Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Temmuz '18

 
Kategori
Deneme
 

Bir Şiirden Yola Çıkarak Şairini Kendimiz Kılmak Üstüne Küçük Bir Deneme (*)

Bir Şiirden Yola Çıkarak Şairini Kendimiz Kılmak Üstüne Küçük Bir Deneme (*)
 

Çocuk ve Akşam

işte akşam, tül, bakır ve yas
havada kuş tüyleri, ıssızlık
ay şimdi sularda gizli bir veda
kumdan kalelerine ağlarken çocuk
ruhta köpüklenen o kızıl yara
doğunun akşam faslı bu eprimiş gün
isli lamba, misk kokusu, irin
ve siyanür tanrıya diz çöken vaha

çocuk rüyalarında denize benzer kuşlar
kanatsız düşler gibi halbilgisi hep kırık
çocuk-kuşlar yansıtan buğulu aynalarda
dans bu, fonda garip bir arya
sözcükleri yitiren sesin boğuk tınısı
tül, ıssızlık ve daracık odalarda
anka uçuran ruhun gizemli dansı
akşam işte, âraftaki âmâ kuş
halkbilgisi hep zayıf çocuk düşleri
gibi masum ve suçlu darağacında
ah akşam, lirik bir bağbozumu şimdi
yakutun alacada rengini yitirdiği

(Çocuk ve Akşam-1999)•

 

“Çocuk ve Akşam” değişimin diyalektiğinde örgülenen bir şiir.
Hayatın, insanı, bu zıtlıklar dünyasında sınadığı bir gerçek. İnsanın, yaşam ve ölüm dediğimiz bu iki uç nokta arasındaki hayat serüveni, yine diyalektik bu olgu içinde bir dengede yürür. Bazen tarihin akışındaki hız, koşulların olumlu ya da olumsuzluğu karşısında yavaşlanır ya da hızlanır.

Biri doğarken diğeri batıyor. Biri karartırken diğeri aydınlatıyor. Biri sırlanıp bilinmezliklere dolanırken diğeri berraklaşıp aydınlanıyor. Biri bulanırken, diğeri bir gözede kaynayan dupduru bir su oluyor. Biri uzun bir ömür için hayatını büyütürken diğeri ömürden aldıklarını tamamlayıp hayattan kopuyor. Bir yanıyla tül gibi ipince, bir yanı bakır renkli akıyor. İnsan kadar eski bir tarihe, uzun bir yas tarihine uzanıyor bir yanıyla. Bir yanıyla tüy kadar hafif, ıssızlık kadar büyük bir çığlık olarak çoğalıyor duyumlarımızda.

Akşamın çöküp gecenin karanlığına sığınan bir ay, hazır bir vedadır ömre. Sularımızın aynasında yakamozlar dehlizidir bizi sarımlayan içimizde. Çocuklar, yaşam deneyimi edinmeden, yaşamı en doğru, en dolayımsız, en kestirme, en yalansız görerek yaşayan birer büyük ustadırlar; yaşam, sevgi, öfke, umut, bağlanmak konularında. Geleceği düşünmeden yaşamaları, yürek acısını tatmadan ağlamaları, hayatı deneyimlemeden çocuksu o usta duyarlıklarıyla sezmeleri, belki de onların belli başlı en temel özelliği. İlerideki hayatlarında onları bekleyen büyük acılara hazırlayan, onlara, kendi oluşlarını gizlemeden, saklamadan, yaşamalarını sağlayacak olan en özgün, kendilerine özgü yanlarıdır. Onun için bir yandan “kumdan kalelerine” ağlarken, bir yanıyla da “ruhunda köpüklenir o kızıl yara”.

Ayten; ağır toprak kokusunu; hafifliğine tülün, bakırın sıcak ve bariton sesine ve yas’ın upuzun acı soluğunu bir oya gibi işlemiş. Daha ilk dizede insanın şurasına işleyen bir mey sesi. Meyden üflenen nefesin, Samah'a duran tenin, o bitmeyen sabrı, katmerlenen acısını bir “anakadın” edasında duyuruyor. Buna “kraliçe ardı da” denebilir. Yaşam denen o diyalektik döngünün içinde hep geleceği olan, ama dünün derin acılarından, yoğun hüzünlerinden, kederli sonatlarından, ağıtsı hallerinden geçtiğini de unutmadan.

O artık bir cinsiyetin anası olarak değil, doğanın bütün varlıklarının acılarını kendisinin yapan ve yaşayan, onların da bir anası olarak seslenir. Çünkü insan, onun şiirinde salt hemcinsleriyle var olmaz, tam olmaz. Bütün varlıklarıyla bütünleştiğinde ancak yaşamın bir anlama oturacağını bilir. Ve öyle ses olur, hüzün olur, tül olur, bakır olur bir dizede gelip yüreğe oturur, bilinci yüreğimizle yoğurtur...

Atların insanlarca evcil kılınmadan, doğada yarı insan yarı atlaştırıldığı mitolojik dünyadan geliyor Ayten'in şiir atları. Onlar hep özgür ve hep yılkı, hep göçebe, özgürlüğünü giymiş eynine. Öyle dolaştırır bizi, yarı insan yarı at, sentörler gibi.

İç sızılar, iç yaralar, dış oyuklar, yarım bırakılmış oylumlar, derin hüzünler, kırık gülümsemeler, ağıtsı sesler, destansı söylemler, kederli yüzler, derin acılar, umutsuz durumlar, keskin ayrılıklar, ertelenmiş umutlar, bastırılmış duygular, acı feryatlar, dağlanmış koca bir yürek…

“Çocuk ve Akşam” şiirinin zamanı “akşam ve gecedir”, çocuk , “gelecek ve geçmiş” diyalektiğini imgeler. Simgeci bir tavırdır bu. Birbiriyle aynı olmayan, birbirinden farklı zaman dilimlerinde, değişik durumları, olay ve olguları kendi içinde var eden bir bütünsellik sergiler her şey. Hani diyor ya Heraklit “Zıtlıkların çarpışmasından doğrulur her şey” diye; Ayten, dün ve bugün, geçmiş ve gelecek, gündüz ve gece, çocuk ve kendisidir buradaki, bu diyalektik süreçte. Ayten çocukluğuna, hem geçmiş hem gelecek olarak eğiliyor. Geçmişe, yani çocukluğuna inip, içinde büyütmediği o çocukla birlikte oluyor. Geçmişe gidilmiştir artık. Akşama evrilmiştir zaman. Havada, tül kadar geçirgen bir şeffaflık, bakır tonunda bir davudi sessizlik ve biraz sonra, şu ana, şimdiye dönüleceğinin, çocukluktan koparılıp, büyüklerin sancılı dünyasına dönmenin yaşamımıza yüklediği ağır sorumlulukların “yas” yüküdür hissettirilen. Ama büyük ıssızlık… Gecenin, büyük ışık gözü büyülü bir aydır. Suları tutuşturan yakamozdur. Günün evrilmesiyle birlikte, çocuk imgesine dönüştürdüğü derin, koca bir vedadır.

Yaşanmışlıklar insanı eskitir, doğayı, eşyayı, günü/dünleri de elbet. Doğunun akşam fasılları erkeksi vurdumduymaz bir eğlencedir; anadan, kadınlardan çalınan. Kadınlar içinde gün, eprimiş bir geceliktir, geceye hazırlık, yıpratılmış hayatlar…

Bilinçle seçilmiş sözler bunlar. Yorgun yüreklerin, parçalanmış ruhların, eprimiş bedenlerin, susturulmuş dillerin çığlığıdır. Ama çocuktur bu, hemen unutur ve “rüyalara dalar”, gençliğinin kuşlarını bir daha, mavisini soldurmayacak “deniz’ine” benzetir. Kanatsız düşlerin “halbilgisi” hep kırıktır. Çünkü daha o yaşta büyümesi öğretilmiştir ona. Ama o, vaz geçmez bundan. “Çocuk-kuş” imgesi nasıl da bir bütünlüğe koşturur insanı. Şu andan, şimdiden çocukluğa yürümek, geçmişe uzanmak. Kuş imgesi geleceği imlemek, geleceğe uçmaktır. Hep umuttur bu. Büyük usta Nâzım da öyle diyor ya: “Umut, umut, umut insanda…”
Ayten’in bu şiirinde “zaman” bir yol ayrımıdır; geçmişten geleceğe, şimdiden yarına, dünden bugüne. Tinsel dokusu yaralıdır. İzler derinde ve içerdedir. Ağlamak bir yakınma değil, var olan durumu yenilemektir, iç birikimlerden kurtulmak, yeniye, yenilenerek hazırlanmaktır. Var olan durumu kabullenmek, Ayten için bir çaresizlik değildir. Sessizliğin çığlığı, sabrın susarak başkaldırısıdır. Dokunaklı bir tonu, ağıtsı bir gırtlağı vardır. Ağırbaşlıdır. Bu şiirde ağırlıkla hissettiğimiz, kendini hissettiren bu tinsellik, ilerici ve devrimci bir ıra taşır. Devrimci bu bakışla, dinsel söylemden bağımsızlaşır, ayrı ve kendine özgü bir söylem geliştirir. Mitolojik bir derinlik, Anadolulu bir eda taşır…

Şiirindeki duyarlık Saphoo duyarlığı. Farklı çağların, farklı kültürlerin iki kadını, değişik dönemlerin kadın şairler olarak, insana ve sanata şiirin içinden bakmaları, buna bir de doğalarından gelen anne yaratıcılıklarını da eklediğinizde son derecek lirik, hüzünlü ve derin duyurumları olan bir şiir çıkarıyor ortaya. Elbet ki bunu, şiir sanatının estetik doğruları içinde kendi yordamlarıyla yapıyorlar. Aslında, her kadın (her insan aslında) kendi çağının bir tanığıdır. Ayten’in şiirlerindeki örselenmiş yürekle bir anne seslenir, bir şair çağının tanığı olarak. Şiirlerinde betimlenen tabloda yer alanlar, “Derin yara almış bir umudun” tiz sesi olarak varlar. Bütün bunların şiir diline aktarımındaki ustalığı, şiirindeki lirizmi, Antik çağın, Antik dünyanın “fülütçü kızı” Saphoo’yo çağrıştırıyor bana.

Her şair kendisine dışarıdan bakmayı hep düşünmüştür. Bunun bir hayli güç bir iş olduğu şairin bilinci ve bilgisi dâhilindedir. Yaşam sürekli değişimi olan ve insanla bir anlama oturulan bir olgu olduğundan, şair hem kendisinin hem şiirinin, bu değişimden geçtiğinin de bilincindedir. Her şairin derdi, şirinin dili, şirine derinlik katan imgeyi, şiir işçiliğini, dize ustalığını, şiirinin yapısını önemsemesi ve sağlam bir kurguyla bu yapıyı şiirin estetik doğruları içinde bir somutluğa dönüştürmektir.
Bunu, Nâzım Hikmet’in şu dizelerinde ne zor bir iş olduğunu okuyoruz.

“Biz de aynı loncadanız biliriz, Tavfer
zanaatların en kanlısı şairlik
sırların sırlarını öğrenmek için
yüreğini yiyeceksin, yedireceksin.”

Son olarak, Ayten Mutlu, ateşi tanrılardan çalıp, tanrılara başkaldırsınlar diye insanların hizmetine sunan Promete’nin bir yoldaşı olarak, bu “zanaatların en kanlısı şairlik/sırların sırrını öğrenmek için” daha kaçıncı kez “yüreğini yiyecek, yedirecek” bilinmez, ama bildiğim, bu toprakların Gülten Akın’dan sonra ikinci “ozan anası” olduğu.
Şiirlerini ben hep bu tarihsel imgeler ışığında okudum.
 

(*) Ayten Mutlu'nun şiiri üstüne, KIYI edebiyatın ATARDAMAR sayısında yayımlanan yazım...09.07.2015

 

 
Toplam blog
: 36
: 110
Kayıt tarihi
: 20.06.18
 
 

Günümüz şairlerinden. 1961 Erzincan doğumlu. Öğretmen şair. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fak..