Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ekim '07

     
    Kategori
    Bilim
     

    Bir taş düşerken

    Bir taş düşerken
     

    Muazzam Kainat


    Fizik kanunları kainatın işleyiş şeklini gösteren matematik ifadelerdir. Kainatta meydana gelen hadiseler, bunların karşılıklı ilişkileri ve mevcut sistemin yaratılış ve işleyiş kanunları eski çağlardan beri insanların ilgisini çekmiştir. Gök cisimlerinin hareketleri, gel-git olayları, gemilerin suda yüzmesi gibi hadiseleri açıklayabilmek için çok sayıda fikir adamı kafa yormuştur. Fakat bu konuları ele alıp sorgulayan Eski Yunan düşünürlerince insanın araştırma ve inceleme alanı bitkiler, böcekler ve yıldızların dünyası değil insanın kendisiydi. Bu insanlar, kainatta geçerli olan temel kanunların sadece akıl yürütme, mantık ve muhakemeyi kullanma yoluyla bulunabileceğine inanıyorlardı.

    İnsanlığa sunulan ezeli mesaj Kur’an-ı Kerim’de ise, bal arısı ve sivrisinek gibi canlılardaki İlahi tecellilerin mükemmelliğine işaret edilmekte, insanoğlunun rüzgarların değişmesi, gündüzün geceye dönüşü, bulutların hareketi ve uzay boşluğunda yüzen yıldız ve gezegenler gibi tabiat olaylarını gözleyerek, üzerlerinde düşünüp araştırma yapması teşvik edilmektedir. Kuran’ ın tabiat olaylarının incelenmesine ve bu konuların üzerinde çalışılmasına verdiği önem, İslam alimlerinin gözlem ve deneye dayalı ilk ilmi çalışmaları başlatmalarını sağlamıştır.

    İslam alimlerinin zamanın Batı dünyasına göre oldukça ileri seviyede olan ilmi nitelikteki çalışma ve eserleri Haçlı Seferleri’yle birlikte Avrupa’ya götürülüp orada yaygınlaşınca, Rönesansla birlikte akla ve bilime verilen önemin artmasıyla Batı’da da bilimsel çalışmalarda bir hareketlilik ve atılım yaşanmaya başlandı. Eldeki bilgiyle yetinmeyip kendi deney ve gözlemlerinden çıkardıkları sonuçlara da başvuran Avrupalı bilim adamları, tarihte “modern bilimin doğuşu” diye anılan hadiseye ön ayak oldular. Fakat bu gelişmeler yaşanıp, kainat hakkında doğru bilgilere ulaşılmaya başlanana kadar, Eski Yunan’dan kalma felsefi bilgiler (görüşler) tabiatın temel kanunları olarak kabul ediliyordu. Mesela, Galile’nin, hareket eden bir cismin üzerine bir kuvvet etki etmediği müddetçe hareketine sabit hızla devam edeceğini bulmasından önce, Aristo’nun, bir cismin önce, hareketine devam edebilmesi için üzerine bir kuvvet etki etmesi gerektiği fikri kabul ediliyordu. Ayrıca, “serbest bırakılan bir cisim ne kadar ağırsa o kadar çabuk düşer” konusu da, Aristo’dan beri doğru zannedilmesine rağmen, Galile ve Newton’un deneyleriyle yanlış olduğu ispatlandı. Yeryüzünde serbest bırakılan bir cismin hareketi (hava direnci, cismin ağırlığına ve dik kesitine göre oldukça küçük olduğu müddetçe) cismin kütlesine bağlı değildi. Dolayısıyla aynı yükseklikten bırakılan farklı cisimler yere aynı zamanda ulaşıyorlardı. Fizikte yaşanan bu ve benzeri gelişmeler bilimin şu genel kaidesini ortaya koydu. “Kainattaki eşyanın tabi olduğu kanunlar ancak gözlem ve deney yoluyla, yani kainatı bir kitaba benzetirsek, bu kitabı okuyarak ve okuduktan sonra üzerinde düşünerek keşfedilebilir.” Burada, bilim adamlarına düşen görev, kainatta geçerli olan kanunları ve temel gerçekleri, bilimdeki deney ve gözlem metodlarıyla keşfetmeğe çalışmak, filozof ve düşünürlere düşen görev de, bunlar üzerinde düşünmek olmalıdır. Yani, kainatı doğru bir şekilde anlayabilmek için öncelikle kafamızdaki her türlü önyargıyı bir tarafa koyup, kainattaki hadiseleri incelemeli, daha sonra da bu hadiseler arasındaki ilişkileri ve bu ilişkilerin ifade ettiği gerçekleri yorumlamalıyız.

    Modern bilimin ne demek olduğunu ve bize neler anlattığını anlayabilmek için doğruluğu çok büyük bir kesinlikle ispatlanmış olan genel çekim kanununu ele alalım. Çeşitli gözlem ve deneyler sonucu, herhangi iki cismin birbirlerini kütleleriyle doğru orantılı ve aralarındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak çektiği (kuvvet uyguladığı) anlaşılmış ve bu olay:

    F: Cisimlerin birbirlerine uyguladığı çekme kuvveti.
    m1, m2: Cisimlerin kütleleri.
    r: Aralarındaki uzaklık.

    şeklinde matematik lisanıyla formülleştirilmiştir. Bahsettiğimiz çekim kuvveti, bir cismin yeryüzünde serbest bırakıldığında düşmesi, dünyanın güneş etrafında ay’ın da dünya etrafında dolanması gibi olaylarda karşımıza çıkan kuvvettir. Biz bu hadiseleri açıklarken sebep olarak çekin kanununu gösteriyoruz, halbuki çekim kanunu zaten bu gibi hadiselerin gözlenmesiyle keşfedilmişti. Yani ortada bir çekim hadisesi var, bilim bu çekim nelere nasıl bağlı olduğunu gösteriyor, fakat bu çekimin sebebini açıklayamıyor. Burada, gelebilecek itirazlara karşı bir noktaya dikkat etmek gerekir.

    Eskiden sebebi açıklanamayan birçok olayın bilimsel araştırmalar sonucunda anlaşılır hale geldiğini öne sürerek, çekim hadisesinin de bir gün anlaşılacağını iddia edebilirsiniz. Fakat, bu mesele de pek çokları tarafından yanlış anlaşılmaktadır. Aslında bilim, hiçbir olayın gerçek sebebini açıklayabilecek güçte değildir. Çünkü bilimin yaptığı şey, kainattaki hadiselerin hangi şartlar altında nasıl gelişeceğini genelleştirilmiş kaideler halinde tesbit edip, belli başlangıç şartlarına bağlı olarak gerçekleşecek hadiselerin önceden tahmin edilebilmesini sağlamaktır. Mesela, dünyada havaya atılan bütün cisimlerin yere düştüğünü gözlemleyip bunu genel bir kaide olarak ortaya koyma ve bu cisimlerin hareketini matematik diliyle belirledikten sonra, belli bir hızla ve belli bir açıyla fırlatılan bir cismin ne kadar sürede ne kadar uzağa düşeceğini önceden tahmin etmek, bilimin işleyişini gösteren basit bir örnektir. Yani olaylar hep aynı kanunlara göre birbirini takip ettiği için, bu birbirini takip etmenin nelere nasıl bağlı olduğunu bulmak, elbette niçin bu şekilde bağlı olduğunu açıklamak demek değildir. Bundan dolayı, ileride çekim kanununun belli parçacıkların alış-verişiyle ya da uzay zamanın eğrilmesiyle ilgili olduğu anlaşılsa bile, niçin böyle bir alış-verişin olduğu, niçin uzay zamanın eğrildiği, niçin bu alış-veriş veya eğrilmenin belli matematik formüllerine göre cereyan ettiği ve dolayısıyla niçin cisimlerin birbirini çektiği hiçbir zaman bilimsel metodlarla anlaşılamayacaktır. Cisimlerin birbirini niçin çektiği bir muamma olarak kalmasına karşılık, bu çekimin çok iyi tanımlanmış bir matematik formülüne bağlı olarak gerçekleşmesi de, aslında çok sırlı ve acayip bir hadisedir. Karşılaştığımız her tabiat hadisesinde olduğu gibi, olayların bize sunuluş tarzından ve alışkanlıktan dolayı fark edemediğimiz orijinallikleri, çekim kanununda fark edebilmek için bu kanunu biraz kurcalamak yeterli olacaktır.

    Çekim kanununu inceleyeceğimiz bir örnek olarak, yeryüzünde belli bir yükseklikten serbest bırakılan bir taşı ele alalım. Bu taş serbest bırakıldığında, üzerine etki eden çekim kuvvetine bağlı olarak belli bir hareketi gerçekleştirecektir. Gittikçe hızlanarak yere çarpması gibi. Fakat taşın ne kadar hızlanacağı, ne kadar sürede yere ulaşacağı, hata hareketinin her saniyesi dünyanın merkezinden olan uzaklığına (r), dünyanın kütlesine (m) ve çekim sabitine (G) çok kesin bir şekilde bağlıdır. Yani taşın yaptığı hareket rastgele bir hızlanma değil, her anı matematiksel olarak belirlenmiş bir harekettir. Dolayısıyla bu hareketin gerçekleşebilmesi, eğer bu taş düşmeyi kendi kendine yapıyorsa, ancak ve ancak taşın, çekim sabitini, dünyanın kütlesini ve dünyanın merkezinden olan uzaklığını her an hatasız olarak bilmesi ve bu bilgiye uygun olarak hareket etmesiyle mümkün olabilir. Bize bu basit örnek bile çok saçma ve muhal (imkansız) gözükürken, gerçekte olan hadise çok daha karmaşık ve bir taşın altından kalkamayacağı kadar muazzamdır. Çünkü gerçekte bir taşın yere düşmesi esnasında ona kainattaki bütün cisimler, kütleye sahip büyük- küçük her şey değişen derecelerde bir çekim kuvveti uygulamakta ve taş, tüm bu kuvvetlerin etkisi altında hareketini gerçekleştirmektedir (Herhangi bir cismin hareketini belirleyen diğer üç temel kuvvet olan elektromanyetik, zayıf ve nükleer kuvveti, bu örneğimizi incelerken dikkate almıyoruz. Benzer şekilde matematiksel formüllerle ifade edilen bu kuvvetlerin varlığı gerçek dünyadaki hareketi daha da karmaşıklaştırarak tezimizi güçlendirmektedir. Fakat aynı mülahazalar bu kuvvetler için de düşünülebileceği için, her birini ayrı ayrı ele almayı gerekli görmüyoruz). Yani, taşın, yapacağı hareketi tam olarak belirleyebilmesi için kainattaki yaklaşık

    10 üzeri 80(10000000...000)
    ___________________________
    (80 tane sıfir)

    tane parçacığın (proton, nötron, elektron, vs.) her birinin kendisinden olan uzaklığını ve kütlesini bilmesi, çekim kanununun matematiksel formülüne göre her bir parçacığın kendi üzerinde oluşturduğu ve hareketine bağlı olarak her an değişen çekim kuvvetini her an hatasız olarak hesaplaması ve bu kuvvetleri yönlerine dikkat ederek (vektörel) toplaması gerekmektedir. Bütün bu işleri değil bir taşın, kainat büyüklüğünde bir süper bilgisayarın dahi yapması imkansızdır. Çünkü bütün bu parçacıkların bizim taşımıza göre konumları da her an değişmektedir. Dolayısıyla bir tek taşın basit bir hareketi dahi korkunç miktarda bilgi ve işlem gerektirmektedir. Bütün fizik kanunlarının, benzer şekilde, kainattaki tüm parçacıklarla bağlantılı olması ve matematiksel bir kesinlik içinde ifade edilmeleri karşısında 20. yüzyılın Einstein’dan sonra en büyük bilim adamı kabul edilen Nobel ödüllü fizikçi Richard Feynman şaşkınlık ve hayranlığını şu sözlerle ifade etmiştir:

    “Beni her zaman düşündüren bir şey var. Bugün anladığımız şekliyle yasalara göre, evrenin en küçük bir bölümünde ve en küçük bir zaman süresinde ne olup bittiğini öğrenmek, bir bilgisayarın sonsuz sayıda mantıki işlevini gerektiriyor. 0 küçücük bölgede bütün bunlar nasıl olabiliyor? Küçük bir uzay-zaman parçasında olan biteni anlamak neden sonsuz ölçüde mantık gerektirmesin?”

    Kainatın en ufak bir parçasında meydana gelen olaylar, kainatın tamamıyla ilişkili ve bağlantılı olduğuna göre ancak ve ancak bütün kainatı aynı anda gören her parçacığın konumuna milimi milimine (esasında fermisi fermisine demeliydik) bilen bir Zat tarafından gerçekleştirilebilir. Bunun yanında, ele aldığımız çekim kanunu ve diğer fizik kanunları kainatın her yerinde aynen geçerli olduğuna göre, her yerde aynı kanunun işlemesini sağlayan bu Zat, her şeye sözünü dinletip hükmüne itaat ettiren bir Kadir-i Mutlak olmalıdır. Ya da kainattaki her parçacık (her atom) bütün kainatı aynı anda görmeli, kainattaki her parçacığın konumunu, kütlesini, elektriksel yükünü vs. bütün fiziksel özelliklerini bilmeli, bütün fizik kanunlarının farkında olmalı ve oluşturduğu kanunlara kendisi uymalıdır. Her şeyin Vahid ve Ehad, yani hem kainatın tamamı tasarrufunda olan, hem de kainatın her parçasında kendisine ait işaretler ve tesciller bulunan Allah cc) tarafından gözetilip idare edildiği kabul edilmediği zaman ortaya çıkan mantıksızlık ve hurafeler, asrın mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri tarafından ne kadar beliğ ve veciz bir şekilde ifade edilmiştir:

    "Her bir zerrede, Vacib-ül Vücud’un sıfatlarını farz etmek lazım geliyor. Hem her bir zerrenin, bütün zerrelere hem hakim-i mutlak, hem mahkum-u mutlak olması lazım geliyor. Hem her bir zerrede, ihatalı bir şuur, tam bir ilim lazımdır.”

    Yani kainattaki oluşum ve değişimler öyle bir şekilde cereyan etmektedir ki, kainatın bütün parçaları (büyük-küçük her şey) birbirleriyle alakadar ve bütün olaylar, kainatın tamamen içinde bulunduğu duruma birtakım kanunlar çerçevesinde bağlı olarak gelişmektedir. Dolayısıyla herhangi bir nesnenin basit bir hareketinde bile sonsuz bir ilim ve sınırsız bir kudret iş görmektedir. Bu gerçeği de Bediüzzaman Said Nursi (Hz.) “Bir Şey, her Şey’siz olmaz” ve “Kainatı elinde tutamayan, zerreye hükmedemez”, gibi sözlerle ifade etmiştir. Kainatta neyi ele alırsak alalım, üzerinde bir miktar düşündüğümüzde, nasıl ve niçin sorularını sorduğumuzda ortaya çıkacak cevaplar, hep her şey tasarrufunda olan, sınırsız ilim ve kudret sahibi bir Yüce Yaratıcı’yı gösterecektir.

    Çekim kanununun işleyişinin ne kadar şümullü ve karmaşık bir hadise olduğunu bir parça anladıktan sonra, bu çekim hadisesinin gerçek sebebini biraz daha kurcalayabiliriz. Mesela serbest bırakılan bir taşın hızlanarak yere düşmesi ile ay’ın dünya etrafında belli bir yörüngede tutulması olayları arasında kurulan sezgisel ilgi, Newton’un çekim kanununu keşfetmesini sağlamıştır. Bu kanun tam şekliyle ifade edilip zihinlerde kabul gördükten sonra, havaya atılan cisimlerin yere düşmelerinin sebebinin çekim kanunu olduğu benimsenmiştir, hatta bundan farklı düşünmemeye alıştırılmışız. Fakat havadaki bir taşın yere doğru hareket etmesinin gerçek sebebi, dünyanın onu çekmesi veya herhangi bir maddi şartın gerçekleşmesi olmak zorunda değildir.

    Mesela düzlem şeklindeki bir levhanın üzerinde yaşayan iki boyutlu canlılar düşünelim. Bu canlılar yalnızca levhayı ve üzerindeki değişiklikleri algılayabilecek, dışarıdaki üç boyutlu dünyadan hiç haberleri olmayacaktır. Şimdi de üç boyutlu dünyadan birinin elindeki silahla eşit zaman aralıklarıyla ateş ederek levha üzerinde birbiri ardından gelen eşit mesafeli delikler açtığını varsayalım. Bu durumda levhada yaşayan canlılar bu hadiseyi bilimsel metodlarla gözlemledikten sonra bir delikten, belli bir süre sonra başka ardışık bir delik oluştuğunu düşünerek, her deliğin bir sonraki deliğin oluşmasına ‘sebep” olduğunu kabul edeceklerdir. Halbuki 0 deliğin oluşmasının gerçek sebebi, bir önceki delik değil dışarıdan ateş eden kişidir.

    Bu misal, kainattaki hadiseleri sebep-sonuç açısından değerlendirirken içinde bulunduğumuz boyutlar çerçevesinde düşündüğümüzü ortaya koymaktadır. Bir kütlenin başka bir kütlenin yanında ona doğru çekilmesi (Mesela taşın dünya tarafından) acaba kütlelerden mi kaynaklanmaktadır, yoksa başka bir güç onları kudretiyle böyle bir harekete mi zorlamaktadır? (Çekim kanunuyla ilgili örneğimiz en basit bir sebep-sonuç ilişkisine dayandığı için daha rahat incelenip anlaşılabileceğini düşünerek bu örneği ele aldık. Bir arının bal yapması veya bir ineğin süt vermesi gibi olaylar, prensip olarak aynı olmasına rağmen çok daha fazla sayıda fiziksel etkileşim, kimyasal reaksiyonlar ve sebep-sonuç ilişkisi ihtiva ettiğinden bizim örneğimiz için geçerli olan mülahazalar, bu kompleks olaylar için daha kuvvetle geçerli olacaktır.) Sonuç olarak, herhangi bir cismin çekim kanununa göre, olan hareketi rastgele değil, her anı matematiksel olarak tanımlanmış bir hareket olduğu için bu hareketin formülleştirilmesi ve bu formüldeki (kainattaki parçacık sayısınca ve değişken) kütle ve uzaklıkların bilinmesi bir İLİM, çekimin nelere nasıl bağlı olduğunu belirtebilecek sonsuz sayıda muhtemel kanundan yalnızca birinin seçilmesi bir iRADE, seçilen bu kanunun kainatın her yerinde aynen geçerli olması ve uygulanması bir VAHDANİYYET ve mekanüstülük, kainattaki küçük-büyük her şeyin bu kanuna uyması tüm varlıkları kuşatan bir KUDRET, bu kanunların zamanla değişmemesi (sürekliliği) ve kainatta işleyen düzenin korunması da KAYYUMİYET gerektireceğinden basit gördüğümüz bu hareketin (taşın yere düşmesi) gerçekleşmesi ancak ve ancak ALİM, KADİR, VAHİD, MUKTEDİR ve KAYYÜM olan Allah (cc) tarafından mümkün kılınabilir. Çünkü maddi varlıkların hiçbiri bu hareketin gerçekleşebilmesi için gerekli olan ilim, kudret, irade ve şuura sahip değildir. Yani kainattaki büyük-küçük her hadise, maddi sebeplerin altından kalkamayacağı kadar karmaşık ve muazzamdır. Yukarıda bahsettiğimiz düzlem üzerindeki canlılar örneğiyle ilişki kurarsak, yaşadığımız kainatta, levhada sırayla birbirini takip eden deliklerin açılması gibi, fakat ondan çok daha çaplı ve kompleks hadiseler (en basiti taşın yere düşmesi) her an meydana gelmekte, değişmekte ve yenilenmektedir. Kainat çapında ilim, kudret ve hikmet gerektiren bu hadiseleri ya kainat içerisindeki maddi sebepler cinsinden ya da tüm kainatı ihata eden, her yerde hazır ve nazır, her şeye gücü yeten bir Melik-i Zülcelalın yaratma ve idaresi cihetinden açıklamak durumundayız. Yolların ayrılış noktasında yapılacak bu tercih tamamen kişinin vicdanı tarafından belirlenecektir. Şu konuda İslam akidesinin hükmü, kainattaki bütün fiillerin Allah (cc) tarafından yaratıldığıdır. Yani Allahu Teala bütün varlıkları ve filleri değişmez kanunlarıyla belirlenen şekilde yaratmaktadırki bu kanunların İslam inancındaki adı Adetullahtır. Fakat Allah (cc) Kadir-i Mutlak olduğu için gerçek müsebbibin kanunlar olmadığını da gösterir ve dilediğinde adetini değiştirip dilediği şeyi dilediği şekilde yaratır. Peygamberlerin gösterdiği mucizeler de Allahu Teala'nın, onların elçiliğini doğrulamak ve vazifelerini desteklemek için fevkaladeden olarak yarattığı fiileridir.

     

     
    Toplam blog
    : 1
    : 1850
    Kayıt tarihi
    : 09.10.07
     
     

    Bilkent mezunuyum, fizik ve felsefe üzerine araştırma yapıyorum...