Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ağustos '09

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Bir sessiz öykü..

Nizamiye kapısının tam karşısında adımlarının yavaşladığını fark etti. Yanından güle oynaya geçenlerin onun deli olabileceğini düşünmelerini bile umursamadan, yutkunarak, belli belirsiz bir şeyler mırıldandı. Annesini düşündü bir süre… “Sakın oğlum, sakın ha! Sana sütümü helal etmem eğer bunu başaramazsan” dediğini, muhabbet kuşlarını azat ettiğini anımsadı. Yaşayabilecekler miydi acaba kafeslerinin dışında? Kendisiyle cebelleşip durdu bir süre. Çantası omzundan sıyrılıp yavaşça ayaklarının dibine düştü. Girişte sağda, tel örgülere monte edilmiş kocaman yazıları tek tek okudu. Tereddütler anaforu yaşıyordu. Göz ucuyla, bir metre karelik alanında, kapıda çapraz duruştaki askere baktı. İçeriden yükselen marş seslerini dinledi. Dönüp arkasına baktı. Hala emin değildi. Çünkü, Yehova şahidiydi o!

Binanın en küçük odasında, pencere kenarındaki ranzanın alt katında uyuyordu. Nöbetçinin kapıyı yavaşça açıp, usul usul yanına yaklaştığını biliyor, ama tepki vermiyordu. Gördüğü rüyanın devam edebilme ihtimali var mıydı diye kendi kendine bunu düşündü. Tekrar uykuya dalmanın yolunu arıyordu. Fakat fazla uğraşmanın anlamı yoktu, zira nöbetçi bu seremoniye son verecekti nasıl olsa. Keşke dedi kendi kendine, gördüğü rüya gerçek olsa da patates kızartması ve menemenli bir kahvaltı ile içebileceği kadar çayla donansa masa… Ürkek bir el omzuna uzanarak, en fazla annesinin ses tonunda, “abi kalk hadi, komutan seni bekliyor.” diyordu. Alelacele giydiği eşofmanlarıyla, kapıdan merdivenlere yöneldi. Henüz merdivenin ilk üç basamağındayken, binayı inim inim inleten ses, onun basamakları ikişer ikişer inmesine sebep olmuştu. Terliklerinin çıkardığı sese engel olmak istiyor, ama elden bir şey gelmiyordu. “Oğlum al şu dosyayı bir incele, gerekirse ilk hastaneye uğrayın ilaçla bayıltın, öyle götürün. Yok yok öyle olmaz. Şehirlerarası otobüsle gidiyorsunuz, sonra siviller görür ne der. En güzeli iyi bir dövün, kedi gibi olunca çıkarsınız yola.” Masanın üzerindeki dosyayı aldı, selam durdu ve “Emredersiniz komutanım” dedi. “Değiştir o terlikleri… Nedir o öyle, şap şap?” diye amiri arkası arkasına lafları sıraladı. Göz kapaklarının bu ortamda nasılda böyle rahat ve gevşek, hatta lakayt olduklarına inanamıyor ve sıralanan talimatları anlamasada her cümlenin sonuna “Emredersiniz”i yapıştırıyordu.

Adı: …

Doğum yeri: …

vs.

Suçu: Emre itaatsizlikte ısrar!

“Yehova şahidi”. Tekrar okudu, ama anlamadı. “Ne şahidi, ne bu?” dedi kendi kendine. Yehova acaba uzak doğu sporu gibi bir şey miydi? her şeyi az çok bildiğini sandığına kahretti; aynı memleketten birini buldu kısa bir araştırma sonucunda öğrenmişti Yehova’yı. Daha çok Hatay civarında yaygın bir din olan Yehova kafasında bir takım soru işaretlerinin oluşmasına sebep olmuş ve farklılıkların çocukluğundan beri ne kadar ilgisini çektiğini düşünmüştü. Ermeni arkadaşı Vartan, siyah arkadaşı Abraham ve Arap Malik geldi gözünün önüne… Masada duran ifade ve tutanaklara bakarken odaya giren komutanının, “Aferin oğlum, aferin” demesinden aldığı cesaretle, cevabını iyi tahmin ettiği soruyu sordu: “Komutanım bu adam Yehova şahidiymiş. Nedir bu acaba?” dedi. Dünkü çocuğa kem küm edip rezil olacak değildi ya! Ellerini arkasında birleştirdi, duvarda asılı üniformalı resme bakarak yüksek bir sesle, “Ne olacak oğlum. Hayvan oğlu hayvan demek ki sivilliğinde mahkemede yalancı şahitlik yapmış. Sanmış ki yargıya, hakime, devlete yalancılığını yutturacak. Bak oğlum işte böyle, devletten kaçamazsın, bir gün gelir yediğin haltın hesabını verirsin”. Kahkaha atmamayı çok önceden öğrenmişti, ama dudaklarını ısırmasına engel olamıyordu. Eksik bir şey vardı ve bunu hemen, çaktırmadan tamamlamalıydı. Komutanına ne kadar bilgili, ne kadar haklı ve ne kadar güzel konuştuğu hissettirilmeliydi. Gözlerinin içine bakıyor ve ‘hadi be adam söyle, duymak istiyorum, yoksa söylemeyecekmişsin’ dercesine süzüyordu. Komutan biraz da vatanseverlikten dem vurdu, duvardaki resme bakarak. Komutan rahatlamış, bıyık altından gülüyordu ve kendisinin öğrenmesi gereken bir konu olduğuna kanaat getirmişti odayı terk ederken.

Bir yağ tenekesi boyutundaki derme çatma soba, nasıl olurda buharlı bir tren gibi gürül gürül yanar, diye düşünüyordu. Cezaevinin yazıcı odasında, muhafız arkadaşı ile evrak dolabının hemen önündeki sandalyede beklerken acayip tatlı bir uyku bastırdı. Sobanın sıcaklığı ve çıkardığı çıtırtı ninni gibi geliyordu kulağına. Kapının sert bir şekilde açılmasıyla bıçak gibi kesen soğuk birkaç saniye içinde suratına vurdu. Soğuk daha sonra tüm vücudunda etkisini göstermiş ve kendine gelmişti. Kapıdan önce nöbetçi, hemen arkasından tutuklu asker ve diğer nöbetçi içeri girmişti. “Geç lan şuraya” dedi önce giren asker mahkuma… Hayatında hiç Yehova Şahidi görmemişti. Alttan üste doğru iki metreye yakın boyulu, zayıf suratında hiçbir duygu ifadesi olmayan bu adamı süzüyordu. Mahkum, söylenenleri hiç sektirmeden yapıyordu. Esas duruşunu dahi bozmadan bekliyordu odanın köşesinde. Birkaç dakika sonra kulakları kıpkırmızı olmuş, suratına renk gelmeye başlamıştı. Derin derin nefes alıyordu. Mahkumun bu halini görünce, evrak işlerinin biraz daha uzamasını istedi içinden. Sabaha kadar buz gibi nezarette kalan bu uzun ve cılız adamın, palaska ve bot bağcıkları eline tutuşturulmuş, neredeyse belinden düşecek pantolonu, kirden parıldayan eğitim elbisesi ile gözlerine sürme çekilmiş gibi duran morluk ile sanki mahkemeye değil de az sonra bir tiyatro sahnesine çıkacaktı. Sanki nezarette değil de kuliste bekliyordu bu uzun ve cılız adam.

Kısa bir imza töreninden sonra teslim aldığı mahkuma ellerini uzatmasını söyledi. Daha önce de defalarca bunu yapmıştı, ama bu kez biraz tereddüt ediyordu. Hemen iki bileğini birleştirerek uzattı uzun ve cılız adam. Otobüs terminaline geldiklerinde daha yirmi dakikaları vardı. Hayatı boyunca o kadar çok sigara içmesine rağmen, asla sabah kahvaltı yapmadan sigara içmezdi. Yirmi dakikalık zaman, orta halli bir kahvaltı için iyi bir süreydi. Kendisine, arkadaşına ve uzun, cılız adama ikişerden altı poğaça ısmarladı. Mahkumun çayını karıştırmakta güçlük çektiği görünce kelepçelerini açmıştı. “Abi çok teşekkür ederim, ayrıca poğaça içinde sağ olun” demesiyle birkaç saniye ağzı açık kalmıştı. Yan masadakilerin, ağzı dolu haliyle böylece kala kalmasına güldüklerini fark edince de toparlanıp devam etmişti kahvaltısına. Göz ucuyla uzun ve cılız adamı süzüyordu. Oturuşu, çok az konuşması, bakışları onun efendi ve iyi bir insan olduğuna kanaat getiriyordu. Son lokmayı da ağzına atınca, hemen paçasından çıkardığı sigarayı yakmıştı. İlk nefesini öyle bir çekmişti ki, ciğerlerine kastı olmalıydı. Mahkumun bakışlarından ızdırabını çözmüş ve bir dal sigara da ona uzatmıştı. Gözleri parlayan uzun ve cılız adam teşekkür etmişti yine. Muhafız arkadaşı ise mahkumun her cümlesini bitirmesinde, boynunu bükerek gülüyordu. Buna bir süre daha tahammül edebilirim galiba diye düşünürken, otobüsün kalkmak vaktinin geldiğini fark etti. Tekrar bir sigara daha yakmıştı. Bir buçuk saatlik yolculukta bu son sigara onu idare edebilirdi. Tekrar kelepçe takarken, uzun ve cılız adamın bakışlarına yoğunlaşmıştı. Sanki bir şey istiyordu, ama kıvranıyor söyleyemiyordu. Nasıl söylesin ki? Gözündeki ve boynundaki morluklar bunun nedenini açıkça gösteriyordu. İçinde garip bir duygu vardı. İnanılmaz şekilde merhamet duyuyordu bu uzun ve cılız adama. Daha öncede onlarca mahkum sevk etmiş, ama bu adam kadar kimseye hassas davranmamıştı. “Bak, bir isteğin varsa söyle, çekinme. Gideceğin yerde hiçbir imkanın olmayacak, ona göre” dedi. Mahkumun böyle bir cümle beklediği her halinden belli oluyordu. Müthiş keyiflenmişti. “Abi telefon rica etsem, bir telefon görüşmesi yapabilir miyim?” dedi. Arkadaşının gevrek gevrek gülmesine anlam vermeye çalıştı bir süre. Sonra elini cüzdanına attı ve gözü gibi baktığı telefon kartını çıkardı. Kendi kendine, “Ulan zaten paran yok. Birde millete kart ısmarlıyorsun. O da yetmezmiş gibi, bir gören duyan olsa başına alacağın belayı bile hesaba katmıyorsun” dedi. Onun yarı isteksiz bu halini gören uzun ve cılız adamın “Abi param yok benim. Ama inan öderim. Gerçekten öderim” sözleriyle utanmıştı. Başını eğdi ve telefon kulübesine doğru yönlendiler. Kulübede bir dakika bile sürmeyen telefon görüşmesinin ardından, otobüsün kendilerine ayrılan arka dörtlüsüne geçmişlerdi.

Tabancasının verdiği rahatsızlığa dayanamayarak belinden çıkardı ve muhafız arkadaşına verdi. Konuşmak istiyordu. Adam neden emre itaatsizlik yapmıştı? Neden itaatsizlikte ısrar etmişti? Bir süre sonra dayanamayarak bu soruları ardı ardına yapıştırdı. Uzun ve cılız adam kısa, net cevaplar veriyordu. Yehova Şahitliğinde silah kullanmak, hatta dokunmak günahmış. Birliğine geldiğinde, silahhane sırasında kendisine verilen silahı almak istememiş ve komutanının bunun suç olduğunu, silahı alması gerektiğini söylemesine rağmen bu tavrına devam etmiş. Sonrası malum… Birkaç morluk ve askeri savcılık yolunda şehirlerarası bir otobüste yolculuk. Sevgilisinin iki gün önce verdiği şekerlemelerin cebinde olduğunu anımsadı. Bir tane ağzına attı, bir tane arkadaşına verdi ve bir tane de uzun adama ikram etti. Mahkumun “Çok teşekkür ederim” lafları, sabahtan beri sadece şapşal şapşal gülen ve boynunu bükerek cık cık eden arkadaşının “Eeee yeter lan! Ne teşekkürü? Sabahtan beri teşekkür teşekkür… Nesin sen? Şanzelize’de espresso mu içiyorsun?” sözüyle kesildi. Şoförün bile dikiz aynasından bakmasına neden olacak kadar yüksek sesle kahkahayı patlatmıştı arkadaşının bu çıkışına. Uzun ve cılız adam bozulmak bir yana, tebessüm ediyordu bu sözlere. Nezaketin de bu kadarı fazla diye düşündü. En azından bu koşullarda... Dün nezarette yediği dayaktan sonra, böylesine bir ortamda kendisi bulan uzun adamın, nezaket delikleri açılmıştı adeta. “İyi de, madem senin dininde, inanışında silah yasak neden askere geldin be adam?” dedi. Bu can alıcı sorunun cevabını öyle merak ediyordu ki. Bir kaç saniye duraksayan uzun ve cılız adamın, herhangi bir cevap veremeyeceğini ya da kıvıracağını düşündü. Daha önce kendi gibilerinin böyle yaptığını, askerliğin vatan borcu olduğunu vs. demesiyle aklından geçenleri söylemeyi istedi. “Bak kardeşim gideceğin yer cehennem. Vazgeç bu sevdadan. Öyle bir hale gelirsin ki silaha dokunmayı bırak, sevgili muamelesi yaparsın orada yaşadıklarından sonra” dedi. Ama boşuna anlatıyordu. Uzun ve cılız adam bu sözleri duymayı alışmış ve hiç tepki vermeden dinliyor, ama dediğim dedik asla vazgeçmem diyordu. Görüşüne saygı duymasına rağmen, içinden ona “vah vah” diyordu. “Hele sen bir git bakalım oraya da gör Yehovanı, tanıklığını” dedi. Israr etmemeye karar verdi bir süre sonra, zira uzun ve cılız adam davasına yürekten inanmıştı, vazgeçmeye hiç niyeti yoktu.

Sinir olduğu daktilo sesi, mahkeme odasında şakılıyıp duruyordu. Askeri Hakim, hemen arkasında durduğu mahkuma “Bak oğlum, sen burada bana birliğime döneceğim ve silah alacağım de, seni serbest bırakacağım” dedi. Adamın Hakime vereceği cevabı otobüsten biliyordu. O yüzden uzun ve cılız adamın cevabından çok, hakimin tepkisini merak ediyor ve hakimin yüzüne bakışlarını odaklıyordu. Aynı nakaratın tekrarından sonra, o alicenap babacan adam gitmiş, yerine çıldırmış bir insan gelmişti. Elindeki kalemi fırlattıktan sonra “Lan oğlum, evine geldin baktın ki iki cani biri ananı... biri de bacını... Ve masanın üzerinde de silah. Ne yaparsın?” dedi. “Eyvah” dedi kendi kendine ve şimdi gerçekten merak etmişti bu sorunun cevabını. Burnundan soluyan, çizgi filmlerdeki boğalara dönüşen hakimin üzerindeki bakışlarını uzun ve cılız adama yöneltmişti. “Sadece ellerimi kullanarak engel olmayan çalışırım efendim. Silaha yine de dokunmam efendim” dedi. Kıyametin alametini önceden sezerek, tekrar hakime baktı uzun ve cılız adamın arkasından. Şimdi gerçekten çılgına dönmüş, çıldırmıştı hakim. “Lan s..git. Efendimmiş. Ne efendisi lan? Yıkıl karşımdan”. Eline ne geçerse fırlatıyordu. Fırlattığı zımba, uzun ve cılız adamın kafasından sekmiş ve son anda kıvrak bir manevrayla kendisine gelmesinden kurtulmuştu. “Lan oğlum, iki türlü tedavi vardır. Biri gidersin adam gibi tedavini olursun hastanede, biri de bizim cezaevinde. Senin tedavinin bizim cezaevinde olacağını düşünüyorum” dedi Hakim. Nefes nefese masasının üstündeki su dolu bardağın yarısını içmişti ki, uzun adamın teşekkür etmesi, odadakilerin bakışlarının aynı anda hakime yönelmesinin sağladı. Kısa bir sessizliğin sonunu, orada bulunan herkes fazlasıyla merak etmeye başlamıştı. Göz ucuyla baktı. Muhafız arkadaşı tebessümle çaktırmadan boynunu büküyordu yine. Umulan olmamıştı. Hakim, “Bir şarjör mermi yakar ulan, bir mermi de bizi bulur” dedi. Dönüş yolunda muhafız arkadaşı “Tamam evladım. Hadi sen cezaevine bakalım” dedi.

Cezaevi yazıcı odasında devir teslim yapılırken, yolda tabancasını uzun ve cılız adama uzatmasını, ama yinede onun tabancayı almamış olmasını anımsadı. İmza atıp evrakları aldıktan sonra, uzun ve cılız adamla son bir kez göz göze gelmişlerdi. Sözle olmasa da gözleriyle ona, “Hata yaptın. Allah yardımcın olsun!” demişti. Olup biteni düşünürken, kapanan kapılar ardından gelen alışık olduğu çığlık seslerini duymamak için, elleriyle kulaklarına kapatmış ve birkaç damla gözyaşı bırakmıştı cezaevi nizamiyesine. Muhafız arkadaşının onu teselli etmesine mutlu olmuş ve şaşırıp kalmıştı. Arkadaşı ona “Teşekkür ederim” dedi. Ondan ilk defa bu kelimeyi duymuştu. Ne kadar ciddi olup olmadığını çözebilmek için suratında bakışları oradan oraya geziniyordu. İçten olmasına çok mutlu olmuştu ama teşekkür meselesine gülmemek elde değildi. İkisi de deli gibi gülüyorlardı artık. Karınları ağrıyana kadar güldüler. Durup durup bir daha güldüler. Birbirlerine baktıklarında yine güldüler; deliler...


Akın KAYA

 
Toplam blog
: 10
: 405
Kayıt tarihi
: 14.08.09
 
 

1976'nın Mart ayında, tek katlı toprak bir evde dünyaya gözlerini açtı Akın KAYA... Yer: Sivas'ın Di..