Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Nisan '16

 
Kategori
Kültürler
 

Bir toplum için din mi önce gelmeli, etnik yapısıına dayanan dil kültürü mü?

Makaleye bu başlığı koymamıza, 18 Nisan 2016 tarihinde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yapmış olduğu şu konuşma neden olmuştur. Cumnhurbaşkanı babasına şu soruyu sormuş.

(Baba biz Laz mıyız, yoksa Türk müyüz? Ve bunu da kuran Arapçasındaki şekliyle ifade ederek, ne kadar Arapçaya hakim olduğu imajını yaratmaktan da geri kalmamıştır. Babasının kendisine vermiş olduğu cevapsa herkese malum. Oğlum elhamdullullah Müslümanım de ve geç şeklinde olmuştur.)

Verilmiş olan cevapta ve de Cumhurbaşkanı'nın açıktan ifade etmiş olduğu mantık da, ne Laz kültürünün ne de Türk Dilinin ve Türk kültürünün, İslam karşısında hiçbir öneminin olmadığıdır. Böylece Cumhurbaşkanı Erdoğan her vesile ile İslamı ön plana çıkarıp, Cumhuriyetin tüm kazanımlarının köküne kiprit suyu dökmek istemektedir.

Aslında içerisinde bulunduğumuz 21.yy itibarı ile, gelişip demokrasiye geçmiş toplumlarda, din mi daha önemlidir, yoksa dile dayalı kültürel yapı mı? Şeklindeki tartışmalar çoktan tarihin çöp sepetine atılmıştır.

Ancak biz Türkiyeliler ve de İslam toplulklarında Tükrlük mü, İslam mı? Şeklindeki tartışmaları hala devam ettirmemiz, Türkiye toplumu ve İslamım zihinsel ve kültürel olarak hala ne kadar geride olduğunu gösteren en açık ifadelerdir. Şimdi makalemizin başlığını bilimsel olarak tartışmaya çalışalım.

Bir birey ilk anasından (Toprak Anadan) doğduğunda, tanrı ve dinle ilgili en ufak bir duygunun ya da işaretin olduğunu hiçbir kişi ve de toplum iddia edemez. Aynı şekilde etnik (Dil) yapısıyla ilgili de herhangi bir duygu ve işaretin olduğundan da bahsedilemez. Ancak bu noktada dikkat edilmesi gereken bir ayrıntı vardır oda şudur.

İnsan anasından doğup bebeklik dönemindeki ölüm tehlikesini aştıktan sonra, bebek yavaş yavaş başta Annenin ona yaklaşım ve işaret dili olan hareketlere göre, resim çekme misalindeki gibi taklit yeteneği ilk geliştirmeye başlar.

Ve arkasından yaşamış olduğu çevredeki renklere, sese, suya, toprağa, yağmura, güneşe ve gece ile gündüzün gerçekleşmesindeki değişimlere daha geniş şekilde duyarlılık gösterip, kapsamlı bir işaret ve iletişim şekli oluşturur.

Bu iletişim yapısı zaman zaman dağınık ve gelişi güzel şekillense de Ana Dil; temel yapıyı oluşturduğundan, daha sonraki dönemlerde Annenin Dili her şeye hakim olmaktadır. Bu da o kişinin ve de toplumun temel Ana Dil ve genel kültürünün Tanrıdan, dinden ve her şeyden önce geldiğini göstermektedir.

Bir çocuğun büyüyüp tüm çevresini kendi başına sorgulama dönemine kadar, ne Tanrının ne de herhangi bir dinin varlığı söz konusu değildir. Böylece Tanrı ve Dinler olmadan da, bir insanın ve bir toplumun rahatlıkla yaşadığı bilinmektedir.

Diğer taraftan bir çocuğun ya da herhangi bir toplum için, doğa ve Ananın iletişim dili olmadan, insanın yaşaması hiçbir şekilde mümkün değildir. Yaşasa dahi ancak hayvani güdülerle varolabilir.

Çünkü kendi öz dili ve kültürü gelişmeyen bir kişi ya da topluma, ne kadar çok din dayatırsan dayat, o toplum dayatılan dinin sahiplerinin kölesi olmaktan asla kurtulamaz.

Bu temel var oluşa göre, tanrı ve dinlere bağlı olarak gelişen kültürler her zaman sonradan ortaya çıktıkları için sürekli ikinci planda kalmaktadır. İşte burada karşımıza şöyle bir gerçeklik daha çıkmaktadır.

İnsanı insan ve toplumsal değerlere göre yaşamasının temel kaynağını, o toplumun Ana Dili ve kendi öz kültürel değerleri oluşturmaktadır. Ana Dil ve öz kültürel yapı olmadan, hiçbir toplumun kalıcılığı asla söz konusu değildir. Buna tarihsel olarak şöyle bir örnek verebiliriz.

Tarihte yaşanan milyonlarca olaylarda görüldüğü gibi bir toplum ya da birey, baskı ve mecburiyet altında bulunmadığı sürece, gönüllü olarak hiçbir zaman kendi dil ve kültürünü bırakmamıştır.

Din değiştirme olaylarında ise, toplumlar ve kişiler bazen mecburiyet karşısında, bazende hiçbir mecburiyet olmadan, gerek psikolojik açıdan gerekse ekonomik çıkarları gereği, çok rahalıkla tanrılarını ve dinlerini sürekli değiştirdikleri görülmektedir.

Onun içindir ki, insanı insan yapan en temel değer, o toplumun kendi öz Ana Dili ve bu dile bağlı olarak gelişen genel kültürüdür.

Dünyada kendi öz Ana Diline ve kültürüne sahip çıkıp, sonradan başkalarının icat etmiş oldukları dinlere inan toplumlarda, dejenerasyon ve karmaşalar daha az görülmektedir.

Ne zaman ki kendi öz Ana Dil ve kültürünü bırakıp, başkalarının dilini ve dinini kabul etmiş toplumlarda ise, gerçek değerlere göre ciddi bir gelişme olmadığı gibi, dejenerasyon ve karmaşalar daha hat safada yaşanmaktadır.

Buna Osmanlı'nın Şeriat yönetimi ve Cumhuriyetin Resmi Diyanet İşleri Başkanlığı Kurumu en bariz örnektir. Diğer taraftan Batı toplumlarına baktığımızda daha farklı bir yapı ile karşılaşmaktayız.

Dünya ülkeleri içerisinde özellikle Avrupa ve Batılı toplumlar, yüz yıllardan beri kendi içlerinde barış ve huzurlu olmalarının tek dayanaklarını, halkların kendi öz Ana Dil ve kültürlerine göre yaşama imkanlarına sahip olmalarında görmektedirler.

Bu toplumlar Ortaçağdan sonra özellikle Reform ve Rönesanla birlikte, bireylerin istedikleri dini ve inancı tercih etmelerini her zaman serbest bırakmışlardır. Ve aynı şekilde dini düşünceleri de devlet politikası olmaktan çoktan çıkarmışlardır.

Bu yüzden dünyanın büyük bir çoğunluğu, Batı ve Avrupa toplumlarına imrenerek bakmaktadırl.

Öz Ana Dil ve kültüre sahiplenmek, kişileri ve toplumları daha rahat ve huzurlu şekilde yaşatığına göre, biz Türkler neden bir türlü gerçek bir barışa ve huzura hala kavuşmuş değiliz? Bunun birçok nedeni olsa da, asıl sebebini şu noktalarda aramak gerekir.

Çoğunlukla Türklerin ve de diğer islam toplumlarının, kendi öz Ana Dillerini bırakıp her şeyin önüne İslamı geçirmeleri, tarihlerinde yapmış oldukları en büyük siyasi ve politik hatalarıdır.

Çünkü Türkler ne zaman ki İslamla tanışmışarsa, önce kendi öz Ata Dili olan Türkçeyi terk etmişlerdir; ardından da önce kendi içlerinde, sonrada çevreleriyle sürekli savaşa başlamışlardır. Bu yüzden Türkler ne kültürel alanda ne de siyasal ve politik olarak gerçek bir barış ve huzura hiçbir zaman kavuşmuş değillerdir.

Bu düşüncelerimizi haklı çıkaran en açık örneklerse, Sayın Cymhurbaşkanı Erdoğan ve aynı paralelde düşünenlerin, sürekli İslamı ve Osmanlı'yı ön plana çıkarmalarıdır. Bu gayeleriyle bir an evvel İslam Şeriratına geçmekle, sözde Türkiye'yi huzura kavuşturacaklardır. Diğer taraftan gerek Osmanlı'nın tarihçesine gerekse İslam ülkelerine baktığımız da, şu olumsuz yaşanmışlıkları görmekteyiz.

Osmanlı her şeyden önce kendi öz Ata Dili olan Türkçeyi bırakıp Arapça'ya sahiplenerek, Türk Dil ve Kültürünü tamamen yok olma noktasına gelmişti.

Osmanlı bunu yaparken de, Türklere kendi dilini unutturup, Arapça öğrenmeleri için baskı ve katliamları en acımasız şekilde uygulamıştır. Şimdi sormak lazım Osmanlı ve İslam hayranı olarlara.

Osmanlı'nın Arap İslam gerici Şeriatı mı daha iyidir, yoksa kırık dökükte olsa Modern Cumhuriyet mi ?

İkinci bir örnek ise, yine Selçuklular ve Osmanlı, kendi Atalarının dini olan Şamanizmi bırakıp İslama sarılmaları neticesinde, sürekli birbirleriyle ve çevre toplumlarla, ardı arkası gelmeyen çatışma ve savaşın içerisine düşmeleridir.

Aynı şekilde diğer İslam toplumlarını ele aldığımızda, var oldukları tarihten bugüne kadar, ne kendi içlerinde ne de çevreleriyle on yıl sürecek kadar bile, bir barış ve huzur içerisinde yaşadıkları görülmüş değildir.

Tüm tarihsel gerçekler böyle iken, yeniden Anadolu toplumunu İslam Şeriatına bağlamak demek, Atatürk Cumhuriyeti'nin kazandırdıklarını yok etmek anlamına gelmektedir. Aynı zamnda öz Türk dili ve kültürünü de hafife almak demektir.

Ve bu mantık doğrulusunda hareket edildiği sürece, geçmiş tarihte yaşananların daha katmerlisini, Türkiye toplumu yeniden yaşayacaktır.

Bu yüzden Osmanlı'nın tüm siyaset ve politikaları, her zaman kendi kendini asimile eden bir anlayış doğrultusunda gerçekleştiği için, hiç kimse buna itibar etmemelidir. Yok Osmanlı iyi yaptı denilip, eskiden olduğu gibi Arap İslam Şeriat kültürünün arkasından gidildiği sürece, Anadolu'nun geleceği büyük tehlike altında demektir.

 
Toplam blog
: 56
: 1108
Kayıt tarihi
: 27.03.16
 
 

Eğitim: Yüksekokul, Meslek: Yönetim, İlgi Alanım: Tarih, Felsefe ve Sosyoloji üzerine araştırma. ..