Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Aralık '07

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Bir puslu gece

Bir puslu gece
 

Şehir Işıkları ezgi umut


Yine yollardayım. Uyukluyorum. Puslu bir gece basıyor. Araba kavşağı dönerken savrulunca göz kapaklarımı zorlukla aralıyorum. Bugün arabada okuma yok. Bu halde uykusuz nasıl seyredeceğim oyunu, onu düşünüyorum. Ya dalıverip hırıltılar çıkarırsam. Sanki düşündüklerim oluvermişçesine kızarıyor yüzüm. Ne büyük saygısızlık olur sanatçılara. Sanatın yerin dibine itildiği, müziğin yok sayılma olasılığının açıkça ortaya çıktığı bu günlerde duyarlı olanların, aydın geçinenlerin, insan geçinenlerin gereken özeni göstermesi gerekmez mi? Elbette gereken tepkiyi de verecek en baştan sanatçılar. Sanatçı olmanın yükümlülüğü de, santçıya değer vermenin önemi de büyük. Uygar olmaksa amaç sanatçı ona ulaştıran aracın itici gücüdür. Sanat olmadan ne kavrama , ne sorgulama, ne de yaratıcılık olur. Ama biz at gözlükleri takmayı pek severiz, hemen yapıştırırız:

"Canım beğenmiyorsa gitsin, ben kalacam."

Onu mu demek istedi sanatçı? Ne demek istedi diye düşünmeden ani bir öfke fırtınası ile damarlarımızdaki al yuvarlar çalkalanmaya başlar. Zararı en çok kendimize. Bunlar iyi niyetli fakat hızlı düşünenlerdir. Bakmayın eleştirdiğime. Ben de çoklukla duygusal davranırım. Sanatı yaşamlarımızdan çekip almaya çalışanları değil de nedense konuşan sanatçıyı suçlarız.

Bir de kafasında yedi tilkinin kuyruğu birbirine çarpmadan dolananlar vardır, yetilerle donanımlı olanlar yani zekaca taçlanmış olanlar.. Onlardan bazıları da kimin tramvayına binerse onun düdüğünü çalar gibi görünür. Bunlara diyecek bir sözüm yok, olamaz zaten. Beni mi dinleyecek? Öylelerince göre sıfır derecede saf kabul edildiğimi de farkındayım. Neyse canım...

Uyuma korkumun horultulu hırıltılı kabusunu kovmaya çalışıyorum usumdan. Şimdi önemli olan saat. Oo daha çok varmış. Sanırım koyu bir kahve içmeme bile zaman kalacak oyun başlamadan önce. Sonra gazetemi de alırım. Şöyle kitap evlerinde hızlı bir tur atmaya yetişecek kadar zaman bırakmak için keşke erken çıksaydım, keşke öğleden sonra biraz kestirseydim. Uykusuzca okunanlar ne kadar giriyor usuna. Evet ya! Ne demişti Descartes? Haydi bakalım, hatırla hatırlayabilirsen.

Yola tanımayan gözlerle bakıyorum samanmış gibi, bu direkler burada var mıydı? Sanki bir an sonra nereden gelip nereye gittiğimi de tümden unutuvereceğim. Düaliteydi. Tamam hatırladım. Ruhla maddenin ayrı oluşunu da ispatlamıştı. Bir de ikisinin iletişime geçtiği çamkozalağı noktası bulmuştu. Bence sinir sisteminin çok güzel yani o devir için 1600 ler için oldukça güzel bir açıklamasını da yapmış. Tanrının varlığını da ispatlamış Descartes. Herkes sonununda söylediği "cogito ergo sum"ı bilir de, o çıkarsamayı nasıl yaptığından haberdar mıdır?

" Düşünüyorum o halde varım."


Bu düşünürler aslında gerçekten dahilik derecesinde zeki insanlar. Descartesi'in bilim ile dini ayrı kulvarlara sokan ispatı da oldukça ilginç geldi bana. Çok zekice. Felsefe konusunda Remzi kitabevinden çıkmış olan Pr Dr Macit Gökberk'in" Felsefe Tarihi"ni hararetle öneririm.

Volter'in ilginç yaşantısını ise değerli aydınlanmacı Server Tanelli'nin hazırladığı "Volter ve Aydınlanma" adlı eserden zevkle okuyacağınıza eminim. Bendeki Adam yayınları baskısı ama sanıyorum Alkım'dan yeni baskıları da var Server Tanelli'nin kitaplarının.

Felsefe öyle bir dal ki çevirilerde çok yeni tam kullanıma girmemiş abartılı sözcükler kullanıldığı ya da iyice eski pratikte yaygın olmayan Osmanlıca kelimeler kullanıldığında anlaşılması kavranması çok güç. Macit Gökberk'in ve Server Tanelli'nin kitapları çok rahatlıkla okunup kavranabilen kitaplar.Çünkü bu değerli iki insanın geniş bilgi ve deneyim süzgeçlerinden süzülerek damıtılmış bilgiler sunuluyor her bir kitapta.

Filozoflardan biri de rüya görülmeyen uykuda düşünülmediği savıyla karşı çıkmış Descartese. Uykuda düşünür müyüz? Daha doğrusu rüya görülmeyen uyku var mıdır? Yoksa rüya görürüz de hele de uykumuzu aldıysak hatırlamaz mıyız? Neyse gerisini düşünmeyeyim. Yine uykum geliyor. Şu üniveristenin önünden geçerken de artık hep uçak kazasında kaybettiğimiz meslektaşlarımı anımsayacağım. Aniden göz yaşları hücum ediyor. Kendine gel bak kadın ağlıyor diyecekler.Sonra niye ağlıyor diye merak edecekler. Bu tür olaylar için kenar mahalle sayılır. Yani mahalle baskıları falan filan nedeniyle burada bu noktada, dış önem kazanıyor.

Belleğim siliniverecek ve çıplak kral gibi ortada kalacakmış gibi hissettiğim anları genellikle yollarda vasıtanın o kirli camlarından dışarı bakarken yaşıyorum. Dışarı bakmadan, arabanın nerede olduğunu tahmin etmeye çalışıyorum elimde okuduğum ne varsa ona odaklanmışımdır oturduğum andan sonra ve aniden okumayı kesip yeri tahmine kalkıyorum. Kendi kendime oynadığım küçük bir bellek oyunu ya da imgesel bellek oyunu mu demeliyim uzamla ilgili? Zamanla da ilgili bir şey. Tahmin ettiğim yer mi diye dışarı baktığımda o zamana kadar hiç dikkatimi çekmemiş olan bir ayrıntı, bir ağaç, bir bina, bir duvar, bir oyuk ne bileyim işte o ilk bakışta gözüme çarpan öyle yabancı geliyor ki.

Ne pis bu toplu taşıma araçları, hele camları çamur içindedir hep. Kıyıda köşede kalan bir semt diye mi acaba ? Arabanın aydınlatması da donuk ışıklarıyla değerli yazarımız Rıfat Ilgaz'ın "Karartma Geceleri" romanındaki karartılan geceleri çağrıştırırken ve teypten sürekli acı acı ağlayan bir arabesk ezgi yüreğinizi dağlaya dağlaya bütün moral sisteminiz baş aşağı olmuş tamamlarsınız yolculuğunuzu. Pek de kenar sayılmaz semtimiz artık bu tarihi kent o kadar genişledi ki etekleri çekildikçe uzayan dev bir giysiye bürünmüş bir efsaneye, Guliver'in dev kraliçelerine dönüştü. Camlar bugünkünde de pis. Belki de ondan yaşıyorum yabancılığı. Gözlük de takmam buğulandığı için. Sonra anacaddeler ve otobanlar dışında yolda alacakaranlığın o körleştirici hüznü. Arabanın içi de hele mavimsi ışıklarla aydınlatılmışsa, ben buna "gece klübü" diyorum, dışardaki sıkıntı gelip yüreğinize yüreğinize basmaya başlıyor. Yok mudur bu araçları aydınlatmanın bir standardı? Bazen yanınızda oturanın yüzünü bile göremeyecek kadar karanlık oluyor aracın içi.

Otobüsler farklı mı sanki? Eski otobüslere susturucusu olmayan yeni motorlar takıp içini de halıfleksleyip, o güzelim rahat ergonomik kahverengi deri koltukları söküp atarak , sıcakta cayır cayır yakan ve ortopedik bir kullanımı olmayan sentetikle kaplı koltuklarla döşeyerek sundular biz sayın yolcuların kullanımına.

"Otobüsünüzü -büyük fedakarlıklarla- yeniledik"

Yani buna da şükredin bakın eski bir döküntüyü nasıl yolculuk boyunca 120 desibellik motor gürültüsü müziği ile adrenalininizi yükselten müthiş pragmatik bir araca çevirdik. Açıkça söylemek gerekirse arabesk de çalsalar minibüsleri o gürültülü müzik kutusu otobüslere yeğlerim. Otobüs şöförleri de geceleri bir bölümün ışığını kapatıyor. Mübarek sanki şehirlerarası yolda sürüyor. Oysa otobüsün güzergahı üstelik de sodyum ya da cıva buharlı lambalarla aydınlatılmış.

Bazen sırada gıcır gıcır oturma yerleri tek kişilik ve en önemlisi de içerisi Taksim meydanının Mobese altları kadar aydınlık minibüslerle de seyahat ettiğim oluyor. O zaman tuhaftır müziği de pek açmıyorlar. Modernlik bu galiba yani halkımıza yansıması. Loş artı arabesk eşittir hüzünlü toplum.

Minibüsten inemeyeceğim bu gidişle çünkü aslında biraz da oyundan bahsetmek istiyordum. Haydarpaşa Numunenin ek binalarına bakınca nedense Milliyet bloglarımızda yazan Süleyman Ekim arkadaşımızın "Cami şeklinde lise cami şeklinde stadyum" başlıklı bloğu geldi usuma. Hiç komik değil ama sinirden gülüyorum. Haydarpaşa Numuneye yapılan ek binalar kemerli pencereleriyle aslında Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde 1950 ye kadar olan mimariye bir dönüş niteliğinde sanki. Tabii Mimariden pek anlamam ama bugün merak edenin tek bir kaç kelime yazarak öğrenebileceği temel bilgiler yalanıyla, yanlışıyla, doğrusuyla internette mevcut. Hele bir yabancı dili olanlar için seçenekler daha da çoğalıyor.

Bu konuda geçmiş yüzyılımızın mimarlık ve siyasetini de canlı örnekleri ile yaşayacağınız bir kitabı değerli mimar ve sanat tarihçisi Pr Doğan Kuban'ın yaşantısının dile geldiği " Bir Rönesans Adamı" adlı İş Bankası Kültür yayınını önerebilirim. Söyleşiyi de yine bir mimar, Müjgan Yıldırım yapmış.

Neyse kahvemi içemedim ama oyundan önce iki kitap alacak kadar zamanım oldu. Bir haberinden yararlanma konusunda yardımlarını esirgemeyen bir muhabir dostun kitapları bunlar. Bu yazıya oturmadan da bohçasını açarak ilk öykü- anlatısını okudum. İronikliği ile güldürüp, kolay okunan ve yöreye özgü aksanları da katarak hoş bir anlatı oluşturmuş gazeteci Adnan Gerger "Yürürlükteki Yalanlar" adlı öykü kitabında. Babil'den yayımlanmış.

Tiyatroda yerim güzeldi. Yanımda oturan kişiden, uyursam beni dürtüklemesini rica ettim.
Oyun Anton Çehov'dan mış "Üç Kız Kardeş". Kendime öyle bir kızdım ki. Sen kalk ta dört yıl önce Çehov'un "Bütün Oyunları" adlı kitabının ve çevirmeni değerli şairimiz Ataol Behramoğlu'nun; kurgusunda önemli düğümü oluşturduğu ancak, tuğla gibi görünümü ile de yayınlanma şansını kaçıran koca bir kitap yaz ve tiyatroya giderken Çehov'un oyununa gittiğinin ayırdında bile olma! Olacak şey mi bu?

Tiyatroda olmayacak yapılamayacak bazı davranışlarla ilgili birkaç gözlemim oldu. Oyun sırasında fermuarlı çantalarını çırt cırt açanlar, ikide bir cebinden çıkardığı cep telefonunun acayip ışıklı ekranına bakarken gözünüzü alanlar ve perde arasında aldıkları firigo tarzı yaldızları gıcırtılı şeyleri yerken haydi seyircileri bırakın sanatçıların rahatsız olabileceğini düşünmeyen insanlar. Henüz mısır patlağı girmemiş tiyatro salonlarından içeri. Bu teselli vericiydi. Ben düşünürüm ki tiyatro sanatçıları için alkış çok önemlidir. Birçokları alkışlarken kalkıp paltonu çantanı toparlama bir dakika daha alkışla da sonra yap bunu.Dışarıda karakış üflemiyor bu gece. O insan senin alkışlarını beklemekte değil mi? Buna bile dikkat etmeyenleri gözlemledim üzülerek. Buna rağmen alkıştan inledi salon.

Açılış sahnesi çok görkemliydi. Sanatçıların çoğu da hakkını vererek oynadılar. Çok emek vermişler. Bunu belirtmeliyim. Daha önce de söylediğim gibi oyunun yazarı Anton Pavloviç Çehov. !860 da Rusya'da doğuyor ve 1904 yılında yakalandığı verem hastalığından ölüyor Almanyada. Aslında bir doktor. Tıp fakültesinde okurken başlıyor dergilerde yazmaya. Kısacık ömrüne kıyasla son derce üretken bir yazar. Üç Kızkardeş adlı oyunu hastalandıktan sonra 1901 yılında sergileniyor.

Oyunu Haldun Taner'de sahneye koyan 1963 doğumlu Sırbistan doğumlu Nikita Milisojevic ise Balkanlar ve Avrupa'nın sayılı yönetmenlerinden. Çehov'u hem kendisine en yakın gördüğü hem de eserlerinde samimiyet bulduğu için seviyor.
" Onun eserleri benim için çok önemli ve derin mesajlar taşımakatadır...Hayatımda hep o temaların izini sürdüm ve ondan sürekli yeni şeyler öğrendim. Çünkü Çehov bizi kendimizle


Oyuncular ile seyirci arasına gerilen ince tül;adeta dişarıdaki gerçek yaşamın puslu gece atmosferini sanki içeri taşımışçasına etkileyiciydi. Oyunun onca canlılığına rağmen gözlerimi açık tutmak için olağanüstü çaba harcadım. Ama bana teselli veren sözcükleri de pek kaçırmış sayılmam. Haldun Taner sahnesinin bir özelliği de akustiğinin iyi olması. Örneğin Ümraniye'deki Belediye tiyatrosunda ne yazık ki akustik iyi değil ve bazı yerlerden sözcükleri duymakta zorlanabilir izleyici.

Babalarının bir yıl önce bugün öldüğünden bahseden Olga artık yaşamam diye düşündüğünü anlatıyordu kardeşlerine ve dostlarına.

"Ama bak bir yıl geçti, yüreğimiz daralmadan anımsıyoruz bunu" der.

Bu tam da yolda ölümle ilgili göz yaşları döktüğümde düşündüklerimdir. Bu duyguları somutlaşmış olarak oyunculardan duymak beni etkiledi. Oyunu anlatamayacağım ama anladığım şudur ki insanın yalnızlığı üzerine yazılmış bir eserdir, evrenseldir. Bir evde tıkış tıkış yaşarken de yapayalnız ve yalıtılmış olabilirsiniz. 1887-1890 yılları arasında yazdığı bu oyunu bugün de taşıdığı tezlerinden bir şey kaybetmiş değil. İkinci perdede hemen dramatik yapısına kavuştu oyun. Bu bağlamla birlikte değerlendirildiğinde ilk perde de fazlaca duyulmayan bazı konuşmaların bilinçli olarak o şekilde verildiğini düşündüm. Yani ilk perdede bir neşe, eğlence, boşvermişlik ve hayaller vardı. İkincide ise drama gerçekleşiyordu.

Bozcada'da konuştuğum bazı gençler biran önce büyük şehire yani İstanbul'a gelmek istediklerini oralarda yalnız ve yalıtılmış kaldıklarını söylemişlerdi. Kasabadan ille de çıkıp büyük şehre gitmek isteyen kahramanlar bana bu konuşmalarımızı anımsattı. Bu sadece adalar için değil belki de tüm küçük yerler için geçerlidir. Diğer bir neden de iş bulmaları. belki de ana neden. Örneğin Denizli'nin ilçesi Bekilli'de yaşayan genler oralarda şarap fabrikalarında iş buldukları için büyük şehirlere gitmeye pek istekli görünmediler bana. Ancak 1 YTL ye mal olan bir şişe sofra şarabına konulan çok yüksek vergiler nedeniyle oralarda da şarap fabrikaları kapanmanın eşiğine gelmiş durumdaydı bağ bozumu mevsiminde. Umarız üreticimizin düşürüldüğü bu zor durumu geri alarak ÖTV vergisini makul seviyelere çekerler.

İnsan Moskova'da bir kahvede yapayalnız otururken gerçekten köydekinden daha az mı yalnızlık çeker? Bu da yanıtının arandığı bir soruydu oyun boyunca. Benim de düşüm "tersine göç" , yani kırlarda yaşamak, çiftçilik zeytin yetiştirmek, ununu elemiş biri için olabilir tabii. Öyle sakin yerleri özlüyorum. Bu nedenle Bozcaada'da evi olanlara özenmiştim. Bazen de düşünüyorum İstanbul'da doğup büyüyen birisi için hayali iyi de, pratikte ne kadar geçerli olur öyle yalıtılmış yerlerde yaşamak? Örneğin tiyatro yok, sergiler yok, atölyeler yok. Artık yazmak istiyorsan eğer bunlardan elini ayağını çekip konularında yoğunlaşmalısın ve sadece okumalısın diyen iç sesle süregiden kavgalarım bile var. Sanattan koparak, sadece dört duvar arasında yazamayacak bir kişilik yapısına evrildiğimi görüp şaşırmaktayım. Aslında usumda hep Nazım Himet'in yaşamı ciddiye alma felsefesi " Yaşamaya dair"

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.

Geçen hafta Umberto Eco'nun Kraliçe Loanna'nın Gizemli Alevi adlı yapıtını okudum. Elimden bir türlü bıraklamadığım için epeyce bir uykusuzluğa neden oldu ama değdi doğrusu. Uykudur, uyanıklıktır, bilinçtir, bellektir, usdur... diye düşünürken minibüste usuma düşenlerden biri de Eco'nun kitabıydı. Son derece felsefi ve eleştirel ama o kadar akıcı ki felsefesi içinde erimiş. Bence Umberto Eco da yakında çoktan hakettiği Nobel ödülü alacaktır. Gerçekten çok güzel bir roman. Yazımı yorulmadan okuyup bu satırlara gelebilenlere bir armağan olarak bu Eco kitabını okumaları önerisini yapmak isterim. Doğan Yayınlarından çıkmış 2005'de sanırım. İçinde bir yüzyılın tarihini de, günahlarını da barındıran çok güzel bir yapıt. Aramızda yaş farkı olmasına rağmen yirminci yüzyılın 40 larından 60'larına gelişme daha yavaş olduğundan sanırım ortak paylaştığımız pek çok anıyı buldum unuttuğum pek çok olguyu da anımsadım Eco'nun kitabıyla. Eco'dan okumamış olanlara "Gülün Adı" filmini hatırlatalım. Eco'nun aynı adlı kitabındandır. Romanın müthiş bir finali var ama bittikten sonra hala üzerinde düşünmenizi sağlayarak felsefi yorumlara ulaştıran çok sağlam bir kurgusu var.

Aradan bir bin yıl geçtikten sonra kalırsa kitaplar onlardan biri de Eco'nun bu romanı olabilir mi? Yüzyıllar sonra neler olacak? Bazen acaba tekrar tabletllere ya da taşlara filan kazınsa mı önemli şeyler diye saçma, ilk bakışta gerici gelebilecek tuhaf düşüncelere kaptırdığım da oluyor. Zaten o denli tahrip edilen bir dünyada canlıların kalması da olası değil. Bakınız on yıl oldu mu Mars'ta eskiden su olduğuna dair izler bulunması. Sonra konu kapatıldı. Şimdi yeniden Mars'ta bir zamanlar canlı organizmaların yaşadığından bahsedilmeye başlandı. Oysa bu on sene önce ileri sürülünce hemen ört bas edilmişti. Konu Mars değil. Konu bana göre oradaki canlılara ne olduğu. Su da yok. Yoksa bizim gezegenin suları da yavaş yavaş kendini tüketmeye ve biyolojik zincirde ya da üretim zincirinde belli noktalarda biriken moleküller olarak kalmaya mı başladı? Bunlar da gezegenin geleceği konusundaki sıkıntılarımız. 2030 da tamamı eriyeceği söylenenen buzulların 2012 de eriyip biteceği iddialarına ne demeli?

Uykuda olanları bile çözümleyememişken, yüzyıllar sonra olacakları nasıl öngörebiliriz? Elbette ki bilimle planlama ile. Oysa bugünlerde istisnasız herkes önünü görememekten ve bozuk giden ekonomiden şikayetçiyken planlama hataları mı yapılıyor, ekonomimiz günü kurtarma şablonuna göre mi işlemekte? Bozukluğu kendim de hissediyorum. Lütfen enflasyon hesabı için kullanılan kriterleri objektif olarak seçsinler. Boncuk, çengelli iğne ve vida somunu kullanıldığını duymuştum. Bunlar gerçek hayatta yeri olan kalemler mi? Açıklamaya girişirsem bir daha kimse sayfamı okumaz artık. Ama en güzel kolyeler yapılmış halde zaten Çin malı olarak 1-2 milyona var, çengelli iğne desen o da Çin'den ithal. Eh dolar düşükken enflasyon bu çıkıyorsa artık ne diyelim daha?

Marketçimiz peynir fiyatlarının %60 arttığını söyledi vallahi satmak isteyen tüccar neden yalandan şikayet etsin ki? Birkaç kilo sebze ve bir kilo etten oluşan bir poşet kaç lira ediyor dersiniz? Sonra sen sucukların, büsküvilerin, çukulataların reklamını yap milletin ağzını sulandır. Ülker dünyanın önemli çukulata fabrikasını almış. Sevindik. Hayırlı olsun. Bakalım en ünlü viski fabrikasını kim alacak. Öte yandan şarap üreticimizin boynu bükük.

Evet reklam da bugün ekonominin önemli bir ivme kazandırıcısı. Ama bir gerçek analiz olmalı. Ayda 550 YTL ücret alan biri nasıl yaşayacak, nasıl soluk alacak. Benim halkım işini bilir felsefeleri ne yarar sağladı maliyetlere kambur bindirmekten başka? Plansız ve hesapsız harcamaların sonuçları değil mi su faturalarına ve doğal gaza yansıyanlar?Memur maaşlarına ve ücretlere yapılan zamlar hemen dolar ölçeğinden hesaplanıyor da sıra elektrik, su , doğal gaza geldiğinde doların düşmüş olduğu hemencecik unutuluyor.

Sabahları tüm İstanbul ufku hava kirliliğinden kara bir bulutun çökeldiği bir volkan kraterine dönüşmüş durumda. O zaman odun yakan ekmek fırınlarına, çöp yakan denetimsiz çöpçülere, lastik yakarak ısınan konutlara, egzosundan kara bulutlar atan kamyonlara, araçlara neden izin verilir? Özellikle lastikleri yakanlar havaya büyük oranda kanserojen madde de salmaktadır. Filtresiz fabrikalar da öyle. Elektrostatik çökeltme filtresi kullanan kaç fabrika bacası var acaba merak ediyorum? Ayrıca ben o kadar pahalı bir ısınma yapıyorsam havayı temiz tutmak için diğerleri de önlem almalı. Bunlara ayrı bir kaç blog yazmak gerek.

Emekliler ve asgari ücretliler ne yapsın? Ya hediye tarafından kötü kalite ithal kömürleri yakanlar? İnsanlar değil kitap nasıl yiyecek alacak, onun derdinde? Bir kitap Italo Calvino'nun öyküleri çıkmış Yapı Kredi Yayıncılık'dan. Fiyatı 33YTL. Umarım bu şekilde yüksek fiyatlandırma politikaları ile K kitaplığının başına gelen, yeniden yaşanmaz. Yayınevlerimiz kitabın uygarlaşmada önemli bir araç olduğunu göz önüne almalılar diye düşünüyorum. Aslında neden sonuç ilişkisini düşünecek olurlarsa zaten bu denli yüksek fiyatlandırmamaları lazım.

Çok ilginç bir şey daha okudum. Volter'in yaşamından. Volter matbaacıya veriyor bir kitabını. Kral izin vermediği için basıldığı halde dağıtımı yapılamıyor kitabın. O sırada uyanık bir matbaacı kitabı kaçak olarak basıyor ve parsayı topluyor. Yani bu olay 1730 lu yıllarda olduğuna göre korsan yayıncılık o zamanlar Avrupa'da nasıl gelişmiş. Acaba bizde o zamalar matbaa var mıydı?

Ne diyecektik. Umberto Eco! Evet Eco'nun kahramanı bir kaza geçirip belleğini yitirmiş olarak uyanıyor. Ondan sonrası müthiş. Değerli yazar Mehmet Eroğlu'nun Agorakitaplığı'ndan geçen yıl yayımlanan kitabı "Belleğin Kış Uykusu" da çağdaş edebiyatımızdan okunması gereken yapıtlardan diye düşünüyorum. Geçen yılbaşı havai fişekler atılırken Notos dergisine yollamam gereken öykünün en son düzeltmelerini yapıyordum. O bitince değerli yazar Burhan Günel'in doğa aşkı ve sevgisiyle bütünleşmiş " Sonsuz Aşkım Hatay" adlı yapıtını okumaya devam etmiştim. Bir önceki yıl da Mehmet Eroğlu'nun" Issızlığın Ortası" adlı ilginç kitabını okuyarak girmiştim 2006'ya. Bakalım bu yıl sırada hangi kitap olacak, 2008 e girerken?

Yeni yılın tüm güzellikleri, iyilikleri getirmesini bir ütopya olduğunu bilsem de tüm insanlık için diliyorum ve umuyorum.

 
Toplam blog
: 566
: 1338
Kayıt tarihi
: 11.07.06
 
 

Edebiyatla ilgileniyorum. Ayrıca amatörce belgesel film çalışmaları yapıyorum ve kültürel etkinlikle..