devam edersek boğazın Ahırkapı feneri tarafındaki Marmara girişi. Sonra o tarihi yarım ada, yani asıl İstanbul,yani biraz Bizans biraz Osmanlı olan saray burnu… Sırasıyla sayarsak; önce Sultan Ahmet Camii, (1 minaresi hariç 5 minaresiyle çok net görünüyor) sonra Ayasofya olması lazım ama koca bir çınar yazları bunu görmemize müsaade etmiyor ( ancak kışın, yaprak döktüğünde görünüyormuş) sonra kubbeleriyle Topkapı sarayı Sonra sokağın alt ucundaki birkaç ev ve çatıları, sonra sokağın boğaza açılan alt ucundan Galata Kulesi…

Başka hangi masa olabilir Edip Cansever’in masası ki? Hem evinizde masaya oturmuş, yemek yiyor ya da televizyon izliyor, ya da gazete, kitap okuyorken, bir yandan da dünyanın sayılı güzel şehirlerinden birinin en önemli tarihi dokusunu, bir de üstelik denizi, bir de üstüne yemyeşil doğayı izleyebiliyorsunuz.

Konukluğumuz süresince fedakâr ev sahibimiz neler koymadı ki o masanın üzerine. Soğuk soğuk kavunlar, şeftaliler üzümler, sıcacık kahvaltılar, tavşankanı demli çaylar ve dostluk ve fedakârlık ve arkadaşlık ve samimiyet ve emek ve vefa…

Sonra ne mi oldu? Peri kızı ile dünyanın en iyi kardeşinin düğünü oldu..:)) Her şey bir peri masalı gibi başladı, efsunlu bir masanın etrafında sıcacık devam etti, binbir gece masalı gibi bir düğünle noktalandı. Sevgili annem, babam, çocuklarım ve ben seyahat ettik, bir masanın büyüsünde uçtuk, bir ev sahibinin mükemmelliğinde ağırlandık, peri masalı gibi bir düğünde uzun zamandır görmediğimiz bir sürü zarif, şık, samimi, sıcak kuzenle buluştuk, mutluluğa boğulduk, oynadık, söyledik…J)

Kısacası onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine…J) Gökten üç elma düştü; Biri yazanın, biri okuyanların, biri de nasıl teşekkür edeceğimizi bilemediğimiz ev sahibimizin ve düğün konuklarımızın başına..:))

 
Toplam blog
: 54
: 1158
Kayıt tarihi
: 22.06.07
 
 

7 Ocak 1960... Hayatın öğrettiği herşeyi okumak ve yazmak için buradayım.....