Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Eylül '07

 
Kategori
Ramazan
 

Bir Ramazan yazısı: Sarı Bakkal

Bir Ramazan yazısı: Sarı Bakkal
 

İstiyorum ki unutulmasın; yaşanan acılar unutulmasın. Kitaplarda yazılmış haliyle de kalmasın! Yoksulluklar olmasın. Korku olmasın. Öğrencilerimizin yüzde doksan yedisi, okula gidip-gelirken okul yolunda başlarına bir şeylerin gelebileceğinden korkuyormuş. Korkular gençliğin de, anne-babaların da kabusu olmuş. Açlık ve işsizlikte kıvrananlar çoğalmış, ama umursamayanlar daha da çoğalmış. Bu yazım bir Ramazan yazısı. Yitirdiğimiz komşuluğu, merhameti, helal kazanıp helal yaşamayı, sevgiyi yeniden ve daha çok yaşayalım diyorum. Bu kez de öykücü-yazar Celal Özcan'ın çocukluğunu yazıyorum:

"Ormanın yeşil cennet ortamında bir köy. Eğimi bol küçük küçük tarlalar. Yalnızlığımı sezer olduğum bir köy anasının kah kucağında, kah ardında küçücük, yalınayak garip, bir köy çocuğu: Ben... Tarlalara, bahçelere, ormana biteviye yolculuk. Bir bitmeyen didinme...

"Köyde birkaç çocuk yaştaşız. Üçümüzün babası yok. Benim babam yok. Nerde o?!.. Anama ağlayıp sızlanmalarla bu soruyu kimbilir kaç kez sormuşumdur. Bir baba kurardım gönlümce, gözlerimin önünde. O babaya anamın yalnızlıklarında, o ağlama, inleme dakikalarında çözümsüz bir düş dünyasının gizleri içinden çeker çıkarırıdım. Kendi kendime hem "baba" olurdum, hem de "ben". Babam bir gün köye geldi. Asker urbasıyla. İri iri kocaman bir adamdı. Bunca beklememe, meraklanmama karşın, o küçücük üç yaş çocuğu ürkekliğimle yanına varamadım. Uzağında durdum. Beni kucağına alıp almadığını da anımsayamıyorum. Meğer askermiş. Ve de o sıralar İkinci Dünya Savaşı yıllarıymış.

"O yıllardan bende tazeliğini koruyan bir başka anı, depremler, gece birden bastıran sallantılardır. Çöken evimizin yıkıntısı arasından nasıl da sapasağlam çıkarmışlar bizi?!.. Sonra o kar kıyamet, zemheri soğuğunda dışarlarda; ambarların, ahırların sundurmaları altında gecelemeler. Açlıklar, hastalıklar...

"Trakya'da beş yıl askerlik yapan babam, bir gün pat diye geliverdi. "Hadi bakalım İstanbul'a göç ediyoruz..." dedi. Yıl 1944 müydü, 45 mi?.. İstanbul'da, ışık söndürülmedikçe açılmayan pencereler... Tam savaş bitti, "barış" geldi derken büsbütün bastıran yokluklar. Çocukluğumu gereğince yaşayamamamın nedenini ben hep o savaş belasına bağlarım. Bir açlık, yokluk tedirginliği. Tüm aileyi kuşatmıştı. Bir kurşunkalemi olsun alamamanın, bir ekmek bulup bölüşememenin acıları nasıl unutulur?!.. Hele hele ısınamayıp, yatak yorgan sarmalarla aç, titrek kışlar geçirmenin acıları?..

"Nasıl söylesem ki?.. Ben, hala bakkallardan korkarım. Hani "bakkal" deyince kafamda biçimlenmiş, o biçimini hiç, ama hiç yitirmemiş bir "Sarı Ahmet" gerçekliği canlanıverir. Korkarım. Tedirgin olurum bakkal dükkanlarında.

"O yoksulluk günlerinin birinde (ilkokul dörtteydim sanırım) eve öğlen yemeğine gelmiştim. Okul çantamı bir yere koyup, anamın karşısına varmıştım. Gözleri yaşlıydı. Pencerenin önüne oturmuş sessiz sessiz ağlıyordu. Açtım. Karnım zil çalıyordu. "Anne, karnım aç." dedim. "Yok" diyemedi. Evde bir dilim ekmek bile olmadığını biliyordum. Babam işsizdi. "Bekle biraz, baban gelsin, belki ekmek getirir" dedi. Az sonra geldi babam. Elleri boştu. Bakıştık. "Gel bakalım buraya..." diye yanına çağırdı. Sonra ekledi: "Git Sarı Ahmet amcana, babam selam söyledi de, bir ekmekle 250 gram helva versin. Parasını sonra ben öderim." Merdivenlere atıldım. Bakkal Sarı Ahmet şuracıktaydı. Uzaktı belki ama benim için iki adımlık yerdeydi o. Dükkanına varana değin sanki bir değil, bin ekmek yemişçesine bir doygunluk duydum içimde. Ağzımda helva tadı.

"Dükkana vardım ki, bacak bacak üstüne atmış oturuyor Sarı Ahmet amca. Bana yüz vermeyişine hiç aldırmadım. O kasılmayacak da ben mi kasılacağım?.. Babamın dediklerini olduğu gibi aktardım: "Ahmet amca, babam dedi ki.. 250 gram helvayla bir ekmek. Parasını sonra kendi verecek." Gözlerim koca koca kavanozlarda, tezgahın camlı bölümündeki helva tekerleğinde, kaşar ve beyaz peynir kümelerinde geziniyordu. Elindeki gazeteden başını kaldırmadan: "Yok." dedi. "Babana söyle, ne ekmek, ne de helva... Hadi bakalım, git öyle söyle."

"Dükkandan nasıl çıktığımı şimdi tam olarak anımsayamıyorum. Ancak, eve dönünce, babama ve anama görünmeden, çantamı usulcacık alarak okula gidişimi çok iyi anımsıyorum.

"Okumanın yanısıra çalışmaya da başlamam o günlere rastlar. Okul dönüşleri, ya da dinlence günlerinde, Recep Usta'dan aldığım simitleri ya da kurabiyeleri tepsime koyar, sokak sokak dolaşırdım. Kazandığım parayla, ekmekti, şuydu buydu almışsam, Sarı Ahmet amcanın bakkal dükkanı önünde adımlarım yavaşlardı kendiliğinden. Ekmek elimdeyken beni görsün isterdim. Simit, kurabiye satıcılığından başka işlerde de çalıştım. Bana işveren amcalardan biri, çocuksu kusurumu bağışlamamış, hakettiğim gündeliği de vermeden, tekme tokat dışarı atmıştı beni. Bütün bunların bugün bile iç geçirişimlerde önemli payı vardır." (Mehmet Seyda Çocukluk Yılları)

Bu yazı için, yaşanan böylesi hayatlar için ne denir ki?!.. Bir tek şunu derim: Ey Türk milleti yaşadığın acıları unutma!.. Bu güzel vatanımızın dört bir yanındaki yediveren çiçekleri gibi ol... Böylesi günleri bir daha yaşamak istemiyorsan kendini düşündüğün kadar yetmiş milyonu da düşün!.. Çok çalış; kin ve nefretten, ayrı-gayrıdan uzak dur... Sevgiyle, merhametle, doğrulukla ör hayat duvarını...

www.milliyet.com.tr

 
Toplam blog
: 323
: 2029
Kayıt tarihi
: 04.09.06
 
 

Yaşanan her hayat en iyi hayattır; yeter ki içinde kötülük olmasın!.. ..