Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Eylül '18

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Bir Rüya Balkanya

Bir Rüya Balkanya
 

Atatürk'ümüzün Doğduğu Ev


Uzun zamandır planladığımız Balkanlar Turumuzu gerçekleştirdik. Araya uzun yaz tatili de girince notlarımızı yazıya dönüştürmek uzadı…

7 gece 9 günlük turumuzda 8 ülkeden 24 şehir görme fırsatına kavuştuk.

Öncelikle Balkan gezisi yapmak isteyebilecek sevgili okurlarıma gezinin mahiyeti ve maliyeti hakkında kısa bir bilgi sunayım.

Turumuz otobüsle gerçekleştirildi ve Ankara kalkışlıydı. Yunanistan, Makedonya, Arnavutluk, Karadağ, Hırvatistan, Bosna Hersek, Sırbistan ve Bulgaristan üzerinden dolanıp yurda döndük. Kişi başı 500 Euro tur firmasına ödedik. Kahvaltı ve akşam yemekleri fiyat kapsamındaydı. Öğle yemekleri için de kişi başı ortalama 100’er Euro yeterli geliyor. Yani bize yetti. Yeşil pasaportu olmayanlar için 125 Euro  vize masrafını da dikkate almak gerekir.

Kaldığımız otellerin tamamı 4 yıldızlıydı. Belirtmek gerekir ki bu otellerin bazıları bizdeki 3 yıldızlılar muadili. Ama bizdeki 4 yıldızı otellerden daha iyilerinin bulunduğunu da teslim etmem gerekir.

Kahvaltılar bizim otellerimize kıyasla biraz zayıf… Ancak, haşlanmış yumurta, peynir, limonata, kruvasan… gibi şeylerle karnınızı doyurmanız mümkün. Akşam yemeklerinde yöresel lezzetler baskın…  Ön yargıları bir kenara bıraktığımızda yenebileceklerini de kabul etmek gerek… Börülceli balık örneğindeki gibi…

Ve esasen Balkan mutfağı bizim mutfağımıza benziyor. Örneğin cevabi adındaki köfte bizim İnegöl köftemizden aşağı değil…

Maddi olanakları elveren ve konuya ilgi duyan herkes için bu bütçeyle son derece keyifli, eğlendirici, bilgilendirici ve düşündürücü bir tatil olabiliyor.

Ben ve eşim emekli olduktan sonraki her yaz yaklaşık aynı meblağa gelebilecek bir deniz-otel tatili yerine bu yolu tercih ettik, kısmetse sürdürmek istiyoruz. Tabi biricik kızımızla birlikte… Ve O’nun yabancı dili sayesinde rahata da kavuşarak:)

Bu üçüncü yurtdışı gezimiz oldu. Görme olanağı bulduğumuz ülke sayısı 18 oldu.

Bu gezilerde bir yandan program kapsamında tarihi, turistik yerleri görürken öte yandan sokaktaki yaşamı gözlemeye çalışırım.

Önce gördüğümüz güzelliklerden kayda dağer bulduklarımız hakkında kısa bilgiler sunmak isterim. Sonra, ilgimi daha çok çeken asıl konuya, oralarda yaşama dair birkaç gözlemimi aktaracağım.

Gezimizin ilk gününde Yunanistan’ın Dedeağaç, İskeçe, Kavala ve Selanik kentlerini gördük.

Dedeağaç’ta kahvaltımızı yaptık. İskeçe’yi panoramik olarak gördük, Kavala’da Kavala’lı Mehmet Ali Paşa ve Pargalı İbrahim’in kente damga vurmuş yapıtlarını gördük.

Güney Makedonya olarak adlandırılan bu bölgede Büyük İskender’in yaklaşık ikibinbeşyüz yıl öncesinden sarkan etkisini görmemek de olanaksız…

Bölgenin sosyal gerilimlere gebe olduğuna dair ilk gözlemimiz güney Makedonya bölgesine dahil Kavala’da oldu. Rehberimiz Büyük İskender’in heykeli önünde Makedonya’dan bahsederken konuşulanları anladığı şüpheli fanatik bir Yunan vatandaşının Makedonya’nın Yunanistan’a ait olduğuna ilişkin olduğunu tahmin ettiğimiz yüksek sesli ve saldırgan nutkuna maruz kaldık.

Yol boyu köylerde ve kent içinde her yerde Türk varlığını olanca ağırlığıyla hissediyorsunuz.

Selanik, sahil yolu tam bir İzmir Kordon boyu…

Ve tabi Selanik demek Atatürk demek. Atatürk’ümüzün doğduğu evin odalarındaki havayı teneffüs etmek, çocukluğunda oyun oynadığı ağacın gölgesinde o günleri düşlemek, Zübeyde hanımın, Ali Rıza Bey’in aziz hatıralarını yad etmek tarifi olanaksız hüzün, gurur ve övünç olup boğazınızda düğümleniyor, oradan göz pınarlarınıza hücum ediyor…

Selanik’te geceledikten sonra sabah Makedonya’ya hareket ediyoruz. İlk durağımız başkent Üsküp…

Yugoslavya’nın dağılmasından veya dağıtılmasından sonra bağımsızlığına kavuşan ülkede Büyük İskender idolü ekseninde bir millet yaratmanın abartılı çabasını kentin her yanına serpiştirilmiş heykellerden anlamak mümkün. Şehir merkezi bir yandan şatafatlı devlet daireleriyle ve öte yandan çoğu Büyük İskender ve biraz da Rahibe Teresa tasvirlerine ait olmak üzere pek çok heykelle donatılmış durumda…

Ya da bu yönelime dair bir “şantiye” görünümünde demek daha doğru…

Kentte yoğun  Osmanlı – Türk etkisini hissetmemek mümkün değil… Ankara’nın Hamamönü semtini andıran mimari dikkatlerden kaçmıyor. Ve her yerde Türkçe bilen insanlar…  Ve haliyle yemekler de tanıdık. Üsküp’te kebap ismiyle bilinen köfte bizim İnegöl ve Akçaabat köftelerimizin farklı ustanın elinden çıkmış bir rengi gibi… Mostar bahsinde değinmeyi unutabilirim, benzer lezzetlerden “cevapi” olarak adlandırılan köfteyi de Mostar’da tatma şansı bulmuştuk.

Teteova kentindeki son derece zarif Alaca Camii 

ve Harabati Baba Bektaşi Tekkesinde her şey o kadar tanıdık ki, kendimizi yurdumuzda hissediyoruz.

Geceyi Makedonya’nın Ohrid gölü kenarındaki güzel sahil kasabası Ohrid kentinde geçiriyoruz. Ohrid, belki güzel Datça’mızı andıran bir tatil beldesi havasında ve görünümünde…

Gölün karşı kıyısı Arnavutluk…

Akşam, liseli çağlarda çocukların Makedon Folklör ziyafetleriyle ağırlanıyoruz. Pek çok müzik ve dans Rumeli türkülerimizden ve oyunlarımızdan izlerle son derece tanıdık.

Gece Ohrid gölü kenarındaki güzel kafede içeceklerimizi yudumlarken yörenin yurdumuzla mukayesesi konulu sohbette saatlerin nasıl geçtiğini fark edemedik.

Sabah tekne turuyla gölden kentin  doğal güzelliklerini ve sokaklarında gezintiler yaparak Osmanlı konaklarının yaydığı havayla tarihimizden ve kültürümüzden esintiler eşliğinde kendi dünyamızdan havamızı bir kez daha teneffüs ettikten sonra Arnavutluk’a doğru yola çıkıyoruz.

Tekne turunda Yugoslavya’nın kurucusu ve Dünya Bağlantısızlar Hareketi’nin lideri efsane devrimci Tito’nun göl kenarındaki evini gördük. Ev, Antalya falezlerine benzeyen bir yükseltinin üstünde mütevazi, küçük, tek katlı ve belki birkaç odalı, ülkemizde her yerde görebileceğimiz sıradan evlerimizden farksız…

Esasen konut anlayışına ilişkin olarak Tito’nun evinde somutlaşan tevazunun,bu gezimizde gördüğümüz coğrafyanın tamamında bir genel özellik olduğunu belirmem gerekir.

Arnavutluk, Tiran, Enver Hoca… adları, ergenlik dönemimize tekabül eden 12 Eylül öncesi hızlı devrimcilik günlerimizdeki ateşli tartışmalarımızın vazgeçilmezlerindendi. Üzerlerinde o kadar çene patlattığımız, bilir bilmez ahkam kestiğimiz, hayallerimizin büyülü yöreleri ve öğretimizin 5. Büyük ustası olup olmadığı üzerinden diğer fraksiyonlardan arkadaşlarımızla birbirimizi kırıp üzdüğümüz Enver Hoca’nın eserinden izlere tanıklık etmenin heyecanına kapıldım.

Yol boyu gözümü bir an ayırmadım otobüsün camlarından… Her anı, her yanı hafızama kaydetme stresi içinde yorulduğumu hissettim bir an…

Bazılarımızın Mao’cu, bazılarımızın biraz Troçkist ve daha düşük dozda Mao’cu, bazılarımızın keskin ve katıksız Enver Hoca’cı, kimilerimizin Sovyet’çi olduğumuz günlerdi. 

Sloganlardan ve bazı kitapların sayfa numaralarıyla süslü, ezber, basmakalıp cümlelerden ibaret sohbet anılarım otobüsün pencerelerinden akıp giden manzaralar içinde belirdikçe yüzüme bir gülümsemenin yayıldığını hissediyordum.

Anılar depreştikçe o coşkulu ama aynı zamanda çok acılı dönemde kimi canını ve kimi geleceğini kaybetmiş arkadaşlarımın belleğimde beliren yüzlerinin   duyumsattığı acıyla  hissettiğim iki damlanın yüzümdeki gülümsemeyi hüzne ve dalgınlığa  çevirdiğini fark etmem uzun sürmedi.

Arnavutluk sınırlarından içeri girdiğimiz andan itibaren geçtiğimiz yüksek dağlarla kaplı coğrafyanın Karaman – Mut üzerinden Silifke’ye giderken görülen manzarayla benzeştiği hissine kapıldım.

Yol boyu Neratva Nehri’nin bir sağından bir solundan giderken coğrafyanın sunduğu görsel ziyafetin bir benzerini şu yaşıma kadar tatmamış olduğumu itiraf etmek zorundayım. Ve bu arada Tito’nun lideri olduğu Partizan örgütü eliyle  Adriyatik kıyılarına tek çıkış yolundan ulaşmasını engellemek üzere, Nazi askerleri ve teçhizatıyla dolu trenle birlikte nehre gömdüğü Nevatra Köprüsünün ve havaya uçurulan lokomotifin enkazını görmüş olmakla müthiş bir ayrıcalık hissine kapıldım.

Sosyalizmin yıkılışı ve Yugoslavya’nın bölünüşünden sonra birbirine düşman edilen, veya kimbilir sosyalizmin yıkılmasına kaynaklık etmiş olabileceği akla gelen tüm etnik unsurları Partizan örgütünde bir araya getiren ve 35 yıl boyunca bir arada tutmayı başaran Tito’nun bu efsane eylemini anlatan “Nevatra Köprüsü” filmini anımsayıp bir kez daha izlemeye karar verdim.

Arnavutlukta Rahibe Teresa önemli bir ulusal kişilik olarak pek çok heykel üzerinden sembolize edilmiş.

Yaklaşık olarak Polatlımız büyüklüğünde olan Elbasan ilinden geçerek Tiran’a varıyoruz.

Tiran sokaklarında şiddetli yağmur altında yağmurluklarımızla koşturmacamız tatlı bir anı oldu.

Tiran modern ve estetik kent görüntüsü kazandırma çabalarının anlam kazanmasına örnek bir güzel şehir. Avrupa’nın her yerinde olduğu gibi burada da Opera Binası şehrin en merkezi yerinde en ihtişamlı yapı. Ancak elbet Viyana, Budapeşte vb. opera binalarıyla emsal olabilecek bir mimari özellik söz konusu değil.

Devlet binaları ise ülkenin en gösterişli binaları…

Kent meydanı çok güzel.

Tiran’a varıncaya kadarki Arnavutluk izlenimlerimi şöyle özetleyebilirim.

Ülke iki ana bölümden oluşuyor. Birincisi kırsal kesim ve ikincisi de Tiran şehri. Bu ikisi arasında, kısa gözlemlerim neticesinde gördüğüm büyük fark, gelişmişlik düzeyine dair.

Arnavutluğun kırsal kesimi son derece geri kalmış ve yoksul… Bunu köylerin, kasabaların genel görünümünden çıkarsama yaparak söylüyorum. Tiran dışındaki tüm yerleşimler bizim günümüzdeki Tercan,Karlıova, İmranlı… emsali bakımsız ve yoksul yerleşkeler. Evler genellikle tek katlı ve bizim geleneksel kendi yağında kavrulan insanlarımızın mütevazı köy evleriyle tıpatıp aynı.

Tiran ise yarım milyon civarı nüfusuyla, imarı ve mimarisiyle, bu coğrafyanın diğer nisbeten daha fazla gelişmiş ülkelerinin şehirlerinden farksız denebilecek düzeyde bakımlı ve güzel. Yine kendi kısıtlı gözlemlerime dayanarak şunu söylemeye cesaret edebiliyorum ki, kırsal bölgelerle Tiran arasındaki bu gelişmişlik farkı sosyalist dönemde de en az bugünkü kadar mesafeli olmalı.

Arnavutluk kırsalında yollar son derece yetersiz, demir yolu köhne.

Tiran ise geniş caddeleriyle metropol özellikleri gösterebiliyor.

Ve İşkodra’ya hareket ediyoruz. Balkan savaşları sırasında Osmanlı’nın bölgede tutunma çabasının kahramanlarından Hasan Rıza Paşa anıtı ve kabri ziyaret ettiğimiz yerlerden.  Bir çınar altı kafede ailece eğlenceli bir akşam geçirdik.

Geceyi burada geçiriyoruz. Arnavutluk’un yaklaşık yüz bin nüfuslu en eski yerleşimlerinden olan kent, akşamlarına büyük canlılık kazandıran, oturumları sokaklara taşmış çok sayıda kafe, bar… zenginliğine sahip. Sakin ve eğlenceli.

Ertesi gün Karadağ’a geçiyoruz. Güzergahımız üzerindeki Bar kentinden geçerken yolun kenarındaki bir emlakçi dükkanının küçük tabelasının 13 yıl müfettiş ve Bölge Müdürü olarak çalıştığım Emlak Bankamızın logosundan aşırma olduğunu şaşkınlıkla görüyor ve saniyeler içinde fotoğraflamayı başarıyorum.

Bar ve Petrovac Karadağ’ın Adriyatik kıyısındaki küçük şehirler. Yamaçlara yayılmış Karadeniz ilçelerimizin daha az yeşillikli hallerini andıran şehirler. Budva yörenin Bodrumu olarak nitelendiriliyormuş. Eğimli, taşlık, büyükçe ve çok kalabalık plajıyla her neresine benzetiliyorsa, en fazla Bodrum’un herhangi bir mahallesi filan gibi olsa gerek… Ancak turizmin çok canlı olduğu net.

Budva yakınlarında Stefan adası

ve Budva’dan sonra tarihi zenginlikleri ve doğal güzellikleri artarak artan Kotor’u

ve Hırvatistan’a geçerek Dubrovnik’i dolaşıyoruz. Son iki şehir ortaçağ kaleleri, kale içi bozulmamış ortaçağ İtalyan mimarisi yapıları, çiçeklerle bezeli dar sokakları ve gerçekten film setlerini aratmayan korunmuş tarihi görünümleriyle büyüleyici güzellikte kentler. Doğa, deniz ve tarih bir arada göz ziyafeti sunuyor adeta…

Akşamüzeri Bosna Hersek’in Trebinje kentine varıyoruz.

Kahvaltımızı Arnavutluk’un İşkodra kentinde, öğle yemeğimizi Karadağ’ın Kotor kentinde ve Akşam yemeğimizi de Bosna Hersek’in Trebinje kentinde aradan çıkardık. Üç öğünü 3 ülkede geçirmiş olmak ilginç ve hoş bir tesadüf oldu.

Trebinje, aynı isimli nehrin iki yakasında kurulu on bin civarı nüfuslu bir şirin kasaba. Sokaklar kalabalık ve canlı… Ancak gezdiğimiz diğer yörelere kıyasla biraz daha muhafazakar bir yapıda olduğu izlenimi edindik. Kafeler neredeyse haremlik-selamlık görüntüsü verecek derecede ayrı ayrı kadın veya erkek yoğunluklu müşterileriyle dikkatimizi çekti. Belki de  o an böyle bir şeye tesadüf ettik. Çok emin değilim. Akşam gezimizi kısa kesip otelimize döndük.

Bosna; Boşnak’ları, Hersek, Hırvatları ifade etmekteymiş. Bosna Hersek, ağırlıklı olarak Boşnak ve Hırvat etnik grupların ülkesi.

Ertesi gün Bosna Hersek’i gezmeye devam ettik.

Önce güzel ve otantik Osmanlı köyü, Poçitel’i gezdik.

Ardından doğa harikası Blagay’da belki bu geziyi yapma olanağına kavuşmamızda yüzlerce yıl öncesinden emeği olan Sarı Saltuk Baba Tekkesini ziyaret ettik.

Ardından Mostar’ı dolaştık. Tarihi Mostar Köprüsünü ve kentin tarihi bölgelerini gezip Saraybosna’ya hareket ettik.

Saraybosna, Yugoslavya’nın bölünmesi sonrası savaşın dehşetini uzun süre yaşamış. Sırp keskin nişancıların yıllarca sokaklarda insan avladıkları günlerin anıları henüz çok taze. Kentte etnik ve dinsel farklar kaynaklı gerginliğin izlerini yerel rehberlerin ajitasyonlarında yoğun olarak görmek mümkün. Hatta  kentin  en işlek caddesinde” Saraybosna Kültürlerinin Buluşma Noktası” adıyla konmuş olan işaret gerçekte bir ayrışmanın kanıtı gibi duruyor.

Şehir çok canlı ve güzel. Zengin bir tarihi mimari yapı var. Türk, İslam, Avusturya mimari yapıtlar çok sayıda. Camiler, katedraller, medreseler, hanlar, saat kulesi, kütüphane, sönmeyen ateş… gibi pek çok turistik ziyaret noktası mevcut. Birinci Dünya Savaşının ilk kıvılcımı olan bir sırp suikastçinin Avusturya Macaristan veliahtını öldürmesine konu Latin köprüsü de burada.

Gezimizde Bosna’nın kurucusu Alia İzzet Begoviç’in anıt mezarını da ziyaret ettik.

 

Ertesi gün Bosna Hersek’ten Sırbistan’a geçtik. İlk durağımız Sırbistan’ın Voyvodina eyaletinin başkenti Novi Sad. Yaklaşık çeyrek milyon nüfuslu sakin ve çok güzel bir şehir. Bakımlı ve güzel yapılarıyla süslü kent meydanı ve Kente azıcık tepeden bakan Petro Varadin Kalesinden izlenebilen muhteşem Tuna manzarası büyüleyici.

Osmanlı’nın gerileme devresinin başlangıcını oluşturan Karlofça antlaşmasının yapıldığı Karlofça kasabasını da ziyaret edip başkent Belgrad’a geçiyoruz.

Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği kavşakta bulunan Belgrad, her iki ırmağın cömertçe bahşettiği doğal güzellikleriyle olağanüstü bir tablo gibi. Buna, estetiği esas alan tarihi dokuyu da eklediğimizde doyumsuz bir kent güzelliği zenginliğine ulaşılıyor. Ancak tüm bu güzelliklerin baş düşmanı “rant” gözü doymazlığının bu kenti de katletme hazırlıklarını yoğunlaştırmış olduğunu gördük. Nehrin en güzel noktasının bilmem kaç milyar dolar harcamayla bir Arap şeyhi tarafından lüks konut  - rezidans ve avm esaretine emaneten satın alınmış olduğunu öğrendik.

Sırbistan, sosyalist Yugoslavya’nın lokomotifi ülke. Ve Belgrad da buranın başkenti.

Sosyalist dönemin izleri dev boyutlarda, çok katlı, çok daireli, yaygın toplu konut bloklarıyla halen dipdiri.

Tito’nun kabri de burada. Ancak görme fırsatı bulamadık.

Tito; “bir arada yaşayabiliriz” demiş ve bunu belki yarım asır boyunca hayata da geçirmiş. Ancak sosyalizm yıkıldı, Yugoslavya dağıldı, ortalığı kan ve gözyaşı kapladı.

Bu günleri o günlere tercih eden, çok, hatta belki daha çok kişi var.

Konu derin ve uzun.

Geçiyoruz.

Belgrad, Yugoslavya’nın (bize göre batılı güçlerce diyelim) dağıtılmasına dönük taarruzun izlerini korumaya çalışıyor. Nato bombardımanlarıyla yıkılmış Genel Kurmay Karargahı ve Savunma Bakanlığının enkazı olduğu gibi bırakılmış…

Sokaklarında uzunca bir yürüyüş yaptığımız Şehir, Osmanlı’dan yoğun izler taşıyan Kalesiyle, Kale Meydanıyla, Kalenin burçlarından Tuna ve Sava nehirlerinin sunduğu görsel şölenle gezimizin unutulmazlarından oldu. 

Akşam üzeri alacakaranlığında başlayıp ay ışığında devam eden Tuna-Sava tekne turumuz ise tek kelimeyle doyumsuzdu.

Ve kapı komşumuz Bulgaristan’a geçtik.

Bulgaristan daha düne kadar bizim ülkemizin sınırları içindeymiş. Vefat ettiği günü anımsadığım Nazo babaannemin çocukluk-ergenlik günleri döneminde bağımsızlığına kavuşmuş. Ve Ülke o andan itibaren Başkent Sofya’da hızlı bir imar çabası içine girip oldukça da mesafe katetmiş.

Sofya sokaklarında dolaşırken Ankara’yı düşündüm. Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’da da Sosya’dakine benzer bir çaba içine girilmiş. Eski Meclis binamız çevresinde yoğunlaşan Ankara Palas, İş Bankası, Valilik, eski Maliye Bakanlığı, Ziraat Bankası, Küçük Tiyatro, Opera, Turizm Bakanlığı, Etnoğrafya ve Resim Heykel Müzeleri, Gar… gibi Ankara’mızın en güzel binaları o dönemde yapılmış. Sonra… Sonra üstüne tek bir çivi bile çakılmamış. O güzel kentleşme girişimi ise hoyrat beton ve cam heyulaların arasında kaybedilmiş durumda.

Aşağı yukarı aynı dönemde Sofya’da başlatılan girişim ise harika bir başkente kavuşmayla sonuçlanmış.

Başkentin merkezinin bizim başkentimizin merkeziyle mukayese edilmesine olanak yok. Ve ne yazık ki, yüz yıl sonra, yani bugün dahi bizde böyle bir vizyon yok.

“Bizden bir halt olmaz…” duygusunu yoğun olarak yaşadım, zamanın kısa, çevredeki güzelliklerin fazla olduğunu anımsayınca kendime geldim, güzel Sofya sokaklarında gezmeye devam ettim. Aleksandr Meydanı, Vitoşa Caddesi, Başkanlık Sarayı, Parlamento, Adliye, Üniversite, Arkeoloji Müzesi, Ulusal Tiyatro… gibi her biri kente ayrı bir güzellik ve değer katan pek çok güzel yapıtı imrenerek, kıskanarak uzun uzun seyrettim.

Uzayan, sona yaklaştıkça üşengeçlik katsayısını yükselten yazının gezi notlarına dair kısmını, yol üstü son durağımız olan, Osmanlı döneminde Filibe olarak bilinen Plovdiv bahsiyle kapatıyorum. Bulgaristan’ın üçüncü büyük kenti olan Plovdiv tam bir tarih kenti. Devasa bir antik kentin üzerine kurulu şehrin pek çok yerinden tarihi kent kalıntıları fışkırıyor adeta…

 

Ve uzun tır kuyruğunun yanından geçip Kapıkule’den yurdumuza giriş yapıyoruz.

Gelelim sokağa ve sosyal atmosfere dair gözlemlerimize…

Gezdiğimiz coğrafya bir “Osmanlı bakiyesi…”

Bölgeyi yaklaşık 1350’li yıllardan başlayarak dağılma sürecine ve büyük oranda Balkan savaşlarına dek yöneten Osmanlı-Türk olgusunun  etkisine, halen tüm coğrafyaya yayılmış mevcut belki binlerce Türk köylerinden ve tamamiyle yok edilememiş dönem yapılaşmasından tanıklık etmek mümkün.

Türkler bölgede Türkmen Bektaşi babaları, gazileri… aracılığıyla Osmanlı’dan önce varlık göstermeye ve etkili olmaya başlamışlar. Osmanlı’nın egemenlik kurmasıyla da tüm coğrafyaya ve sosyal yaşama belli ölçüde nüfuz etmişler.

Tüm Balkan coğrafyasında bir ölçüde Türklerin iskan edilmesi politikasının izlenmiş olduğu anlaşılıyor. Bu yerleşim sayesinde bölge halkları arasında İslam dinine bir oranda yönelim olduğu, Bölgenin kadim halklarından bir kesiminin, sözgelimi Arnavutların ve Boşnakların büyük oranda İslam dinini benimsedikleri görülüyor. Bunların büyükçe bir kesiminin de Bektaşilik inancına sahip oldukları anlaşılıyor. Ancak esas olarak yöre insanının yaşam tarzına pek müdahale edilmemiş olduğu, bir tehcir ve asimilasyon politikasının izlenmemiş olduğu, bütün bunların sonucunda Türklerin nüfusun çoğunluğunu oluşturarak bölgenin tamamında hükümranlığının kalıcı olmasına yetecek güce kavuşma olanağı bulamamış olduklarını söylemek de sanırım yanlış olmaz. Ve Fransız İhtilaliyle yayılan milliyetçilik dalgasının batılı emperyalistlerce de desteklenen ayaklanmalara döndürülmesi sonucu Bölge elimizden çıkmış. 

Bugün bölgedeki Müslümanlar içinde tarikatların etkin oldukları görülüyor. Arnavutluk’ta Rufai tarikatının ve bir ölçüde FETÖ’nün, Makedonya’da özellikle FETÖ’nün ve tüm coğrafyada selefi-vehhabi etkisinin izlerini görmek mümkün.

Sonra, özellikle ikinci dünya savaşı sürecinde bölge, İtalyan faşizminin ve Hitler Almanyasının işgaline uğramış. İşgallere karşı mücadele koşulları ve süreçleri içinde ortaya çıkan Mareşal Tito, Enver Hoca, Dimitrov… gibi ulusal önderler Sosyalist Sovyetler Birliğinin de desteğiyle ülkelerinin işgallerden kurtarılmasının öncülüklerini yapmış olmanın verdiği güçle (Yunanistan dışındaki) bölgelerinde sosyalizmi kurmuşlar. Berlin Duvarının yıkılmasıyla Yugoslavya dağılmış, Arnavutluk ve Bulgaristan’da sosyalist rejimler son bulmuş…

Ülkelerini 30 yıldan fazla yönetmiş olan,  sosyalizm denemesi son bulmakla birlikte en azından Arnavutları ulus olma bilincine kavuşturan Enver Hoca’nın kabrinin mahalli mezarlıkta olması ve Anıt Mezarının ise boş bırakılarak yıkılmaya terk edilmiş olması koltuğa ölümüne sarılan siyasetçiler için emsal olur mu ki?

Yugoslavya’nın dağılma süreci, yaşları bugün 30’ları henüz aşmış olanların televizyonlarından canlı izledikleri kanlı iç ve dış savaş görüntüleri eşliğinde büyük acılara kaynaklık etmiş.

Tito, “birlikte yaşayabiliriz” demiş… Ancak bu ifade dahi binlerce yıllık tarihsel çekişme sonucunda şekillenmiş olan pek çok etnik ve dini topluluklar arasında farklılaşma ve çıkar çatışmasının bir uzlaşıya kavuşturulmasının zorluğunu ortaya koymaya yetiyor.

Ve birlikte yaşamanın zorluğunun dışa vurumu gecikmemiş haliyle…

Bosna sınırları içinde, Sırbistan’da, Hırvatistan’da savaşın dehşetinin bütün izlerini, evlerdeki, diğer binalardaki top, tüfek mermisi izlerini ve bombardımanlardan kaynaklı yıkımları halen her noktada görmek mümkün.

Karşılıklı devasa “şehitlik”ler mevcut…

Ve o günlerin yol açtığı etnik, dinsel ve mezhepsel kutuplaşmanın ve ayrışmanın halen tüm bölgeyi fitili ateşlendiği anda patlamaya hazır bir barut fıçısı kıvamına getirmiş olduğunu görmemek de olanaksız. Gezimiz esnasında Makedonya, Saray Bosna ve Belgrad’da kafilemize refakat eden yerel rehberlerin halen büyük bir hamasetle diğer etnik ve dini topluluklar aleyhine söylevler çekmeleri de bu duruma işaret eden güncel tanıklıklarımız oluyor.

Bölgede 40- 50 yıl kadar devam eden sosyalist dönemin izleri halen son derece canlı.

Sosyalist dönemde inşa edilen devasa cüsseli tek tip apartmanlardan oluşan on binlerce  konut halen kullanılıyor. Ancak bu binaların tamamına yakınının dış görünümleri harap halde… Son derece bakımsız ve döküntü olan bu binaların daha kaç yıl ayakta kalabilecekleri gerçekten şüpheli…

Binaların dışı için boya, sıva tamiri, tadilat.. hiçbir şekilde söz konusu değil… Sorunun bizdeki gibi kat maliklerini bir araya getirebilecek bir “kat mülkiyeti kanunu” eksikliğinden kaynaklanıyor olabileceğini düşündüm…

İlk bakışta hemen anlaşılıyor ki, bu yapılar zamanında bizdeki konut kooperatiflerinin, Emlak Kredi Bankasının ve günümüz TOKİ’sinin yapılaşma modellerini andırıyor… Ölçek olarak ise çok daha ileri sayıya ve hacme ulaşmışlar.

Bizden onyıllarca önce, bizim bugünkü Ataköy’ümüz, Ataşehir’imiz, Başakşehir’imiz benzeri yerleşimler ve on binlerce konut yapmış ve yerleşmişler… Binaların dış görünümleri böyle, ancak dairelerin her birinin çok küçük olduğu da yine dışarıdan bakılınca dahi anlaşılıyor… Dayanıklılıkları itibariyle güvenilirliklerini yitirdikleri anlaşılan bu devasa konut stokunun önümüzdeki yıllarda bulundukları şehirler için büyük sorunlara kaynaklık edeceği ortada…

Mukayese edecek olursak, Türkiye’nin yapı stoku son derece genç, bakımlı ve sağlam… Balkan coğrafyasından sonra, yani daha geç kentleşmeye başlamış olmanın sağladığı bir avantajlı üstünlüğümüz bulunduğunu söylemek abartı olmasa gerek…

Hele de İstanbul’un, Ankara’nın her yerinde pıtrak gibi biten rezidansların, sitelerin benzerleri oralarda zaten söz konusu değil. Balkan coğrafyasında insanlar, kırsal kesimde, bizim onlarca yıl önceki köylerimizdeki kasabalarımızdaki evlerin benzerlerinde yaşıyor. Kentlerde de genel görüntünün,  20 yıl önceki Çiğli, Çengelköy, Gültepe… gibi semtlerimizle benzer olduğunu söylemek mümkün…

Şu kanaate vardım.

Türkiye’mizde yoksul, zengin fark etmez, hiç kimsenin evi Balkan coğrafyasındaki insanların evlerinden daha kötü değil. Köyü, semti için de bu tespit geçerli…

Hatta bizdeki lüks ve aşırı pahalı konut merakını, Balkanlardan Türkiye’ye bakınca anlamak gerçekten zor…

Balkanlarda başını sokacak bir konuta sahip olma fikri, bizdeki ömür boyu borçlanmak pahasına daha büyük, daha gösterişli, daha şatafatlı bir evde oturma tutkusu ve takıntısıyla yer değiştirmiş gibi…

Şehir gezintilerinde muhatap olma durumunda kaldığımız esnafın istisnasız tamamı kaba ve küstah… Genelleme yapılamaz belki ama bize, yani bana denk gelenlerin tamamı (toplamda birkaç kişi) öyleydi.

Bölgenin tamamında tarımın ve hayvancılığın bizden ileri olduğunu “yol boyu” müşahede etmek mümkün. Sanayileşme konusunda bizden geri olduklarını da yine yol boyu gözlemlerimize dayalı olarak söylemek mümkün.

Mimaride ve kent estetiğinde açık ara önde olduklarını söylememek ayrıca haksızlık olur.

Ancak şehirlerin güzelliği biraz da tabiat ananın cömertliğiyle ilgili… Bölgedeki her bir ırmağın taşıdığı su miktarı bizdeki tüm ırmakların, Fırat’ın, Dicle’nin, Kızılırmağın ve diğer tüm nehirlerimizin toplamından fazla olsa gerek.

Ve bu devasa ırmaklardan pek çoğu tüm coğrafyaya binyıllardır güzellik ve zenginlik kaynağı olmuş… Bu güzel akarsuların her iki yakasında kurulmuş şehirlerin güzel olmaları zaten kaçınılmaz…

Yollar son derece kötü… henüz emekli olmuş ve yurdumuzun her noktasına defalarca seyehat etmiş biri olarak söyleyebilirim ki, en ücra köşelerimizdeki en kötü yollarımız dahi Balkan coğrafyasında yollardan daha iyi durumda… Açıklama sanırım yetersiz kaldı. Çok çok daha iyi durumda… Bu konuda batı Avrupa’yla aramızda az bir mesafe kalmış. Balkan coğrafyasıyla ise mukayese dahi edilemeyiz. Öndeyiz.

Pek çok doğal ve tarihi zenginliğe tanıklık ettik. Ancak şunu açık yüreklilikle ifade etmek gerekir ki, Türkiye’miz Balkanlara beş çeker… Bizim ören yerlerimiz, doğal zenginliklerimiz insani hasletlerimiz, kültürümüz, renklerimiz… kesinlikle eşsiz…

Bu parçalı, yoksul, gergin, kavgalı ortamdan Türkiye’mize döndüğümüzde Ülkemizin ve 80 milyonluk ailemizin kıymetini iliklerimize kadar duyumsamış olduğumuz hissettim…

Tamam, belki gelir dağılımında eşitsizlik, terör, hukuk, eğitim… vb. alanlarda halen büyük eksikliklerimiz var ancak bunlar aşamayacağımız sorunlar değil. Önce özgür ve bağımsız vatanımızda huzur içinde bir arada yaşamak ve birlikte geleceğe yürüme duygusu… Sonrası gelir.

Özetle şu sonuca varmak mümkün…

Güzel ülkemizde birliğimizin, dirliğimizin kıymetini bilelim…  Güncel kısır tartışmaların ve çekişmelerin hengâmesinde hangi zenginliklere sahip olduğumuzu gözden kaçırmamalı, bu güzel ülkede birlik ve dayanışma içinde yaşama bilincimizi asla yitirmemeliyiz.

Fikir ayrılıklarımız elbet olacaktır. Ancak bunun kavgalara kaynaklık etmesine artık daha fazla fırsat vermemeliyiz.

Kenan IŞIK

 
 
Toplam blog
: 432
: 2964
Kayıt tarihi
: 16.05.07
 
 

Mülkiye mezunuyum. Emekli müfettişim. Ankara'da yaşıyorum. S'oligarşi isimli kitabı yazdım. Kitap..