Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Aralık '06

 
Kategori
Eğitim
 

Bir senaryo

Akşam üzeri, dere yatağındaki taşlar üzerinden kuşlar gibi sekerek köyden köye geçtik. Yerde hafif kar, havada sis vardı. Sis, görüş alanımızı daraltıyordu. Bu nedenle, köyü ve çevreyi bir bütün olarak görememiştik. Okula vardığımızda ders bitmek üzereydi. Okul, üç binadan oluşuyordu. Yeni binaya girip, müdür odasında beklemeye başladık. Bir-iki dakika sonra, öğretmenlerden biri gelip, hoş geldiniz hocam, dedi. İzin isteyip, çocuklara ödev vermeye gitti. Birkaç dakika sonra, çocuk sesleri arasında, öğrenciler dağıldı. Öğretmenle kısa bir sohbetten sonra, öğretmen konutuna (lojmana) gitmek üzere dışarı çıktığımızda, neredeyse ortalık kararmıştı. Cengiz Öğretmenin odası buz gibiydi. İlk işimiz, el yapımı fırınlı -kara- sobanın külünü alıp odun yerleştirmek oldu. Soba yanarken, çay suyu da ısınıyordu. Bir süre sonra, yemek getirdi diğer öğretmenler. Gelen yemeklerden yaprak dolması, bir lezzet harikasıydı bence. (Çünkü ben, böyle yemeklere hasrettim.)

Sabah teftiş için evden çıktığımızda ancak çevreyi görebildik. Köy, dere kenarına kurulmuştu. Sayısı az da olsa, yaşlı ağaçları bulunan dağınık bir yerleşim birimiydi. Evler, genellikle toprak damlıydı. Okula 150 metre kadar uzaklıkta, bahçe duvarları insanların atlayamayacağı kadar yüksek ve sıvalı, dış kapısı demir, iki katlı, kırmızı kiremitli, köyde bir benzeri olmayan ev dikkatimizi çekti. Bu evin kime ait olduğunu sorunca, "Ağa’ya", cevabını aldık. Eve doğru biraz yürüyünce, içeride bakımlı bir bahçenin, bahçe içinde küçük bir havuzun ve asmalı bir çardağın bulunduğunu ve bahçedeki yolların beton olduğunu gördük. (Daha sonra gittiğim birçok köyde, böyle tek, bunun gibi diğer evlere benzemeyen, etrafı yüksek duvarlı evlerle karşılaşıyorum. Fakat bunların kime ait olduğunu sormuyorum. Hem bana ne -lazım- canım? Kime ait olurlarsa olsunlar!)

Teftişi bitirip, dolmuşlarla dönüyoruz şehre. Bu kez köyden köye geçmeden, doğruca gidiyoruz. Oysa müfettişler gelirken de, giderken de, köyden köye sekerek geçmeyi severler.

Bu yıl merkez bölgesinde ikinci yılımdı. Başkanın deyimiyle bu yıl, bana bir şans tanımak için, verilmişti. (Bilmem, bu şansı kullanabilecek miydim?) Dolmuşta giderken, bir daha böyle yakın köylerimizin olamayacağını, en uzak ilçelerde görev yapacağımızı, düşünüyorum. Eylül başında görev yerlerimiz belli olduğunda, düşündüklerimiz gerçekleşmişti. Üç arkadaş, 420 öğretmeni bulunan iki uzak ilçede görevlendirilmiştik. Müfettiş başına 140 öğretmen düşüyordu ki, bu çok büyük bir rakamdı. Bu ilçelerden biri -olumlu yönde- oturmuş bir yapıya sahipti. Bina sorunu büyük ölçüde halledilmişti. Öğretmenler özverili, öğrenciler daha başarılıydı.

Dolmuş, tam okulun önünde duruyor. İnince, çevreye bir göz attıktan sonra, ayak sürüyerek okula doğru yürüyorum. Merdivenden çıkıp, açık bulunan dış kapıdan içeriye giriyorum. Bir-iki dakika dinlenip, kendime bir çeki düzen vermek amacıyla, müdür odasına doğru yürüyorum. Önümü ilikleyip, kapıyı tıklatıyorum. Ses gelmiyor. Biraz durup kapıyı açıyorum. İçeride bir divan, bir masa ve bir dolap görülüyor. Bir de duvarda, giysilerin asılı bulunduğu metal bir askı. Kapıyı çekip, diğer kapıya doğru yöneliyorum. Kapıyı çalıp bekliyorum. Öğretmen gelince içeri giriyorum ve çocuklara selam veriyorum. Bir süre sonra teftişe başlıyorum ve mesai bitmeden teftişi bitirebiliyorum. Öğretmen, müdür yetkili olduğu için, biraz da Yönetim Defterlerine bakıyorum. İşimiz bitince, kapıyı çekip, eve (lojmana) giriyoruz. (Bugün az iş yaptık sayılmaz. Hem ilçeye, hem köye geldik. Üstelik bir de teftiş yaptık.)

Divana oturduğumda, kapının sol üst yanında asılı bulunan kırmızı çizgili kara kilim ve üzerindekiler dikkatimi çekiyor. Daha yakından bakınca, kilimin ikiye katlandığını ve üzerinde kesici aletlerle, bunlara benzer demir işlerinin bulunduğunu görüyorum. Öğretmene, demir işlerini göstererek "Bunlar nedir?" deyince, "Koşum takımlarıdır, hocam" diyor ve ekliyor. "Bunlar, genç kızlar tarafından çeyiz olarak yapılır". Öğretmen Karadenizli fakat, konuşması hiç benzemiyor.

Tipik Karadenizli davranışları da göstermiyor. Öğretmen, sobanın külünü boşaltıp odun yerleştirirken, "kültür" denen şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Çünkü, Karadeniz nere, Diyarbakır nere?

Biraz sonra evdeki trafik artıyor. Öğretmenin eşi, bir bayan, bir de kısa boylu genç bir bay geliyor. Öğretmenin eşi tipik bir Karadenizli. Özellikle konuşmasıyla. Konuşması neredeyse hiç değişmemiş. Geç gelme nedeni olarak, "Bugün, köylü kadınlar dikiş öğretmenlerine yemek verdiler, biz de oradaydık", diyor. Bu arada, bayın komşu köyün, diğer bayanın da buranın öğretmeni olduğunu söylüyorlar. Öğretmen, eşinin de öğretmen olduğunu fakat, henüz ataması yapılmadığı için görev yapamadığını, belirtiyor. Çantamda kitaplarım, malzemelerim var. Hazırlıklıyım. Öğretmen sayısı da yeterli. Öğretmen de, hem saygılı, hem konuşkan. Dolayısıyla bu geceki ders çok verimli geçeceğe benzer. Komşu köyün öğretmeni, bölgemizde en sorunlu, hakkında en çok şikâyet bulunan öğretmenlerden biriydi. Öğretmen, sürekli olarak köyün Ağası ve yandaşları tarafından rahatsız edildiğini, aşağılandığını, hatta ilçeye ağanın arabasıyla gidiş-gelişlerinde, depoyu benzin doldurmak zorunda bırakıldığını, penceresinin, kapısının taşlandığını, gece evde kalmaktan korktuğunu, bu nedenle yer yer başka yerlerde kaldığını, bize söylemişti. Öğretmen, kısa boylu olduğu kadar korkaktı da. Fırsatını bulduğum bir an Öğretmene, Ağayla aralarının nasıl olduğunu, sordum. Aynı hocam, dedi. Daha önce, diğer müfettiş arkadaş bu konuda bir soruşturma yapmış, sonuçta herhangi bir suç unsuruna rastlayamamıştı. Başka bir deyimle, Öğretmene isnat edilen iddiaların hiçbiri kanıtlanamamıştı. Peki, Öğretmen niçin bir taraftan yazılı olarak şikâyet, diğer taraftan sözlü olarak rahatsız ediliyordu? Müfettiş arkadaşa, peki öğretmenin başarısı nasıl, deyince, "Fevkalede, çokiyi rapor verdim", demişti. "Üstelik, dediklerimizi ve planları çok iyi yapan, bölgemizde belki de tek öğretmendir", diye de eklemişti. Ev sahibi öğretmenle de bu konuyu konuşuyoruz. "Bilmiyorum hocam", diyor. Bu olay, içimde bir dert olarak kalıyor ve konuyu kapatıyorum.

Akşam, "klasik müfettiş yemeği" yedik, herhalde. Gerçekten hatırlamıyorum. Çünkü yemek, -benim için- hiç önemli olmadı meslek yaşamımda. Ama çay, önemliydi hep. Güzel çay demlediler. (Karadenizliler de güzel çay demlemesini bilsinlerdi artık, demeyin. Çay sohbetle güzeldir.) Bolca içtik. Yemek yenilip, çay da içildikten sonra, Plan Defterlerini getirmelerini söylüyorum. Başlıyoruz bir taraftan okumaya, diğer taraftan çizmeye. Böyle olmaz, diyorum. Nasıl olacak hocam, deyince, işte böyle olacak diyorum. Kızmıyorlar. Üstelik de, durmadan soruyorlar. İlgiyle dinliyorlar. Ev sahibi bayan da, "Ben henüz öğretmen değilim", demeden ilgi ile izliyor. Günlük Planlar ile Ünite, Ünite ile Yıllık Planlar arasındaki ilişkileri örnek göstererek anlatıyorum. Ev sahibi Öğretmen, "Hocam, babam da öğretmen ve bizleri kesinlikle öğretmen olarak görmüyor, haklıymış", diyor. Komşu köyün öğretmeni çok az konuşuyor. Genelde dinlemeyi tercih ediyor. Bayan öğretmen de hemen hemen hiç konuşmuyor. (O, zaten mahcup prenses. Müfettişin yanında bulunması bile, O’na, yeteri kadar heyecan veriyor. O, hep tedirgin, hep çekingen, hep uzakta. Kara gözlük takıyordu. Bu nedenle gözlerini hiç göremedim.) Ev sahibi bayan ise, bir taraftan çocukla, diğer taraftan konuklarla ilgileniyor. Bir taraftan da anlatılanları dinliyor. Bir koltukta üç karpuz taşıyor yani. Buna rağmen hiçbirini aksatmıyor. Kimsenin olmadığı bir ara ev sahibi öğretmen, "Hocam, arkadaş çok heyecanlı, çok çekingen biri. Bu durumu bilirseniz iyi olur", diyor. Hoca Hanım’ın teftişini yarın yapacaktım. Teftişten önce öğretmenler hakkında ön bilgi edinmek yararlı olurdu fakat, bu öğretmen hakkında ön bilgiye gerek yoktu ki. Herşey ortadaydı. Eğitimle ilgili konuşmalarımız gece yarısına dek sürdü. Öğretmenlerin çok mutlu olduklarını gördüm. (Aslında, mutlu olanlar, sadece öğretmenler değildi; bendim, aynı zamanda. Çünkü onlara, mesleki alanda yardımcı olabilmiştim.)

Yerim çok rahat olmasına rağmen, uyumakta güçlük çekiyorum yine. Sabah okulun önünde gezerken, bir evin damında çanak anten görüyorum. Köye tv henüz yeni giriyor. Öğretmen, "Hocam, kadınlar tandırda ekmek yaparken birbirlerine, ‘Zenginler de Ağlar’, dizisini anlatıyorlarmış", diyor. Kimden duydun deyince, bizim hanımdan, diyor. Peki kadınlar Türkçe biliyorlar mı, deyince, Türkçe seyredip kendi dillerince anlatıyorlarmış, diyor. (Anlaşılan tv dizileri, önemli bir tandır sohbeti oluyor kadınlar arasında, diyorum. Evet, diyor Öğretmen.) Okulun eklerini görmek istediğimi söyleyince, Öğretmen odunluğa doğru yürüyor ve kapıyı açarak, "Burası bayan arkadaşın mutfağı, müdür odası da -biliyorsunuz- yatak odası. Oturma odasına zaten gerek yok. Çünkü, yatana kadar birlikte oturuyoruz", diyor. (Ben de müdür odasında kalmıştım bir köyde. Vatandaşın evinde kalmaktan bir hayli rahattı.) Ve devam ediyor anlatmaya: "Hoca Hanım, annesiyle beraber dolmuştan iner inmez, daha okula uğramadan odunluğa gelerek, kapıyı açtı ve ‘İşte burayı mutfak olarak kullanacağım anne’, dedi. Oradan, merdiveni çıktı ve müdür odasının kapısını açarak, ‘Burayı da yatak ve oturma odası yapacağım’, dedi. Annesi, her ne kadar ‘Kızım ..., kızım ...’ dediyse de, arkasını getiremedi. Çünkü, kızı kararını çoktan vermişti. Annesi de yarın sabah vedalaşarak gitti", diyor. Biraz daha ayak sürüyoruz bahçede. Tekrar, “Hoca Hanım çok heyecanlı ve müfettişten çok korkuyor", diyor. Çocukların hazır olduğu düşüncesiyle, sınıfa giriyorum ve teftişe başlıyorum. Öğrenci sayısının az olması ve teftişin bir kısmını da akşam -otururken- yapmam nedeniyle, denetimi iki saatte bitirip, okuldan ayrılıyorum. Şehre vardığımda, komşu köyün öğretmeni hakkında soruşturma yapan müfettiş arkadaşla, tekrar durum değerlendirmesi yapıyoruz.

Müfettişin bir köyle ilişkisi, diğer köye ya da okula varana dek sürer. Diğer bir deyimle, bir sonraki köy (ya da okul), bir öncekini unutturur. (Bu olay, Psikologların "geriye ket vurma" dedikleri durum olsa gerek.) Bende de öyle oluyor. (Geçenleri karanlık dehlize atıyorum ve karanlık dehlizlere atılacak öğretmenlerin peşinde koşmaya, -işim gereği- devam ediyorum.)

Bu olaydan tam bir ay sonra, artık müfettişlikten ayrılacağım kesinleşiyor ve öğretim yılı bitmeden de yeni görevime başlıyorum. Her ne kadar meslekten ayrılsam da, eski meslektaşlarımla ve daireyle ilişkimi sürdürüyorum. Bir gün dairede otururken arkadaşlar, "Bir köy ağasının, kendilerinden, köyüne bir bayan öğretmen verilmesi isteğinde bulunduğunu" söylüyorlar. Hayret etmiyorum. Belki çocuklarının, "toplumsal yönden gelişmiş" olarak yetişmeleri için böyle düşünmüştür, diyorum kendi kendime. Sohbet koyulaşıyor. Bizim Ağa, isteğinin gerekçesini de anlatmış: "Bizim karılar çok cahil. Ne konuşmasını biliyorlar, ne de insanla ilgilenmesini. İnsan karısını yanına alarak bir meclise katılamıyor. Haydi biz durumu az çok idare ediyoruz da, onlar hiç beceremiyor", demiş. (Öyle ya, hanımları da az çok okumuş bürokratların bulunduğu toplantılarda, meclislerde, en fazla ilkokulu okumuş bir köylü kızı, -Ağa eşi de olsa- ne konuşabilirdi? Ortalığı nasıl idare edebilirdi? İşte bu nedenle, "okumuş" bir bayanla evlenmek istediğini, bildirmiş Ağa. Evlenmek istediği bayanın iş sahibi olması pek önemli değildi ama, "okumuş" bir bayanla evlenmek öyle kolay mıydı? Değildi şüphesiz. Çünkü evlenebilmek için önce, evlenilebilecek okumuş bir bayanı bulmak gerekiyordu. Okumuş bayanı bulmak da öyle kolay değildi, Ağa için. Bunun birçok nedeni vardı ama, en önemlisi, -ağa da olsa- okumuş bir bayan, üstelik resmi nikahsız olarak, bir zenginin kuması (ikinci hanımı) olmak ister miydi? Resmi nikah işi çözülürse, bu sorun kendiliğinden halledilebilirdi ama, ağanın bu yolu denemeye niyetinin olmadığı anlaşılıyordu. Hem niye niyeti olsun ki? Nasıl olsa toplum, ağalara çok evliliğe izin veriyordu.)

Bizim ağanın, Millî Eğitimdeki yöneticilerin birçoğuyla dostluğu vardı. Dolayısıyla, bu konuyu kolayca konuşabiliyordu. Daireye her uğrayışında, fırsat olursa bu konuyu açıyordu. Ağaların ekonomik güçleri yanında, siyasi güçlerinin de olduğu gözönüne alınırsa, yöneticilerle bu konunun konuşulması kolaydı. Yine bir gün bu konu gündeme getirilince yöneticiler; "Diyelim ki senin köyüne bir bayan öğretmen verdik. Peki bu bayan öğretmenin gönlünü, -üstelik de evli biri olarak- nasıl yapacaksın?" derler. Bunun üzerine Ağa; "Siz bir verin, gerisi kolay. Ben ona köyde her türlü hizmeti yaparak, gönlünü ederim. Daha olmazsa, çevrem geniş. Onlardan yararlanırım", demiş. Bu şu demekti: "İsteği ile olmazsa, isteğimle olur".

O zamanlar da Güneydoğuda öğretmen bolluğu yoktu. Fakat, hemen hemen öğretmensizlikten kapalı okulumuz da yoktu. Yöneticiler, Ağanın bu pratik zekası karşısında; "İlçe köylerine bayan öğretmen vermek zor. Köyün uzak olması, ulaşım sorunu, lojman sorunu, gibi birçok engel var. Hadi bu sorunları gözardı ettik. Fakat, elimizde verilecek bayan öğretmen nerede?" demişler. Ağa, rahat bir nefes alıp, koltuğuna yaslanmış. "Komşu köyde var, O’nu verin!" demiş. Olur mu Ağa, o köyün çocukları ne olacak, demiş yöneticiler. "O köyde başka bir öğretmen daha var, sınıfları birleştirirsiniz, böylece çocuklar boşta kalmaz", demiş. "Peki Ağa, diyelim bunu da yaptık, fakat sizin köyün öğretmenini sene ortasında başka bir köye, hangi gerekçeyle, nasıl göndeririz?" demiş yöneticiler. Onun da kolayını buldum, demiş Ağa. Nasıl, demiş yöneticiler. "Yazılı şikâyet ederim, köyde huzur vermem, adamlarıma sık sık rahatsız ettiririm. Hakkında soruşturma açtırırım. Soruşturmadan bir şey çıkmazsa, kendi isteği ile gitmeye zorlarım. Böylece öğretmen köyden gitmiş, okul da öğretmensiz kalmış olur. Siz de o bayan öğretmeni bizim köye verirsiniz", demiş, Ağa. Bu karşılığı duyunca, adeta beynim durmuştu. Hiçbir şey diyemedim. Arkadaşlar da diyemediler, benim gibi. Arkadaşlar, bu olayı -daireye girip çıkan olduğundan- parça parça anlattılar. Hiç isim vermediler. Çok dolaylı sorularla, olayın geçtiği yeri öğrendim. Bu olayı, benim yanımda konuşmaları doğaldı. Çünkü, meslekten ayrılmış eski bir müfettiştim ve ayrılalı bir hayli zaman olmuştu. Nereden bilsinlerdi, geçen yıl benim o bölgeye baktığımı, öğretmenin şikâyet edildiğini, öğretmen hakkında soruşturma açıldığını, fakat soruşturmadan bir şey çıkmadığını, öğretmene eziyet edildiğini ve bu olayların tümünden haberim olduğunu. (Bu olayın tamamından, benden başka kimsenin haberli olduğunu sanmıyorum. Benimki de bir raslantı işte.)

Ağanın, "Bizim köye bayan öğretmen verin!" isteği karşısında etmediğim hayreti şimdi ediyorum ve karmakarışık duygularla Öğretmenevine doğru yürürken, ya soruşturmayı yapan müfettiş arkadaş raporunun sonunda; "...Her ne kadar iddialar kanıtlanamamışsa da, öğretmenin köyde huzursuz olacağı gözönüne alınarak, öğretmenin de istemesi durumunda, görev yeri değişikliğinin uygun olacağı ..." şeklinde bir görüş bildirseydi, acaba senaryo nasıl biterdi, diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Derken, üçüncü görev yerim geliyor aklıma. Bir gün okuldan çıkmış, asfalta doğru yürüyordum. Yanımda açık mavi bir mercedes durdu. Buyrun hocam, şehre kadar alayım, dedi. Tanımıyordum. Olsun. O beni tanıyor ya, diyerek arabaya bindim. Başladık konuşmaya. İşte böyle tanıştık. Yeşil gözlüklü, lacivert, çizgili takım elbiseli, kravatlı, 35 yaşlarındaki beyefendi, bu köyün ağalarından biriydi. İki km kadar gidip, asfalta ulaştıktan sonra, "Hocam, acele işin yoksa şu bizim çiftliğe kadar uğrayalım" dedi. Sağa döndü ve bir km kadar gittikten sonra bir U dönüşü yapıp, karşımıza çıkan binanın bahçe kapısı önünde durduk. Bu bina da iki katlı ve çevresi adamboyu yükseklikte duvar örülü. Duvarların arasına beton direkler atılmış. Bahçe kapısı demir ve iki kanatlı. Arabaların rahatça girip çıkabileceği genişlikte. Ağa tez canlı. Kornaya bir kez bastı ve kapının açılmasını beklemeden dışarı çıktı. Başladı kapıyı yumruklamaya. Bir taraftan yumrukluyor, bir taraftan da bağırıyordu. Hızlı ayak sesleri arasında şalvarlı bir bay gelip kapıyı açtı. İçeri girdiğimde, ilk dikkatimi çeken, sağ taraftaki su dinamosu ve küçük havuz oldu. Havuzda su yoktu. Dinamonun yanına yaklaştık. Henüz elektrik bağlanmamıştı. Bağlantı yerlerine baktık. Elektrik bağlamasını bilir misin, hocam dedi Ağa. Hayır, deyince, dinamoyu yeni getirdik, elektriği de açtıramadık daha, dedi. "Elektrikçiler, çok para istiyorlar. Oysa yapacakları bir iş yok. Bu parayı şehirden buraya gelmek için istiyorlar", dedi. Ağa, tulumbayı dereden çıkarıp, dinamoya geçmek istiyordu. Birkaç dakika kadar bahçede dolaştık. İçeride tarım aletleri duruyordu. Binanın alt kat kepenkleri açıktı. İçeri girdik ve masanın yanına gidip, sandalyelere oturduk. "Fatma!" diye bağırdı, Ağa. Yirmibeş otuz yaşlarında bir bayan, terlik sesleri arasında, hızlı adımlarla yanımıza geldi ve "Buyur Ağa, hoş geldiniz", dedi. Bize iki kahve yap, dedi Ağa. Çok kısa bir süre sonra, kahveler geldi. Ağa, bir taraftan kahveyi yudumlarken, bir taraftan da talimatlar verdi, bay ve bayana. Birtakım sorular sordu. Kalkıp içeriyi dolaştı. Alt kat, kapalı garaj ve depo, üst kat da ev olarak kullanılıyordu. Ağanın işleri bittikten sonra ayrıldık ve şehre doğru yola çıktık. İlçemizden bir aileyi sordu. "Küçük yaşta ayrıldık, ben bilmiyorum", deyince, "Onlar benim kayınbaba olur", dedi. Ağır seyrediyor, önümüze çıkan çukurlardan, direksiyonu sağa sola kırarak, sakınmıyorduk. (Altımızdaki yerli araba değildi ki sakınalım. Tekerler çukura düştüğünde, tatlı bir esneme meydana geliyordu.) Bir süre daha ilerledikten sonra, "Benim hanım da sizin meslektaş, yani öğretmen", dedi. Hangi okulda görev yapıyor, dedim. "Evlendikten sonra, iki gün okuluna götürdüm. Hanım, ben seni hergün okula getirip götüremem. Bu işten ne kadar maaş alıyorsan ben veririm, dedim ve meslekten istifa ettirdim. Şimdi üç çocuğum var, onlara bakıyor", dedi.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra, bir gün okuldaki öğretmen arkadaşlar, "Bizim Ağanın öğretmen olan eşiyle ikinci evliliğini yaptığını, birinciden ayrılmadığını, dolayısıyla resmi nikahlarının olmadığını, çocukların ise birinci hanımın üzerine kayıtlı olduğunu, hanımlarının ayrı ayrı evlerde oturduğunu", söylediler. Bu karşılaşmadan sonra da bir kaç kez karşılaştık Ağayla. Kiminde selamlaştık, kiminde beraber geldik, gittik.

Bir hafta sonu Diyarbakır Öğretmenevinde, dere yatağındaki taşların üzerinden sekerek gittiğimiz köyün öğretmenlerinden biriyle, köylerindeki, diğer evlere benzemeyen iki katlı evin, kime ait olduğunu soruyorum. Ağaya, diyor ve başlıyor anlatmaya: "Ağa, şehirde oturur. Hanımı ebedir, fakat ebelik yapmıyormuş. Hafta sonlarında bazen çocuklarıyla beraber gelip bir-iki gece köyde kalırlar. Üç tane çocukları vardır", diyor. Tahmin ederim ki, Ağanın fazla bir tahsili yoktur. Peki Ebe Hanım ile nasıl evlenmiş, deyince, "Ebe Hanım, bizim köye atandığında, Ağa, Ebe Hanım ile tanışmış ve birbirlerini sevmişler. Sonra da evlenmişler. Ebe hanımın resmi nikahı yok, yani kumadır", diyor. Demek ki Ağaların, köylerine, "ebe" ya da "bayan öğretmen" istemelerinin bir gerekçesi varmış, diyorum kendi kendime.

(Bu arada Ağaların, köylerine verilecek öğretmenlerle ilgili bir isteklerini de belirtmeden geçemeyeceğim: 1996’da, ilkokul öğretmeni atanmak için, her türlü dört yıllık yüksekokul mezunlarının kabul edildiği günlerde, Ağanın biri sık sık Millî Eğitime uğrar ve köyüne Veterinerlik çıkışlı bir ilkokul öğretmeninin verilmesini ister. Ağanın, sık sık bu isteği dile getirmesi, Millî Eğitimdeki yöneticilerin dikkatini çeker ve bir gün, "Ağam, neden Veteriner öğretmeni bu kadar çok istiyorsun?" derler. Ağa gayet rahat bir şekilde, "Benim ineklerim var, köye her zaman veteriner getirip- götürmek sorun oluyor da ondan", der. (Öyle ya, Veterinerlik çıkışlı bir kişi, hem ilkokul öğretmenliği, hem de veterinerliği neden birlikte yapamasın?)

Öğretmenlerin ya da ebelerin, ikinci bir eş, -üstelik de resmi nikahsız- olarak evlenmeleri onların sorunuydu. Bizi ne ilgilendirir? Meslekte kaldıkça, öğretmenleri teftiş ettikçe, daha birçok öğretmenin farklı meslek gruplarına mensup kişilerle, üstelik de resmi nikahsız ve kuma olarak evlendiklerini duyacaktım. Ama bunlardan biri var ki, gerçekten hayretimi gizleyemedim. Bu olaya da Diyarbakır’da çalışırken tanık olmuştum. Kısaca, olay şöyleydi: "Ağa, köyünde çalışan bir bayan öğretmenle, eşini boşamadan evlenmişti. Dolayısıyla, soyadını, ikinci eşine vermesi mümkün değildi. Ama demokrasilerde çare tükenmezdi. Başka bir deyimle, insanlar "soyadlarını değiştirme" haklarına sahiptiler. Öğretmen hanım da öyle yapmış. Medeni Kanunun, kendisine verdiği hakkı kullanmış. Yeni soyad olarak da, eşinin soyadının "aynısını" almış. Böylece, soyadlar da ki farklılık ortadan kaldırılıp, aynılık sağlanmış. Eh, ne diyelim.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..