Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ağustos '07

 
Kategori
İş Yaşamı - Kariyer
 

Bir şantiyecinin not defterinden bölüm-2

Bir şantiyecinin not defterinden bölüm-2
 

Kaybedilmiş bir gelecek tekrar başlaması mümkün olmayan bir hayatı getiriyordu ona.

Demir parmaklıklarla çevrilmiş bir zindanı andıran evinin penceresinden dışarıda akan hayat ırmağını seyrediyordu.

Evin önündeki çöp varilinin üzerinde dengede durmaya çalışan bir kedinin mücadelesi, her zaman alışveriş yapmak zorunda kaldıkları bakkal ve onun önüne gelen toptancının hesap kapatma telaşı ile buna karşı bakkalın bitmek bilmeyen yalanları. Sırtındaki okul çantasının ağırlıyla ilerdeki hayatında yaşayacak olduğu benzer ağırlığı, daha ilkokul sıralarında hisseden masum savunmasız bir çocuk. Sokak penceresinin önünde 9 aylık oynayarak zaman geçiren çocuklar, oyun oynayan çocukların üzerine su atarak dağıtmaya çalışan ihtiyarlar. Daha iyi ip atlayarak diğer kızların gözünde sınıf atlayan küçük şımarık kız, dışarıda akan hayat ırmağından sadece bazılarıydı.

Demir parmaklıkların müsaadesiyle gördüğü bu çizgili hayatı yaşayamamak olmanın düşüncesine kendisini alıştırmaya çalışıyordu.

Daha 19 yaşındaydı.

Normalde umutlarını ve hayallerini terk etme zamanı değildi. Duygularının girdabında izlediği hayat sadece bir sinemaydı, aylar önce kendisinin de bir rolü olduğu bir sinema. Dışarıdan izleyerek kesinlikle yorum yapmadığı, oturduğu tekerlekli sandalyeden gözlerini kapatarak tamamını hissetmeye çalışıyordu bu sinemayı. Nereden bilebilirdi babası ile beraber çalışmanın getireceği bu zararı. Nereden bilecekti baba mesleğim dediği taş duvar ustalığında, taşıdığı keskin kenarlı taşların onun hayatı için keskin bir dönüşe sebep olacağını.

Bilemezdi.

Yaşadığı güzel anlar çok mu fazlaydı da bu acıyı yaşatmıştı tanrı ona. Fazlasını mı istemişti her şeyin. Başkasını düşünmeyen zalimin birimiydi. Yoksa liseden sonra girdiği ÖSYM’nin onu alın yazısına yazdığı 3 yanlışın bir doğruyu götürdüğü bir sınavmıydı bu olanlar. Yanlışları yoktu oysa doğrularından fazla. Boyundan büyük taşıdığı bir ekmek parçası altında ezilen karıncayı düşünüp, yardımına koşan ve o ekmek parçasını yuvasının ağzına götüren bu kişi bir karıncayı nasıl incitebilirdi.

Pencerenin önünde hatırını soran mahalle arkadaşları, tekerlekli sandalyenin metaline mıknatıs yapıştırıp dünya keşfine çıkan küçük yeğeni ve onun peşinden bir tabak ve kaşıkla yemek yedirme telaşına düşen ablası, kaybettiği çorabın tekini bulmaktan bıkıp usanmayan annesi, yüksek bir istinat duvarının üzerinde taşlarla sevişen babası, kendisinin yaşadığı bu acıyı hissetmemesi için normal bir şekilde hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Herkesin davranışlarındaki sadelikle kendini rahat hissetmeye çalışsada olmuyordu. Baktığı her canlının gözlerinden görebiliyordu ne kadar çok acı çektiklerini. Kendisi rahat davranmaya çalışsa da şarkıda da dediği gibi gözler yalan söyleyemiyordu.

Yaklaşık 7 ay önceydi.

Bindiği Ordu otobüsünden, taş duvar işinde çalışan işçi arkadaşları ile insanca yaşamaya yetecek kadar bir gelir sağlamak için indi otobüs terminaline. İlk defa bu kadar uzaklaşıyordu doğduğu ve doyduğu memleketinden. Mahşeri andıran bir kalabalığın içine düşmüşlerdi. Grup halindeki insanlar ortalarına aldıkları üç numara saç kesimli delikanlıları diğer gruplarla yarış içerisinde havaya atıyorlardı. Davulun ritmine kendini kaptıran terminalin delisi ise her grup tarafından alkışlarla destekleniyordu. Aneler, babalar, ablalar yumak halinde sarılıyorlardı, uğurluyorlardı can parçalarını vatan görevine.

Kendilerini karşılamaya gelen kişiyle irtibata geçmek için terminalin giriş kapısına doğru, kimi bavulunu sürüklüyor kimi un çuvalının içine yârinin koyduğu naftalin kokulu yorganı omzuna almış ilerliyor, kimide ilk defa gördüğü bu kalabalıktan kopmak istemeksizin en arkadan sallana sallana yürüyordu. Mehmet, babasının karşılamaya gelenler arasında olma ihtimali ile diğer işçilerin lideri gibi en önde ilerliyordu. Gözlerindeki tedirgin yabancı yalnızlık, görünce babasını tanıdık bir mutluluğa döndü.

Terminalden şantiyeye olan 25 kilometrelik yol boyunca hiç konuşmadı. Minibüsün camına yasladığı başı, memleketinde bıraktığı annesini ve eşinden boşanmak üzere olan ablasını düşünüyordu. Diğer arkadaşları ise hiç bitmeyecek sandıkları okul gezisi keyfini yaşamaya başlamışlardı. Oysa 25 kilometrelik mesafedeki sınırlı özgürlüğün keyfiydi bu yaşadıkları.

Kendilerine gösterilen yatakhaneye doğru ilerlerken, öğle yemeğini yemek için sıra bekleyen işçilerin sert bakışlarının gardiyanlığında birer mahkûmu andırıyorlardı. Toplam sekiz kişi gelmişlerdi dilini ve dinini bilmedikleri dünyaya. İçlerinden sadece iki kişi, daha önce yapmıştı bu işi. Diğer altı kişi ile yapacakları iş arasında hiçbir fark yoktu oysa. Ortalama kırk-elli cm çapındaki kayaları elleri ile hiçbir araç kullanmadan yerinden alıp, bir kaleyi örer gibi öreceklerdi.

8 kişilik boş bir koğuş, kollarını açmış bir şekilde onları bekliyordu. Kırılmış birkaç pencere camını hava sıcaklığından olsa gerek görmemezlikten geldiler. Koğuşa ilk girenlerin büyük ferah bir yer olarak hissettikleri bu koğuş, diğerlerinin de içeri girmesi ile bir hücre halini alıyordu. Askerliğini yapmış olan iki kişi, daha önce gördüğü demir dolap ve aynı çeşit demir ranzaları yadırgamadan en uygun görüş ve nefes açısı olan yere doğru valizlerini atmışlar, diğer çömezler ise sanki birisinin onlara bir yer göstereceğini umarak oldukları yerde bekliyorlardı. Çok geçmeden vahşi bir hayata yeni hazırlanan kaplan yavrusu edasıyla itiş kakış ranza ve dolaplarını yerleştirmeye başladılar. Demir ranzalar işçilerin duyguları kadar çıplak ve savunmasız bir biçimde üzerlerine gelecek olan sünger yatak ve nevresimleri bekliyordu.

Sekiz kişilik bir manga gibi ortak hareket etmeye gayret gösteriyorlardı bu bilmedikleri cephede. Koğuştaki işlerinin bitmesi ile nereden geleceklerini bilmedikleri bir saldırıya karşı savunma halinde yemekhanenin giriş kapısında sohbet etmeye başladılar. Yemekhanedeki işçiler çoktan işbaşı yapmışlar kendi yollarına gitmişlerdi bile. Yemekhanenin boş olan sandalyelerinde şimdi serçeler oturuyor yerlerdeki ve masalardaki ekmek kırıntılarını atıştırıyordu, bir kedi tarafından izlendiklerini fark etmiyorlardı. Kedi olurda köpek olmazmıydı. Garsonların tüm süpürge darbelerine rağmen bitmek bilmeyen bir inat ile girmeye çalıştığı yemekhane kapsında kedinin çıkmasını bekliyordu.

Mehmet’in babası Ali usta 8 kişilik manganın ortasına dalarak onları yemekhanedeki aşçı köşkünün önündeki yemek sırasına soktu. Ali usta sıranın önünde onlara ders verircesine nasıl yemek alınacağını konuşmadan anlatıyordu. Ne yaparsa aynısını yapıyorlardı yemek alırken diğerleri. İlk birkaç saatin heyecan ateşi öğleden sonra güneşin bulutların arkasına gizlenmesiyle sönmeye başlamıştı. Adımlarında güven gittikçe artıyor mesai sonrası gelecek olan işçilerin soracağı sorulara, yapacakları sohbetleri düşünüyorlardı.

Servis minibüsü her zaman aynı saatte şantiyeye geldi. Nizamiye bekçisinin çay almak için gittiği yemekhaneden gelmesinden sonra içeriye girdi minibüs. Açılan kapıdan üzerleri toz kaplı, yorgun, ter içerisinde bir insan grubu indi. İnenler sağa sola bakmadan direk koğuşlara ilerlediler. Ayaklarında terlik, altlarında şort, omuzlarında havlu ile yarı çıplak bir şekilde ellerindeki sabun ve şampuanla yapacakları soğuk bir duşun, yiyecekleri akşama yemeğine daha bir keyif katacağını düşünüp duşların olduğu bölüme doğru hızlı adımlarla ilerlediler. Etraftaki bu telaşın sebebini sorar gibi birbirlerine baktılar. Hayat bir mücadeleydi. Mücadele sabah yataklarından kalkıp girdikleri tuvalet sıralarında başlıyor, akşam yedikleri yemek ve ardında içtikleri çay sırasında bitiyordu. Diğer mücadeleler de olduğu gibi bu mücadelede onları bu duruma iten sebeplerin ekmeğine yağ sürüyordu. Bireycilik daha ön plana çıkarılıyor, rekabet artıyor yalnızlaşan insan vahşi bir hayat da yaşayan bir canlı gibi davranıyordu.

İlk gün gördükleri bu telaş ve yabancı hayat onların içerisine girdikleri bir çıkmazın ayak sesleriydi. Hayat okulu bu olmalı diye düşündü Mehmet, yatağında uyumadan önceki son saniyelerinde.

Günler ilerledikçe sabahları yığılmış birer molozun altından kalkar gibi kalkıyorlardı yataklarından. Dokundukları kaya, kardıkları harç, taşıdıkları el arabası kendilerinden bir parça gibi akıllarında gitmemeye başladı her akşam yarını düşünürken. Ellerindeki kaçıncı nasırdı patlayan, taşırken düşürdükleri kayanın ayaklarında bıraktığı kaçıncı morluktu bu, kollarındaki ağrı, bacaklarındaki sızlama kaçıncı seferini düzenliyordu onların taze vücudunda. Kendilerinde buldukları hatalardan dolayı pişmanda olamıyorlardı oysa.

Mehmet, baba mesleğini yapmanın mutluluğu ile diğerlerinden biraz farklıydı. Ali usta da oğlunun zor şartlara alışmasını sağlamak için herhangi bir ayrıcalık göstermiyordu hatta mesai bitiminden sonra Mehmet ide yanına alarak yaptıkları istinat duvarlarını sulamaya gidiyorlardı. Biten her duvar onların gözünde çok değerli bir eserdi. 10 m uzunluğunda yaptıkları her bir bölümde baba oğul istinat duvarının üzerine oturup kaleyi zapt etmiş gururlu bir savaşçı edalarıyla birbirleriyle sohbet ediyorlar, iş hakkında neyin nasıl yapılması gerektiği konusunda oğluna öğütler veriyordu Ali usta. İşlerini bitirdikten sonra şantiyeye dönüp akıllı bir girişimcinin şantiyenin yanında açtığı kahvehanede babasını diğer ustaların batağına teslim ediyor, kendisini ise televizyonda oynayan Kurtlar Vadisi esir alıyordu.

O gün diğer günlerden çok farklı başlamıştı. Kendisi için öneminin olmadığı doğum gününde, ablasının açtığı kutlama telefonu ile bir başka güzeldi o gün. İçindeki mutluluk ta ki babasının duvarın üzerinde kucaklayıp onu öpmesi ile bir kat daha artmıştı. Haftalığını da o gün alacak olması moralinin doruklara çıkmasına sebep oluyordu. Bu moralle öylesine mutluydu ki, çalıştığı arkadaşlara tatlı şakalar yapıyor, en sevdiği türküyü ağzı çıktığı kadar bağırarak söylüyor, taşların ağırlığıyla dalga geçiyor, yaptığı işi iki katına çıkartıyordu. 12 m yüksekliğindeki son bölümün sonuna yaklaşmışlar, hipodromda zafere koşan bir at gibi diğerleriyle yarışıyordu. İçinden ördükleri kalenin, kendilerine ayrılmış bölümünü ilk kim bitirecekti, son kaya parçasını kim koyacaktı, hiç birinin umurunda olmuyor sadece Mehmet önemsiyordu bu masum rekabeti.

Cismen çok ağır, manevi yönden onun için çok değerli kaya parçasını, babasının ona öğütlediği gibi dizlerini kırarak yerden kaldırdı. Zafere çok yakındı, kaybedenin kendi olacağı hiç düşünmüyordu bile. Yerden kaldırdığı kaya parçasını ağır adımlarla duvarın arka tarafından, düz olan ön yüzüne doğru taşıyordu. Bir sonraki adımına tuzak kuran harçlı sabit kaya parçasına takılmadan zafere gideceğini sanıyordu. İlk önce ayakkabısının ön yüzeyindeki yırtık takıldı kayaya, sendeledi, dengesini bulmaya çalışıyordu, elindeki kayayı atarak dengesini koruyabilirdi oysa. Ama öyle yapmadı. İnatlaştı. Dengeyi bu şekilde sağlayabileceğini düşünmüştü ki elindeki kayanın ağırlığı onu duvarın üzerinden 12 metre aşağıdaki ıskarta kayaların atıldığı yığıntının üzerine düşmesine sebep oldu. Yığıntının üzerindeki keskin kenarlı kayanın ona hissettirdiği acının farkında olmaksızın sırt üstü yatıyordu. Kalkabileceğini zannetti, denedi fakat olmadı. Hiçbir yerini oynatamıyordu. Heykel gibi olduğu yerde kalmış, gözlerinde karıncalanmalar ile birlikte karartılar başlamıştı.

Elinde telefon ile sağı solu arayan arkadaşları, taş duvar için kaya getiren kamyoncu, o bölgede çalışma yapan operatör, hop hop cular, çilesi hiç bitmeyen ölçme ekibi elemanları Mehmetin yanına toplanmışlardı. Şantiye şefi ile beraber olay yerine gelen Ali usta diğer işçilerin arasında ki eksiği arabadan inmeden fark etmişti. Oğlumuydu kalabalığın ortasında yatan, yoksa başkasımıydı. Bir umut la yaklaşıyordu kalabalığa, sanki yatan başkası olsa sevinecekmiş gibi. Gördükleri yanılmadığını kanıtlıyor, şantiye şefinin acı ile beraber sorgulayıcı bakışlarından olsa gerek kendini bu yaşanan olaydan sorumlu hissetmeye başlamıştı. Ama yatan onun oğluydu. Bunu düşünecek zaman değildi. Ne yapacağını bilemedi. Uzaktan gelen jandarma ambulansının siren sesi ile kalabalıktan çıkan homurdanmalar, mırıldanmalar, kaza hakkındaki tüm yorumlar Ali ustanın beyninde yankılanıyor dizlerinin üzerine çökmüş olanlardan kendini sorumlu tutuyordu. Gözyaşları içerisinde bağırarak haykırıyordu. “daha 19 yaşında”

Ambulansın sağır eden siren sesi arasında ilk yardım müdahalesi yapıldı. 30 kilometre mesafedeki ordu devlet hastanesine götürülmek üzere yola çıkmıştı. Şantiye şefi telaşlı bir şekilde şantiye muhasebecisiyle görüşüyor, sigortasız çalıştırdığı işçinin kendine getireceği cezayı düşünüyordu. Hastanede ilk müdahale yapıldıktan sonra ameliyata alındı talihsiz Mehmet. Ameliyat sonrası doktorun açıklamaları ile bir kez daha yıkıldı Ali usta. Mehmet felç olmuştu. Üzerine düştüğü kayanın omurgasında çok büyük bir tahrip yarattığını, belinden aşağısını artık oynatamayacağını soğukkanlı bir şekilde anlatıyordu doktor. Belki ilerleyen teknolojiyle bir şeylerin yapılabileceğini söylüyor ama SSK lı bir babanın bunu nasıl karşılayacağını hiç düşünmeden konuşuyordu doktor. Tam 1 ay hastanede yattı Mehmet.

Kendine geldiğinde ilaçların etkisi ile sanki kalkıp yürüyecekmiş gibi bir his geldi birden. Ellerini çok rahat oynatabiliyordu, sağında gördüğü tekerlekli sandalye onun ayaklarını oynatmak istemesine sebep oldu. Fakat başaramadı. Olmuyordu. Bir cisim gibi kaskatı kesilen ayaklarını hissetmiyordu. Yan yatakta yatan başka bir hastanın ona bakan merhamet dolu bakışları Mehmeti rahatsız etmişti. Uzun uzun konuştular. Ailesinin odaya girmesiyle gözyaşları birbirine karıştı.

7 ay oldu bu demir parmaklıklarla çevrili çizgili hayata başlayalı. Umutları, sevinçleri, aşkları, kaybetmiş bir insanı terk ederek, yerine hüzünleri getiriyordu. Düşünceler arasında erirken bir buz gibi, hayatın akışında onunda bir rolü olduğunu düşünmüyor değildi aslında. Sadece giden ayaklarıydı. Gözleri, kulakları, aklı, elleri, kalbi hala çalışıyordu.

Zalimlerin onun için yaptığı sinemada rol almak yerine, kendinin yazdığı, yönettiği ve oynadığı bir sinema ya başlamaya karar verdi. Bu sinema belki hiç gösterime girmeyecekti, belki de hiç adından bahsetmeyeceklerdi ama “olsun” dedi kendi kendine, başı dik onurlu bir yönetmen edasıyla birinci sahneyi çekmişti bile.

 
Toplam blog
: 3
: 688
Kayıt tarihi
: 02.08.07
 
 

1997 senesinde tanıştığım şantiye ortamlarından fırsat buldukça, yazılarımla kendimi deşarj etme ..